Bediüzzaman’ın Cihadında Önemli Bir Rükün: İslâm Kardeşliğinin Tesisi

Bir milletin bekası, kuvvetli olmasına bağlıdır. Kuvvetli olmayan bir millet dahilî ve haricî düşmanlardan kendisini muhafaza edemez. Kuvvet ise o milletin fertlerinin birbiriyle olan ülfet ve ünsiyetleriyle tahakkuk eder.

Evet, tevfik-i İlâhî ittifak ve ittihada bağlıdır. Nerede ittifak ve ittihat varsa inayetin tecellisi oradadır.

“Yedullahi ale’l-cemaati (Allah’ın rahmet ve inayeti cemaat üzerindedir).”1,

Hadis-i Şerifi’nin kudsî manası bu hakikati beyan eder.

Tevfik ve ittifak ne mukaddes ne lâhutî iki kelime ve iki hakikattir. Eğer tevfik ittifaka refik olsa, hiç fethedilmeyen gönüller, ülkeler mi kalır?

Tevfik ve ittihadın devam ve muhafazası sinelerden buğzu ve hasedi çıkarmaya ve ruhlarda muhabbet, şefkat ve merhamet hislerini inkişaf ettirmeye bağlıdır.

İşte bu hikmete binaendir ki, Peygamberimiz (ASM) Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye teşrif buyurduklarında ilk iş olarak muhacir ve ensarı birbiriyle kardeş yaptı. Ve böylece müslümanlar arasındaki ittihat ve ittifakı temin ve tesis etti.

Evet, muhacir ve ensar arasındaki bu ittihat ve ittifak, ilâhî rahmeti celbe vesile oldu. Eğer bu ittifak olmasaydı ashab-ı kiram, dâhilî ve haricî tecavüzlerden kendilerini muhafaza edemeyeceklerdi. Cenâb-ı Hak da Peygamberimizin (ASM) bu hareketini teyit ve tasdiken

“İnneme’l-mu’minune ihvetün (Müminler ancak kardeştirler).”(Hucurat, 49/10)

ayet-i kerimesi’ni inzal buyurdu. Ayetin devamı, “Şayet aralarında bir dargınlık zuhur ederse, kardeşlerinizin aralarını sulh edin, barıştırın.”şeklindeydi.

Onlar bu ilâhî fermanı kendilerine rehber edindiler. Aralarındaki muhabbet ve samimiyetin zevkini herşeye, hatta saltanata bile tercih ettiler.

Evet, âlemde ne kadar zaferler ve fütuhatlar, şan ve şerefler meydana gelmiş ve ne kadar cihangir devletler kurulmuşsa hepsi ittifak ve ittihadın neticesidir.

Bediüzzaman Hazretleri; “muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır buyurmuş” ve “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır”(Bediüzzaman Said Nursi. Hutbe-i Şamiye) diyerek, ihtilâfı en büyük bir düşman olarak görmüş ve bu beraberliği bozacak her türlü menfî hareketlerin karşısında olmuştur. Meselâ Meşrutiyet’e karşı ayaklanma teşebbüsünde bulunan hamallara, bu teşebbüsslerinden vaz geçirmek üzere şöyle bir hitapta bulunmuştur:

Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserâne yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlât böyle olur. Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmiş isek, şimdi on batman itaat ve ittihat lâzımdır. Zira şimdi sırf menfaati göreceğiz. Çünki hükûmet-i meşruta hakikî hükûmet-i meşruadır. Elhasıl, ittifakta kuvvet var, ittihatta hayat var, uhuvvette saadet var, itaat-i hükümette selâmet var. Hablü’lmetin- i ittihada ve şeriat-ı muhabbete sarılmak zarurîdir” ( Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediyye)

İşte ittifak ve ittihadın azim ehemmiyetindendir ki, Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde iman hakikatlerinden sonra en fazla ittifak, uhuvvet, muhabbet üzerinde durmuştur.

Telif ettiği Uhuvvet Risalesi’nde tarafgirlik, inat ve hasedin müminlerde nifak ve şikaka, kin ve adavete sebebiyet verdiğini harika teşbih ve temsillerle izah buyurmuştur.

Bu teşbihlerin her birinde bir cilve-i hakikat ve bir nur-u hikmet tecelli eder. Her bir temsil diğerinden daha bedi, dana şirin, daha şeffaftır. Hertemsilde ayrı bir letafet, ayrı bir zerafet vardır. Okuyan her müminin kalbinde samimiyet, uhuvvet ve muhabbet gibi ulvî seciyeler uyanır.

Bu risalenin Birinci vechinde İslâm kardeşliğine zarar veren gafilleri ikaz sadedinde şöyle buyurulur:

Ey mü’mine kin ve adavet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan; seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta bir tek masum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”

“Aynen öyle de: Sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sefine-i İlâhîye olan bir mü’mininin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı masume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve adavet bağlamakla o hane-i maneviye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şeni ve gaddar bir zulümdür.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)

Aynı bahsin devamında, kalblerdeki ittihadın ancak aynı mukaddes mefhumlara inanmakla mümkün olabileceğini şu veciz ve cazip ifadelerle beyan buyurur.

Tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulübü ister. Ve vahdet-i itikat dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”

“Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşâne bir alâka telakki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir münasebed hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlâhîye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ:

“Her ikinizin; Halikınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir… bir, bir, bine kadar bir, bir…

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir… bir, bir, yüze kadar bir, bir…

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir… ona kadar bir, bir…”

“Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)

Aynı risalede müminlere şu hayattar mesajlar verilir:

“Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine çalış. Hem, en ziyade insana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslâhına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de, adavet hasleti, herşeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. Eğer hasmını mağlup etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen husumet tezayüd eder.Eğer iyilikle mukabele etsen nedamet eder, sana dost olur.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)

Bediüzzaman Hazretleri İhlâs Risalesi’nde Müslümanlar arasında ittifak ve muhabbetin tesisi için uyulması gereken dokuz esası şöyle sıralamıştır.

1. Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek, başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onunla meşgul olmasın.

2. Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek…

3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise “Mesleğim haktır” yahut “daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek…

4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhî’nin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…

5. Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık -tesanüt sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı maneviye karşı, en kuvvetli, ferdî olan mukavemetin mağlup düştüğünü anlayıp; ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp; o müthiş şahs-ı manevi-i dalâlete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.

6. Ve hakkı, batılın savletinden kurtarmak için,

7. Nefsini ve enaniyetini,

8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,

9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlâs ı kazanır, vazifesini hakkiyle ifa eder.(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yirminci Lem’a.)

Yine İhlâs Risalesi’nde Müslümanların bir vücudun azaları yahut bir fabrikanın çarkları gibi olduklarını ve birbirlerine engel olmak yerine, birbirlerine yardım ederek uhuvvet ve ittifak ile çalışmaları gerektiğini izah sadedinde şöyle buyurur:

Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.”

“Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp, atalete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akim bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.”

“Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.”

“Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta her bir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

Malûmdur ki, bir bedende, bütün azaların bir tek ruha bağlanmasiyle birlik hâsıl olur, vücut kuvvet bulur ve sıhhat kazanır. Bedendeki azaların vazifeleri, yapıları ve hususiyetleri ayrı ayrı olduğu halde tamamı bir tek ruha bağlıdır, ondan medet alır, onun namına hareket ederler. O tek ruhu kabul etmeyen, ondan intisabını kesen aza felç olmuştur. Demek ki vücudun birliği ruhun birliğinden gelmektedir. Ruhun bu birleştirici ve hayatî fonksiyonunu hiçbir aza yüklenemez. Ve kendisini onun yerine koyamaz.Meselâ göz olmasa, vücud mevcudiyetini, noksaniyetle de olsa devam ettirebilir.Ama ruh olmazsa, artık vücudun varlığından söz edilemez. Herbir aza, ruhun hayat ve feyzinden nasibini almakla memnun ve mes’ud olur.Her azanın kendi uhdesine düşen vazifeyi yapmasiyle hâsıl olan semereden,şereften, kemâlden, bütün azalar hisselerini alırlar.

Bir millet de, bütün fertleri, bütün sınıf ve tabakaları ile bir vücud gibidir.Bunların hayatları, devam ve bekaları da hepsini ihata edebilecek mukaddes bir mefhuma, bir şahs-ı maneviye bağlanmalarıyla mümkün olur. İşçi-işveren, köylü-şehirli, hoca-talebe… hâsılı bütün içtimaî sınıflar o şahs-ı manevînin birer azası hükmündedirler. Biri dimağı ise, diğeri kalbi,bir gözü ise, diğeri kulağı, biri eli ise diğeri ayağıdır. İşte bütün bu azaların huzur ve sükûnunu, ittihad ve tesanüdünü, uhuvvet ve muhabbetini temin eden, onların ruhu hükmünde olan din-i haktır, İslâm Dini’dir. Din, bu azaların mutlak tesanüdünü temin etmekle, içtimaî hayatın ahenk ve intizamını tesis eder.

Bu helâket ve felaket asrının rehberi ve mürşidi olan Bediüzzaman Hazretleri, bu milletin necat ve selâmetinin ittifak ve ittihatta olduğunu beyandan sanra bu husustaki en büyük bir içtimaî yaramıza da şöyle parmak basıyor.

Cay-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: ‘Haricî düşmanların zuhur ve tehacumunda dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak’ olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin, hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyete bir hiyanettir.”

“Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife,eski adaveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti defedinceye kadar dâhilî adaveti hatırlarına getirmezlerdi.”

“İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi, yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı, tesanüt ederek el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken, onların hücumunu teshil etmek, onların harim-i İslâm’a girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, ta ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ahval ve mesaibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, uhuvvet-i İslâmiye’dir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adavetlerle, bahanelerle sarsmak ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.”

“Ehadis-i şerifede gelmiş ki ahir zamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri herc ü merc eder ve koca âlem-i İslâm’ı esaret altına alır.”

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız, ihtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı ‘innemel mü’minune ıhvetün’ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki iki kahraman birbiriyle boğuşurken bir çocuk ikisini de dövebilir.Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.”

“İşte, ey ehl-i iman, ihtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.”(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)

Bediüzzaman Hazretleri ehl-i imanı ebedî bir hüsrana düşüren ve zillete mahkûm eden tarafgirlik afetinden halâs olmanın çaresinin ferdiyet ve şahsiyet düşüncesinden kurtulup, ittihad-ı İslâmiye şuuruna terakki etmekte olduğunu şöyle ifade ediyor:

Kur’an’ın mecrasından ayrılarak, birleşmeyen su damlaları gibi toprağa düşmeyiniz. Yoksa toprak gibi sefahet ve şehvet-i medeniyet size emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’an-ı Kerim’in saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp bu vatana ab-ı hayat olan hakikat-i İslâmiye sularını akıtınız.”

“O hakikat-i İslâmiye suları ile bu topraklarda iman ziyası altında hakikî medeniyetin fen ve san’at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve manevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir. İnşaallah…”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat)

Üstadımızın bu müjdesi biiznillah elbet birgün tahakkuk edecektir. Bu ulvî gayenin tahakkuku için her türlü nefsanî hisleri ve şahsî menfaatleri bir tarafa bırakarak sefine-i Nuh’taki mahlûkat gibi birbirimizle kaynaşmak mecburiyetindeyiz. Ta ki sahil-i selâmete ulaşabilelim.

Bu vadide her erbab-ı şuura büyük vazifeler düşmektedir.

Müslümanlar arasında uhuvvet-i İslâmiye’nin fiilen ihyasına çalışmak her mümin ve muvahhid için vücup derecesinde zarurîdir.

Evet… Hayatın mayası, muhabbet ve uhuvvettir. Bu da ancak marifet, fazilet, hüsn-ü ahlâk gibi âlî seciyelerin tahakkuku ile devam eder.

Yukarıda bazı bölümlerini naklettiğimiz Uhuvvet Risalesi’ndeki prensiplerin herbiri, bu milletin millî birlik ve beraberliğinin temininde en büyük bir esas, ferdî ve içtimaî yaralarımızı tedavi edecek en müessir bir tiryaktır.

Devletin bu hakikatlere karşı daha uzun zaman bigâne kalması düşünülemez. Bir gün bu ve emsali risaleler maarifimizde lâyık oldukları yerlerini alacak ve millî birlik ve beraberliğimizin temininde en büyük bir esas olacaktır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar

1 İsmail Ecluni, a.g.e., Hadis No.3223.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: