Enâniyet (Benlik) Hakkında Bir Soru ve Hücumat-ı Sitte Enâniyet Bahsi’nin İzahı

Soru 8: Mektubat Kitabı’nın 29. Mektub’un 6. Kısmı’nın 5. Desise-i Şeytaniye’sini açabilir misiniz?

Cevap 8: Bu kısım Enâniyet hakkında… Yani benlik. Her bir insanda nefs-i emmare ve enaniyet bulunuyor. Her ikisinin arzularının, hedeflerinin neler olduğu, bazı hastalıkları ve kurtuluş çarelerini İhlas Risalesi Notları’nda yazmış ve yayınlamıştık.

Enaniyet, özellikle ilim ehlinde olur. Olunca da çok tehlikelidir. Çünkü kendi fikirlerini beğenir, tek doğru veya en doğru fikir onunki olduğunu iddia eder ve buna inanır. Bu tarz kişiler içinde en tehlikelisi ilmi, sırf başkalarını ezmek için elde eden tiplerdir. Bazıları ilmi alır fakat amel etmek için. Belli derecede amel de eder. Fakat yine kendi bildiğinden şaşmaz. Bu biraz daha masumdur çünkü derdi ameldir. Çok az bir kısım ise kulaklarını yeni fikirlere açar, kendinin yanlış olabileceğini de göz önünde tutar. Eğer muhatabı delillerle doğruyu veya en doğruyu ispat ederse hemen o fikri kabul eder. Bu kişiler benliği merkeze koymayan, Hakikati merkezleştiren dengeli kişilerdir. Öncekilerin derdi kendilerini duyurmak ve ona dair övgüleri duymak iken, bu kişinin derdi Hakkı ve Hakikati duymak ve duyurmaktır. Bu kişi Rabbi ile, Onun mucize ilmi ve Kur’anı ile iftihar eder. Bundan ciddi bir zevk alır.

İnsan benliği, karakter olarak kedi gibidir. Okşanmak ve yumuşak söz ister. Tembeldir. Yük almak istemez. Rahatına düşkündür, sobanın altında veya yanında yatan kedi gibi… Süt ile beslenmeyi sever. Yani ilimle… Ufak bir iş yapsa büyük bir iş yaptım havasına girer. Fareyle oynayan kedi gibi… 40 yılda bir büyük iş yapsa ömür boyu unutmaz ve bunu ha bire söyler. Kuş yakalayan kedi gibi… Oyalanmayı, oyunu sever. Yumakla oynayan gibi… Devamlı kendini aklar, hiçbir eleştiriyi kabul etmez. Kendini yalayıp duran kedi gibi… Nefs-i emmare ise, buna mukabil tam bir köpek gibidir.

Enaniyet bu manada övgüyü, takdiri ve okşanmayı sevdiği için ilim adamlarından özellikle karakteri içe dönük yapılı kişiler açısından çok tehlikelidir. Üstad der: “ Hakikaten, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler. ” Üstad bu noktada uyarır: “ Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. ” Tabir-i caizse, dine hizmet eden kişi Hak ve Hakikate tabi olduğunda yırtıcı bir aslan iken ve gardını almışken, iltifatlar ve övgülerle karşılaşınca anında yavru bir kedi gibi olur. İşte o anda onu ehl-i dalâlet avlar. İşte ihlas, övgülere sağır olmak ve ezelden ebede bütün övgüleri Allah’ın hakkı ve malı bilmektir. Ki Mutlak Tevhidin gereği budur. Bu ihlaslı tavır olursa arslan arslanlığını asla kaybetmez. Hz. Hamza’nın ismi “ Esedullah ” ( Allah’ın Aslanı ) olarak vurgulanırken, diğer bir ünvanı da “ Leysullah ” tır.[1] Yani Allah’ın hiçi… Bu hiçliğini bildiği ve hissettiği için o daima aslandı. Avlanmıyordu. Allah bizleri de leysullah makamına eriştirsin ve yaşatsın.

Diğer bir husus şu: “ Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, ene’yi terk etmekle hakka hizmet edebilir. ” Enaniyet, insana gurur ve kibir verirse ene’nin sembolü, “ fil ” olur. Fil nasıl hortumunu havaya kaldırırsa, enaniyetli kişiler de gururla burnunu havaya dikerler, “Benim sana ihtiyacım yok” diye burun kıvırır. Kocaman kulakları vardır, en ufak bir iltisat ve sesi duyar. Fakat bir o kadar da korkaktır. Fareden korkar, sivrisinekle baş edemez. Öfkeli bir fil çok tehlikelidir. Bu manada dinsizlerin oyuncağı olan ilim ehli de Kâbe’ye saldıran Ebrehe’nin fili gibi olur. Kalem suresinde müşriklerden olup bilgisiyle Efendimiz’e (ASM) muhalefet eden Nadr bin Haris için Allah der ki: “ Senesimuhu ale’l-hurtum ” ( Onun hortumunun üzerini damgalayacağız ). Bu ayet Hakk katında Nadr bin Haris’in Kâbe’ye saldıran bir fil gibi göründüğünü ifade eder. Fillere patika yollarda binilir. Ana caddede file ihtiyaç yoktur. Dalalet, hakikat yolundan sapmak, patika yollarda kaybolmak demektir. Onları patika yollara sevk eden onların enaniyetleridir. Bu noktada Üstad “ şu asırda ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor ” diyor. O halde “Ehl-i hak, bilmecburiye, ene’yi terk etmekle hakka hizmet edebilir. ” Dikkat edilmesi gerek, ehl-i hakk diyor; ehl-i hakikat demiyor. Çünkü ehl-i hakk, hakikati hem bilir, hem bütün ruhuyla iman eder, hem de hakikate göre yaşar. Yaşadığı için “ehl-i hakk” olur. Onun da imtihanı, ene’yi terk etmek, gurur ve kibre kapılmamaktır. Burada çare ise enaniyetten kurtulmanın yolu olan cemaat halinde bulunarak hizmet etmektir. Yani “Ben” yok “ Biz” var. Üstad uyarıyor:

Ene’nin istimalinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, ene’yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor. Arapça’da ene, ben demek; nahnü, biz demektir. Metne dikkat edilirse, enaniyetini kullanan kişi, farkında olmadan nefsine hizmet eder. Bu manada “ nefis-perest ” olur, denliyor. Bir kişinin hayatında ya Hakikat hâkimdir buna ehl-i hakk denilir. Veya ene hâkimdir, buna “nefis-perest” denilir. Ene, nefse emreder. Nefs-i emmare de, akla ve kalbe emreder. Böylece ene, iç dünyamızda, derin devlet gibi olur. Nefsi, kazdıkça; altından ene ve enaniyet çıkar. Enaniyeti aşmak, nefs-i emmareyi aşmaya göre çok çok zordur.

Üstad bu iki paragrafla diyor ki, sen hak yolunda hizmette haksızsan zaten ene’yi kullanamazsın. Haklıysan bu sefer ehl-i dünya gibi görünürsün; bu ise dine hizmete zarar verir. Hakkını Cenab-ı Hakk yolunda feda et; seni savunmayı Vekîl-i Mutlak olan Allah’a bırak diyor. Bu açıdan hak yolunda tam bir ihlas için ne nefis ne enaniyet olmamalı! Yoksa avlanırız. Hücumat-ı Sitte’de geçen hastalıklardan hubb-u câh (makam sevdası), enaniyetin hastalığıdır. Havf da öyle… Tama, nefs-i emmarenin hastalığıdır. Tembellik ve tenperverlik, yine enaniyetin hastalığıdır. Milliyetçilik de öyle… Dine hizmette asıl tehlike benliktir. Üstad devam ediyor:

Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş.” Risale-i Nur mesleği, kendini beğenmemek, ene’sine taraftar olmamaktır. Nasıl taraftar olunmaz? Eleştiriye açık olmakla… Hakka sağır olmamakla… Haklı eleştiriyi kabul etmekle… Bu şekilde kişi hak yolunda mesafe kat edebilir. Yoksa kendi benliğimiz bize zindan ve pranga olur. Nefs-i emmaresini aşanlara Cenab-ı Hakk, kudret tecellisi olan kerametler ihsan eder. Bunlara keramet-i kevniye deniliyor. Ene’sine taraftar olmayıp onu terbiye edenlere ise Cenab-ı Hakk ilim tecellisi olan kerametler ihsan eder. Bu manada o kişinin kulakları Hakka ve doğruya açık olduğu için kalb ve ruh kulakları İlahi ilhamı duyacak hale gelir. “Risale-i Nur ilham ile yazılmıştır” sözünün arka planında Üstad’ın enaniyetiyle 30 yıldır yaptığı savaş ve bu savaşta elde ettiği galibiyet vardır. Kim 30 yıl onun gibi mücadele etse ve galip gelse o da ilham alır. Enaniyet-ilim bağı olduğu için Üstad hemen Risale-i Nur’un ilmî yönünden bahsedecek. Bağlantılı gidiyor. Bu konuya dar temel bir hususu anti-parantez belirtmek gerekir: Sindirilmemiş bilgiler ve malumat, enaniyet yapar. Kişiyi şişirir. Çünkü işin kabuğunda bir algı oluşur. Gerçek ilim, sindirilmiş ilimdir; ilhamî derinliği vardır. Hakikati nuraniyet ve ulviyetiyle buldurur, hakkı kudsiyet ve azametiyle gösterir. Böyle bir ilim insanda var olan enaniyeti eritip, arıtır. Bu açıdan Risale-i Nuru nefis ilacı olarak görenin; nefsi şifa bulur; ene ilacı olarak görenin ene’si iyileşir. Bunun arka planında ilhamın nuru ve ziyası olması saklı… Tarih boyunca kitap yazan ulemadan hiç biri —ehl-i tasavvuf kökenli olanlar hariç— enaniyet konusunda sağlıklı fikir beyan edip insanlara bu konuda yol aldıramamışlardır. Aldıramazlar da, çünkü iş iç terbiyeye bakıyor. Bu manada Risale-i Nur’daki kesin bir ilme, yakîne, hakka’l-yakîn imana dayanan keskin sözler bazılarının, tereddüdü meslek haline getirmiş algılarına ters geliyor. Onlar kesin konuşmamayı ilim, kesin ve keskin konuşmayı ise taassub olarak görüyorlar. Bu noktada Üstad şöyle diyor:   

“ Bununla beraber, kat’î delillerle size ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye vaz edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîmin tereşşuhâtıdır. Hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. ”

Yani bu eserler, bütün ilimlerin sahibinin ilmidir. Benim kendi şahsî kanaatlerim içinde yoktur. Söz Onun ilhamı olduğu için hakikatler de Kur’an-ı Hakîm’inden sızan damlalardır. Ben onları sahiplenemem, kimse sahiplenemez. Sahiplenmek zaten enfüsî manada şirktir, diyor. Hakikat, insanın sahibidir; insan hakikatsiz var olamaz. Fakat Hakikat ve Hakk insansız da var olur… Bu manada bu kısım önemli bir meseleye değiniyor.

“ Haydi, farz-ı muhal olarak, ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. ”

Burada şifre “istiğna etmemeliler” de saklı. Çünkü istiğna eden, “ Benim bunlara ihtiyacım yok” havasına giriyor. Gurur yapıyor. Bahanesi de şu oluyor: “ Eski zamanın uleması her konuda yeterince yazmışlar. ” Üstad âlimlerin enaniyetlerinin bunu diyeceklerini bildiği için diyor:  

“ Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir.

Selef-i Sâlihîn bir ıstılah olarak Sahabe, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve onlar gibi olanlar demektir. Hadiste bu 3 kuşak için “Ne mutlu onlara! ” diyor. Bu 3 kuşak, Kur’anı suyun menbaından içer gibi içmiş, lezzetine ve şifasına varmışlar. Sonrası asırlarda ise Kur’anî bütüncül algı kaybolmuş. Kimi akıl ve tefekkürle, kimi kalp ve zikirle, kimi nefis ve ibadetle Hakikate yürümeye çalışmışlar ve yollarını uzatmışlar. Oysa Tâbiîn devri ehli, cihad zamanı eline kılıç alır, harbe giderdi; cihad yoksa gündüzleri bol oruç, geceleri bol namaz ile vaktini değerlendirirdi. Gündüzleri geçim derdinden kalan vakitlerde ilim ve tefekkürle yol alırdı. Bütün yönleriyle Kur’an ve hadise muhatap olurdu. Bu yüzden “Ne mutlu onlara!” Sonraki zaman ehlinden ise Üstad “muhakkikîn-i ulema” diyor. Bunlar ilim ehlinden tahkik yapanlar demek. Bir de “müdakkikîn-i ulema” var. Onlar ise tedkik yapanlar… Ümmetin bu 3 kuşağı ve tahkik ehli âlimler, kitap yazmış, eser vermişler. Fakat semavi, uhrevi ve kudsiyet mantığıyla… İşin içinde nefisleri yok. Fakat bu devrin uleması ve ehli, nefis taşıyarak meselelere menfaat çerçevesi, dünya rahatı ve mutluluğu gözüyle bakıyorlar. Bu açıdan o devrin eserlerini, mantığını anlayamıyorlar. Bunu en güzel misal 17. Lem’a, 13. Nota, 2. Meseledeki vird ve dua bahsidir. Eski ulema ve Allah dostları “ Sırf Allah rızası için bir dua okuyorlar. Allah da o sırr-ı ihlas ile çeşitli hastalıklarına şifa veriyor. Onlar hastalık zamanını, şifa duası zamanı olarak görüyorlardı. Sonra bu yaşadıklarını yazmışlar. Bu devrin insanları ise o duayı, sırf şifa bulmak için okuyor. Şifaya vesile olmadığı zaman ise duanın şifa yönünü reddediyor, o şifa vakasını yazan zâta karşı hüsn-ü zannı kırılıyor. Oysa ameller niyetlere göredir. İki grubun niyetleri tamamen zıttır.” Üstad menfaat hedefli olarak şifa dua yapan kişinin sırr-ı ihlası kaybettiği için asla o duayla şifa bulmayacağını, bulamayacağını, buna hakkı olmadığını vurguluyor. Bu ve benzeri durumlar gösterir ki Selef-i Sâlihîn ve ulemanın eserleri bir hazine olsa da, günümüz insanları için kapalı bir hazinedir. Onları anlamak için önce Risale-i Nur tezgâhında bir yontulmaları gerekiyor. Yani diyor Üstad, “ Bu eserleri okumak zorundasınız. Burun kıvırırsanız siz kaybedersiniz. Korkmayın, bana değil Kur’ana doğrudan talebe oluyorsunuz. Ben de Kur’anın talebesiyim.”

Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şakirt oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal olarak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü’s-sû’ hakkında bir tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.

Bu noktada birkaç vurgu var: Enâniyet, ilme dayanır. Fazilet (Üstünlük) iddia eder. Bu yönü bildiği için Üstad ya bu eserleri alın, Kur’anın hakikatleridir diye ders verin. Risalelerle ehl-i imanın imanlarını vesvese ve şüpheden kurtarın. Veya madem ilim ehlisiniz, buyurun daha iyi ve daha kolay bir yol bulun, kendiniz bizzat ümmetin imanını muhafaza edin. Tabi yapabiliyorsanız, diyor. Yapmaya çalışınca yapamayacakları bedihi. Çünkü Üstad kendi fikirleriyle değil, ilham-ı İlahi olan Kur’an manaları ile ehl-i imanı muhafaza ediyor. Sırf akıl ile iş olsa bir yere kadar. Asıl iş kalb ve ruhun, nefis ve hevanın hastalıklarına şifa bulmakta. Bunu ise, ilim ve medrese ehli değil tekke ve irşad ehli yapabilirler. Tarihteki binlerce vak’ada görüldüğü üzere. Fakat Kur’an öyle bir medrese ve tekke ki, onda her türlü aklî-kalbî-nefsî-ruhî hastalığın şifası, ilacı, nuru bulunuyor. Üstad Kur’an medresesinin enaniyetsiz tilmizi, Kur’an tekkesinin nefsaniyetsiz mürîdidir. Bu ehl-i ilim yeni bir yol deneyince, çaresizliğe düşecekler. Düşünce yol ikiye ayrılacak, ya hakperestçe Risaleleri takdir edip Onun nurlu hakikatleriyle ümmetin imanına hizmet edecekler. Veya çaresizlikten hased doğduğu için muhalif vaziyetine girecekler. “Madem ben yapamıyorum, kimse yapamasın” moduyla meseleye hased gözüyle bakacaklar. İşte bu noktada Üstad “ulemaü’s-su” (kötü âlimler) konusunda kasden giriyor. Bu zamanın ilim ehlini bu konuda özellikle uyarıyor. Çünkü o dönemki iktidarın dine saldırılarında bazı kötü âlimler fetvacı oldular. İktidara yaranmaya çalıştılar.

Haydi, farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enâniyeti terk edip, Firavun-meşrep bir adamın kemâl-i sadakatle etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’âniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enâniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enâniyetle hakaik-i Kur’âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de ona “Lebbeyk” dememesinde haksız değil midirler?

Burayı izaha gerek yok. Çünkü insanlar dünya için ve maddi menfaat için birlik olurlarken, dindarlık ve tevhid ve vahdet iddia eden müslümanların hocalarının Allah rızası için bir araya gelmemeleri, gelememeleri öyle bir ayıp ki kim görse meselenin içinde kibir, gurur, hased olduğunu anlar. Elbette birlikten kuvvet doğmasına son derece muhtaç olan ümmetin bu zamanında bu birliğin doğmasını engelleyen, birliğe katılmak istemeyen, var olan birliği fesadla bozmaya çalışan kişi farkında olmadan şeytana hizmet ediyor demektir. Ne söylerse söylesin. Sonuç bu!

Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.

Burada kasdettiği kıskançlık, gıbta damarıdır. Üstad ölçü veriyor: “ Hizmet sırf Allah rızası için olmazsa gıbta duygusu ortaya girer, hizmeti bozar. ” Bu konuyu İhlas Risalesi Notları’nda 2. Düstur’da işlemiştik. Oraya bakabilirsiniz. Enaniyeti aşmak kolay bir mevzu değildir. Fakat Üstad çaresini söylüyor: “ Kardeşlerinizin meziyetleriyle iftihar edin. ” Şöyle düşünelim: “ Bir meydan savaşı olsa, düşmandan bir adam bizden bir adamla çarpışıp bizimkini feci yaralasa… Sonra bizden çıkan diğerini de yaralasa… Sonra bir diğerini… Bizim tarfta gerginlik olsa, biz de cesaret edip adamın karşısına çıkamasak. Fakat bizim ordudan birisi düşmanın karşısına çıkıp tek darbeyle adamı ikiye bölse bu durumda biz o kardeşimizle iftihar eder miyiz, etmez miyiz? Yoksa kıskançlık duygusuna mı kapılırız? Elbette iftihar edilir. Çünkü çaresiz kalınan bir durum ortada vardı. Aslına dine hizmette de aynı durum söz konusu. Organize hizmette bazıları göz gibi, araştırmacı olmakla, kendimizdeki eksik ve kusurları gözlemleyerek haber vermekle mükellef. Bazıları kalb gibi, işin duygusal cephesini, zikir boyutunu taşımakla… Bazıları el gibi, işin finans yönünü karşılamakla… Bazıları akıl gibi, işin ilmî altyapısını temin etmekle… Bir kişi hepsini aynı anda yapamayacağı, yapmaya kalktığı zaman çaresiz düşeceği ve devam ettiremeyeceği için aslında organize hizmet edenler bir birlerine son derece muhtaçtırlar, tek başına taşımakta çaresiz düşülen ağır bir yükü kaldırıyorlar. Bu noktada onların meziyetleri bizim içimizi kaynatan bir tencere değil bilakis bize nefes aldıran bir pencere olurlar. Bu açıdan Üstad “ Sırf Allah rızası bu hizmette hedef olmalı ”, “ Kardeşlerinizin meziyetlerini Bizlik Şuuru içinde kendine ait görüp iftihar etmelisin ” ki enaniyetin zararından kurtulasın, diyor. ( Bu, Talebeler Arası Enaniyet )

Birşey daha kaldı; en tehlikelisi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

Bu kısım Üstad’a Karşı Enâniyet ve kıskançlık hakkında… Bu diyor Üstad, en tehlikelisidir. Çünkü talebelerle problem yaşayan, Üstad’ın sıddîkı olur. Fakat Üstad ile enaniyet problemi yaşayan daireden tamamen kopup zındıklara destek verecek hale gelebilir. Sivas müftüsü olarak dine hizmet eden Turan Dursun gibi bir müftünün sonradan dinsizlerin elinde oyuncak olması gibi… Üstad bu enaniyetin sebebini, eskiden sahip olunan ilim olarak gösteriyor. İlim, insana fazilet verir. Fakat bu fazileti kişi kendi zâtî malı gibi bilir ve ilmi kendi aklının ürünü sayarsa Hz. Âdem-İblis vakası, Hz. Musa-Karun vakası tekrarlanır. Kişiyi nura doğru yürüten ilim, onu yere gömen bir zulüm ve zulmet halini alır. İnsan ve benliği, ilmin hizmetçisi, aynası olmak için yaratılmış. Ki “şuurlu âlem” olsun. Ne zaman ilmi sahiplenirse o zaman bela başlıyor. Çünkü ilim Allah’a mahsus bir sıfat ve maldır. O malı sahiplenen, ister istemez Uluhiyet iddiasına kalkışır. Takdir, teveccüh, medih ve sena ister. Bu durumda da kargaşa çıkar. İlim böyle tehlikeli olduğu için bazen Allah ilim ehline hata yaptırır, haddini bildirir. Hz. Âdem-Havva vakası… O vaka ile Hz. Âdem (AS) anladı ki, Hakikati bilmekle, nefsini dinlemek farklı mevzular. Nefsine uyan hata yapar. Hakikate uyan, yanılmaz. Aynı durum İblis ve Karun için de geçerli… Hz. Âdem (AS) ve Hz. Havva (RA), hata yaptı: “ Rabbena zalemna enfüsena ”    ( Rabbimiz, biz nefsimize, kendimize zulmettik, kendimizi karanlıklara attık…) diyerek zulüm ve zulmeti kendine, ilim ve nuru Allah’a atfetti. Fakat İblis hatasından halen dönmedi.

Üstad diyor, bende gördüğünüz ve size yansıyan ilim benim değil. Ben bir musluğum. Musluktan akan su nasıl musluğun veya çeşmenin olabilir. Aynı şekilde kimden akarsa aksın, nereden gelirse gelsin bütün ilimler bir su gibi Allah’ın ilim denizlerindendir. Musluklar sahiplenmeye kalksa da… Enaniyetin yaptığı problemin kaynağını Üstad şöyle açıyor:

Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister.

İmtiyaz ister: İnsanın şahsiyeti ve kişiliği, ilimle oluştuğu, şahsiyetin göstergesi olan meziyetleri ilimle bâriz hale geldiği için şahsiyetine takılan kişi imtiyaz ister. Bu şekilde kendini gösterir. Bu noktadan o kişinin şahsiyetçilik yaptığını anlarız.

Kendini satmak ister: Buna hodfuruşluk deniliyor. Yani gösteriş ve riya yapar. Kendi fikirlerinin daha güzel olduğu yönünde bir kanaat taşır.

Bunun bir ilerisi birisi dese ki: “ Ağabey senin bu anlattıklarının daha güzelini Üstad falan risalede şöyle ifade etmiş. Gerçekten görse ki daha ilerisi var. İşte o an içinde muaraza (zıtlaşma, çarpışma) arzusu uyanabilir. Veya sıddık bir şekilde “ Üstad’ıma maşaallah ” da diyebilir.

Eğer ilk duruma kapılırsa olacakları Üstad şöyle ifade eder: “Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”

Bu noktada Üstad Risale-i Nur hizmetine ait bir sırrı ifşa etmek zorunda kalıyor:

Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki Fetvâ Vazifesiyle tavzif edilmişiz.

Yani Risale-i Nur iman ilimlerinde müftîdir. Yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yeni bir itikad mezhebidir. Tamamen Kur’anî bir yoldur. Veya Maturidî ve Eş’arî mezheplerinin ne dediğini günümüz insanına onların anlayacağı dille anlatma konusunda Fetva ve Yetki ondadır. Bu açıdan şu an Nur dairesi içinde olanlar allame de olsa, hatta müçtehid seviyesinde de olsalar onların vazifesi Sözler’in şerhleri veya izahları veya tanzimidir.

Tanzim, Külliyatta bir konuya dair ilgili yerleri bir araya getirip konu bütünlüğü içinde sunmaktır.

İzah, kapalı bırakılmış bahisleri açıklamak, anlaşılır hale getirmektir.

Şerh ise, Üstad’ın cümlelerinde neyi kasdettiğini işin hakikatini bularak, delilleriyle göstererek açıklamaktır. Bu çok zordur.[2]

Fakat Nur dairesi içindeki âlimler, allameler, müçtehidler, imana hizmet konusunda böyle bir kısıtlamaya tabiler. Takva, ibadet, ahlak konusunda bir sınırlama yoktur. O noktada Üstad fetva makamıyız, demiyor.

Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

Burada vurgu imani meselelere dair yazı yazmaktır, kitap yazmak, konferans düzenlemek gibi… Fakat bunu yaparken Risalelerden faydalanmadan yapıyor. Bu açıdan “soğuk bir muaraza” diyor Üstad. O soğukluk, enaniyetten kaynaklanıyor. Enaniyet, insanı buzdağı yapar. İhlas Risalesinde bir haşiyede bu benzetmeyi bizzat Üstad yapıyor. Asıl meziyet ve fazilet, buz olmaktan çıkıp su gibi olmak, tatlı bir su haline gelip ortalığı yeşertmektir. Böyle tatlı su haline gelenlere Cenab-ı Hakk, Kur’an küpünden sızan ilim damlaları nasip eder. Risaleler bu Kur’an reşhalarıdır. Katre-Reşha-Zühre bahsini anlatan 24. Söz’ün 2. Dalındaki temsil bu meselenin alt yapısını açıyor. Üstad diyor, bana muaraza edenler, aya odaklı serin, soğuk ve tuzlu “katre” dirler. Ben ise Hakikat Güneşine odaklı ılık, sıcak ve tatlı bir “reşha” yım.

[1] İbn-i Hacer el-Askalani, Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, (el-İsabe Tercümesi), Ebu Sinan bin Hureys’in şiirlerinden naklen, c. 4, s. 211.

[2] Kızıl İcaz, Kavl-i Şarih Bahsi.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: