Bediüzzaman evrimi neden eleştirmiyor?

Önce bozulan ‘hayat’ mıdır, yoksa ‘itikat’ mıdır? Evet, sizi yeni bir “Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?” sorgulamasına davet ediyorum. Zira bu ikisinin arasında da, tıpkı tavuk ve yumurta örneğinde olduğu gibi, girift bir ilişki var. İlişkinin giriftliği değinilen iki nesnenin de birbirini gerektirebilir oluşundan kaynaklanıyor. Daha doğrusu: Aralarında ‘mukarenet’ var. Yani tavuk, yumurtanın sebebi olabileceği gibi, yumurta da tavuğun sebebi olabilir. Yumurta tavuğun neticesi olabileceği gibi, tavuk da yumurtanın neticesi olabilir. Sonucun hem neden hem sonuç, nedenin de hem sonuç hem de neden olduğu bir düzlem.

Mü’min böylesi tekerlemeli demagojilerele karşılaştığında boğulmamalı. Bir adım geriye çekilip daha geniş çerçeveden bakabilmeli olaylara. Parçalarda boğulmamanın sırrı bu: İster tavuk yumurtadan çıksın, ister yumurta tavuktan. Neticede ikisi de yaratan Allah. Biz, temelde şirke karşı savaşıyoruz, sebeplerin sıralaması üzerine değil. Allah, ister birisini diğerine neden kılar, ister diğerini ötekine sonuç. Alt tarafta sürdürülecek tartışmaların itikadî anlamda ‘olmazsa olmaz’ bir yanı yoktur. Amma ki Kur’an ve sünnetle bize ulaşan bilgiyle çelişmeye. Ve kendisini, kendisi için nasların bükülmesini isteyecek kadar, mutlak bir doğru olarak dayatmaya. Zoolojiye dair kısmı ise: Bugün böyle bulunur, yarın başka bir delil ortaya çıkar, öteki gün başkası isbat edilir. Bir gün Newtoncu fizik sarsılmaz görünür, öteki gün Kuantum fiziği ortaya çıkar, yarın bir başkası onların yerini alır, vs. Bilim tedricen ve zamanla gelişir. Fakat ikincil niyetli teolojik saptırmalar çıkarılmadığı sürece bilim imansızlık üretmez. Bize yatayta Allah’ın azametini anlamanın imkanlarını sunar. Dikeyde ise herşeyin yaratanı, devam ettireni, sebep-sonuç ilişkisinden aşkın bir şekilde, Allah’tır.

Evrim teorisi bile (isbat edilemezliği bir yana) teori düzleminde türden türe atlamaları tesadüfle açıklamıyorsa, yani o türden türe atlamaları bir Yaratıcıya bağlıyorsa, “Canlılar böyle oluştu fakat o türden türe atlamaları da yaratan Allah’tır!” diyorsa işine bakabilir. Çalışmaya devam edebilir. Ama dikkatinizi çekerim: Yalnızca işine bakabilir. Kendisini bize dayatamaz. “Ehakkın müddet-i taharrîsi zamanında bâtılın vücuduna bir nev’i müsamaha var…” sırrınca bir tasavvurî ihtimal olarak ufukta asılı kalabilir.

Bugün, evrim teorisini sorun haline getiren ‘biyolojik bir sanrı’ olarak ortalıkta dolaşmasından ziyade, sanki kat’i bir hakikatmiş gibi içinden yapılan teolojik çıkarımlardır. Dinin de ona göre bükülmeye zorlanmasıdır. Bizim temelde mücadelesini verdiğimiz şey: Kainatın ‘çoklu ilah’ düzleminde veya ‘ilahsız’ açıklanamayacağıdır. Yaratılışın keyfiyeti Allah nasıl dilerse öyledir. Fakat, burada yine altını çizmek mecburiyetindeyiz, evrim veya herhangi başka bir teorinin bize kendisini ‘bilimsel bir dogma’ olarak dayatmaya hakkı yoktur. Origin Unknown filminde de hatırlatıldığı üzere: “Bilim tekrarlanabilirlik üzerine kuruludur.” Evriminse bugünde tekrarlanabilirliği yoktur.

Yüzümüzü mürşidime dönelim. Evrim teorisini Darwin’in ortaya atış tarihi 1859. Bediüzzaman’ın Tabiat Risalesi’ni telif ediş tarihi ise 1920 civarı. Peki, Bediüzzaman, neden evrim teorisini birebir hedef tahtasına koyup eleştirmemiştir? Ben bunu iki sebebe bağlıyorum. Birincisi: Bediüzzaman’ın Kur’anî yoludur ki, Kur’an, fizik/biyoloji kanunlarını değil, kainatta sürekli tekrar eden olayları (ki bu tekrarlar da aslında ismi konulmamış bir/birçok kanunun habercisidir) misal olarak verir. Kur’an tüm değişmezliği, açıklığı ve yalınlığı içinde kainatı delil olarak kullanır. Umuma hitap eder. Gün gelir insanî bilim diye isimlendirdiğim tesbit edilen fiziğin, kimyanın, biyolojinin kanunları, yenilerinin veya daha doğrularının keşfiyle değişebilir. Ancak Kur’an, tekrar eden nesnelere ve olaylara dikkatlerimizi çektiği için, eskimez. Hatta zaman eskidikçe Kur’an gençleşir.

Bence Bediüzzaman da Yeni Said döneminde bu yolu kullanıyor. Teoriler veya kanunlar düzleminde, felsefenin zemininde, meseleleri tartışmak yerine, kainat düzleminde tüm zamanların anlayacağı bir şekilde varlığı tartışıyor.

Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim…” derken de kastettiği belki bu.

Yani, evrimi ‘içinde kalarak’ değil, daha ötesinde ‘tesadüflerin yaratıcılığının mümkün olmadığının altını çizerek’ konuşuyor. İkincisi de bu bence: Felsefe-i beşeriyeyi layetezelzel kılmamak, ona yaslanmamak, onun dogmalarına da hakikat muamelesi yapmamak. Daha öz bir ifadeyle: Bilimselliğin cazibesine kapılıp vahiyden olmamak. Parçalarda boğulmanın bir açıdan da buna baktığı kanaatindeyim. Hem şu da var: Bilim modern dünyanın varlığı açıklamaya çalıştığı ‘uzmanlaşma adacıklarından’ oluşmuştur. Biz ise adacıkları değil bütünlüğü dava ediyoruz. Vahyin ve sünnetin bu bütünlükten haber verdiğini iddia ediyoruz. Elbette, her meseleyi yine adacıklar üzerinden değil, biraz geriye çekilip bütün üzerinden konuşmak hikmetli olacaktır.

Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur’ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir.

Hz. İbrahim aleyhisselam ile Nemrud arasında geçen o diyaloğu hatırlayalım: Yaratmak ve öldürmek noktasında Nemrud’un takıldığını, aşamayacağını, çıkamayacağını anlayan İbrahim aleyhisselam, onunla getirdiği iki esirden birisini öldürüp diğerini sağ bırakmasını tartışmayı seçmedi. Yani; “Senin bu yaptığın benim kastettiğim değil!” demedi. Nemrud’u biraz daha geriye çekerek hayat ve ölüm hakikatlerine daha geniş bir çerçeveden bakmasını salık verdi. Bakara sûresinin 258. ayeti bunu bize şöyle haber veriyor:

Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: ‘Rabbim, dirilten ve öldürendir’ demişti. ‘Ben de diriltir ve öldürürüm’ dedi; İbrahim, ‘Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene’ dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.

Evet, hayat ve ölüm, kainatta sürekli tekrar eden örnekleriyle bir büyük kanunun parçasıdır. Büyük bir sistemin parçasıdır. Bir köşesini güya kendi namına zaptetmekle kimse bir kanunun sahibi olamaz. İnsanın zahiren elinden çıkan fiiler de bu nedenle kendisinin olamaz. Çünkü o hangi fiili eylese bir kanunla bağı vardır. Parçasıdır. Bütünün sahibi olamayan parçasının sahibi olamaz. Bu yüzden ‘tevhid’ varlığın en sarsılmaz hakikatidir. Vahiy de, o bütünü gören makamdan geldiği için, en sağlam bilgi kaynağıdır. Bilimin elemanı gibi çalıştırılamaz.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: