Fıtrat Nedir?

İbn Manzur, Lisanü’l- Arap eserinde fıtratı şöyle tarif eder: “Allah Teâlâ’nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır.” Başka bir ifade ile fıtrat yapı, mizaç, karakter anlamı da ifade eder.

Cenab-i Allah (cc)’ın yaratmış olduğu her varlık kendi mecrasında yürür. Meselâ ağaçlarda kök, gövde, dal, budak ve yaprağın bulunma fıtratı; insanlarda da bir baş, iki göz, iki kulak, bir burun, iki ayak, iki elin bulunması fıtratı…

Yani Cenab-i Allah’ın, “âdetullah,” diye tabir edilen kanunlar ile insanın mahiyetine dercettiği kanunlarının hey’et-i mecmuasına fıtrat demek daha güzel bir ifade olur. Örneğin, gece ve gündüzün meydana gelmesi, güneşin ayni yönergede hareket etmesi, değişmez bir adetullah kanunudur.

İnsanın fıtratında da din, şefkat, dua ve sevgi fıtratı vardır. Kişi ne kadar asi dahi olsa elbette güzel bir yani vardır. Zaten kimse “ben kötüyüm” demez. Münasebet geldiği için bir vakıayı anlatmak istiyorum: Kamu yöneticisi bir arkadaşım, personeli ile sıkıntılı olduğunu hissettim, aralarına bir sükûnet ve maslahatı sağlamak için arkadaşımdan “büyüklüğün şe’ni barış ve bağışlamaktır, aranızdaki nizâyi kaldırınız” dedim. Arkadaşım: “Hayır, bana yapılan bir hakarete karşı; barış yerine karşılık vermek fıtratımda vardır” dedi. Birkaç dakika sonra musalaha gerçekleşti, kin ve nefret; sevgi ve muhabbete dönüştü.

Arkadaşıma dedim ki: “Senden bir şey eksildi mi? “Hayır” dedi. Ve sözün devamında, “ bütün samimiyetimle şunu size ifade etmek isterim: Ben zaten personel arkadaşlarımla konuşmak ve onlarla helâlleşmek istiyordum, sizin teklifiniz bana cesaret verdi” dedi. Deme ki, insanın fıtratında daima güzellikler vardır. Üstadın dediği gibi “fıtrat doğru söyler” yeter ki fıtrata itibar edilsin. Fıtrat kalp ve ruhun huzuru dahi temin ediyor.

İnsan her ne kadar yaratılış itibariyle kıymettar bir varlık olmasına rağmen, kendi başına sosyal ve içtimai hayata, rehbersiz dengeyi sağlamaya muktedir değildir. Dolayısıyla kanunları tam tesis ettirmek ve adaleti sağlaya bilmek için bir muallime, bir mürebbiye, bir müfessire ihtiyaç vardır. Bu muallim ve müfessir ise Kur’ân-ı Hakimdir.

Mevzu ile alâkalı Bediüzzaman şöyle diyor: “Evet, Kur’ân-ı Hakim, şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, O’ Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanın yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir.”1

Bediüzzaman’a göre, kâinat bir kitab-ı Kebirdir. Kur’ân-ı Hakim ise, “kâinat kitabınin kıraatıdır ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelisinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor.”2

İşte Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki ve mânevî bir tefsiri olduğu için asıl maksadı kâinat kitabını okumak, fıtratın gayesini, hilkatin neticesini beyan etmektir. Kudret sahibi olan Allah (cc) kâinatı insan için, insanı da marifet ve muhabbeti için halk etmiştir.

Bakınız! Asrın Bedii, Risale-i Nur’un müellifi Beddiüzzaman, ne diyor: “Katiyyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır: Onlar onsuz olamaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, âvare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?”3

Yukarıda ki detaydan da anlaşıldığı üzere Risale-i Nur’un birinci gayesi, fıtratın en yüce neticesini anlatmak; yani Allah’ı bildirmek, onun muhabbet ve marifetini kalb ve ruhlara nakşetmektir. Risale-i Nur eserlerinin esası işte budur. Bu aşk ve bu heyecanla imana, Kur’an’a ve İslâm’a hizmet eder, Mevleviler gibi döner, Kalb ve gönülleri bu sahada tutuşturur.

Bediüzzaman, ayni zamanda içtimai ve sosyal hayattaki başarının sırrını da fıtrat kanunlarına bağlıyor. İnsanlar hayırlı işlerde fıtrat kanunlarına uygun hareket etmediği takdirde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.4 “İçtimai çarklar altında kalır, ezilir. fıtrata muhalefet edene fıtrat muvafakat vermeyecektir.5 diyor.

Bediüzzaman, İslâmiyet ile fıtrat kanunlarını da şöyle ilişkilendiriyor: “Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazaneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.” 6  

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

06.09.2014

KAYNAK :

1-Emirdağ Lâhikası

2-Emirdağ Lâhikası

3-Kastamonu Lâhikası

4-Lem’alar, On Altıncı Lem’a

5-Sözler, Konferans

6-Kastamonu Lâhikası,

Sende yorum yazabilirsin