Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-5

9) Aşırı Öfke… Öfkeli ve inciten bir baba veya anne kucağında büyüyen kişide veya büyük potansiyelli karakterlerde açığa çıkan bir hastalıktır. Özellikle sosyal karakterli çocuklarda… İçindeki öfkenin fevriliğini engelleyemeyen, onun yakıcı etkisiyle çevresine zarar veren ve öfkesini kontrolde âciz düşen bir kişinin üzüntü ve çaresizliği fıtratını zedeler. Kendisiyle yıpratıcı bir uğraşıya girer. Onun mükemmeliyetçi yapısı, rahat kusur gören gözleri, keskin kılıç gibi sözleri onun kendi kontrolünü zorlaştıran unsurlardır.

İslam ve insanlık tarihine baktığımızda görüyoruz ki, kendi iç dünyasında böyle olumsuz bir yön olduğunu fark eden aklı başında kişiler kurtuluş ve tedavi için çareler aramışlar.

Bu karakterlerin bazısı halkın içine çok girmezsem onların hatalarını görmem! Halk ile Âhiret hedefi dışında da görüşmezsem onların bencillik ve kusurlarıyla karşılaşmamış olurum, der. Bu tavra Bediüzzaman Said Nursi’yi örnek gösterebiliriz.

Bazısı içteki ateşin dışa dil ile yayıldığını gördüğü için “Ne yapıp edip, susmayı becermeliyim” diye karar alıp susmaya çalışmışlar. Hatta dillerinin altına çakıl taşı bile koymuşlar… Hz. Ebu Bekir (RA) bir süre bu çakıltaşı stratejisini; Hz. Yakub (AS) ise çocuklarının oğlu Yusuf’a (AS) karşı yaptıkları haksızlığa karşı “sabırla susma” yöntemini uygulamıştır.

Bazıları ise öfkenin aşırılığının menbaı olan ve görme endeksli bir yapısı bulunan nefs-i emmare ile ömür boyu sürecek bir savaşa kalkışarak bu hastalıklarını tedavi yoluna girmişler. Bu konuya âdil halife Hz. Ömer’i (RA) örnek gösterebiliriz. Öfke ve şehvetin kaynağı, beslenmedir. Hz. Ömer (RA) ömrü boyunca bulamaç tarzı bir gıda yiyerek “nefis tezkiyesi” için uğraşmış ve kendi öfkesini frenlemeye çalışmıştır.

Hz. Peygamber (ASM) aşırı öfke için şöyle der: “Yiğit ve güçlü kişi, insanları güreşte mağlup eden kişi değildir. Asıl yiğit ve güçlü kişi, öfkelendiği zaman devamlı nefsini mağlup eden kişidir.”[1] Hem Hz. Peygamber (ASM) usta bir psikiyatrist ve terapist üslubuyla aşırı öfkeli kişilere 2 tavsiyede bulunur: “Biriniz öfkelendiği zaman ayakta ise otursun. Öfkesi geçerse ne âlâ geçmezse, yatsın”[2]ve “Öfke, şeytandandır. Şeytan ise, ateştendir. Su, ateşi söndürdüğü gibi abdest de, öfkeyi söndürür.[3]

Bu çarelerle beraber öfke gücünü kontrolde zorlanan ve bu öfke selini herhâlükârda bir yere akıtmak isteyen fıtratlar için Hz. Peygamber (ASM) şöyle bir kanal açar: “Allah katında en makbul amel, Allah için sevmek, Allah için öfkelenmek ve nefret etmektir.[4] Böyle bir öfke, bu şekilde hak için kullanıldığında Allah düşmanlarına karşı izzet-i İslâmiyeti sergilemeye yol açar. Kur’an bir âyetiyle böyle nurlu bir öfkenin “Müminlere karşı şefkatli olmaktan[5] daha değerli olduğunu bildirir; bu güzel ve hayırlı öfkeye, sahiplerini teşvik eder.

10) Aile Pasifliği… Asosyal ve korkak bir ailenin yanında büyüyen veya çok öfkeli ve baskıcı bir ana-baba-kardeş ortamında yetişen bir çocukta bu fıtrat zedelenmesi kaçınılmazdır. Özellikle içine kapanık, uysal ve sessiz karakterli kişilerde…

İslam ve insanlık tarihinde baktığımızda görüyoruz ki, kendisinde bu şekilde bir yaralı fıtrat olduğunu hisseden ve bundan kurtulmak isteyen aklı başında kişiler farklı farklı yollar takip etmişler.

Bunlardan bir kısmı korkularının üstüne gitmeye, onların evhamlı bir görüntüden ibaret olduğunu benliklerine göstermeye çalışmışlar. Bu konuda Hz. Osman’ı (RA) misal gösterebiliriz. O çekingen yapısına rağmen ve sülalesinden çok az kişi iman etmesine rağmen ilk Müslümanlardan olmuştur. İslam öncesinde var olan Emevi-Haşimi mücadelesine rağmen Hz. Peygamber’in (ASM) sırasıyla 2 kızıyla evlenmiştir. Mekke’deki baskılara rağmen Habeşistan’a hicret etmiş, Medine’de yapılan Bedir savaşında akrabalarına karşı savaşmak istemiştir. Eşinin rahatsızlığından dolayı katılamasa da… Bu şekilde iç dünyasındaki bu yönle savaşmış ve galip gelmiştir.

Bazıları bir mürşidin kontrolünde bir terbiyeye girdiler. Bu konuya Hz. İbrahim’i (AS) misal olarak gösterebiliriz. O, Kur’anın genelinden anlaşıldığı üzere bir gaybî mürşidin irşadına tabidir. O mürşid Ona göklerin ve yerin melekûtunu, her şeyin Allah’ın idaresi altında olduğunu gösteriyordu.[6] Bu şekilde babası Azer’in baskısıyla zedelenen ve içe dönük karakteri evham noktasında yol alan genç İbrahim, gaybî mürşidinin irşadıyla kendini tedaviye başladı. O mürşid Ona önce hak ve hakikati öğretti. Sonra “Hak ve hakikatiyle bildiğin meseleyi, tatlı dille herkese söyle! Korkma! Çekinme! Sen, hak ve hakikat ile güçlüsün! Güçlü kişi, kendinden emindir!” dedi. Bu şekilde mürşidi ona konuşmayı, halka Hakkı dillendirmeyi hedef tayin etti. Nasıl çok öfkeli kişilerin susma problemi varsa, böyle fıtratı zedelenmiş içe dönük karakterli kişilerde de konuşamama problemi vardır. Oysaki düşünce ağırlıklı ve hakikati dillendirecek bir potansiyele sahip olmalarına rağmen… Halka hakkı seslendirmek, onların kendi kendileriyle ve vehimleriyle yaptığı “cihad-ı ekber” dir. Bu konuşma yolculuğunu genç İbrahim’in babası Âzer’e karşı yaptığı ikna edici konuşmada, bütün şehir ahalisine karşı puthanedeki ilzam edici hitabında, en nihayetinde ülkenin zalim kralı Nemrud’a karşı yaptığı ve Onu sükuta mecbur eden mantıklı sözlerinde görebiliyoruz.[7] Onun fikrî ve ilmî gücü, bütün muhataplarını âciz düşürdü. Hz. İbrahim (AS) tarzı kişiler mürşidlerinin emriyle halka hakkı tebliğ ettikçe, en başta ailesi olmak üzere herkesin hak karşısında âcizliğini temaşa ederler. Hastalığın kaynağı aileden başladığı için mürşidleri ilk önce yaralanmaya sebep olan aile ferdine karşı tebliği emreder. Tâ ki tedavi süreci hızlansın. Muhataplarının fikren âciz düştüğünü temaşa etmek, onların yaralı fıtratlarını yavaş yavaş tedavi etti ve onlara cesaret kazandırdı.

Bazıları ise bulundukları ortamı değiştirip ezici unsurlardan kurtulmayı tercih ettiler. Kur’an Yusuf (AS) kıssası ile bu tarz fıtratlara kemale erme yolu gösterir. Böyle karakterli kişiler Yusuf kıssasını kendilerine şöyle okudular: Bu ortamda kalmaya devam etsem değil gelişmek, eldeki mevcut hali dahi kaybedeceğim. Hakiki aile, çocuğu koruyan ve geliştiren bir yuvadır. Bana ise, burası aile vazifesi görmüyor. Madem Cenâb-ı Hakk, Hz. Yusuf’u (AS) zararlı kardeş ortamından uzaklaştırdı. O masum çocuğu böylece çok zedelenmeden kurtardı. Hem Onun eşsiz potansiyellerini gurbette açtı. Bu kıssa bütün zamanlara ve toplumlara hitap eden bir manevi kanun ve hikmetli derstir… Bu hikmet dersiyle bu yaralı fıtrat sahipleri de gurbette bir hayatı tercih ettiler. Aile ocaklarında bulamadıkları sıcak ve aydınlık ortamı gurbet karanlıklarında, Allah’ın velayeti ve sıcak dostluğu içinde arayıp buldular.

Bazıları ise gördüler ki duygularına hâkim olamıyorlar; kendilerindeki pasiflik ve korku potansiyelleri açılmış, büyümüş ve güçlenmiş. Bu kişiler Allah’a tazarru ve dualarla yalvardılar ve dediler ki: “ Allah’ım, nasıl Sen sevgi duygusunu kalbe Kendin için yerleştirmişsin. Bütün kalbimle sevilmeyi hak eden Sensin. Aynı şekilde ruhumu çeşit çeşit korkuları hissedecek şekilde yaratan Sensin. Ne olur bu korkuları yalnızca Sana karşı hissedeyim. Beni âciz kullarına karşı zelil etme! Beni evhamlarımın esiri kılma! Beni Senden başkasına karşı hissedilen korkulardan kurtar… ” Dualarını fikren destekleyecek şekilde tefekkür ettiler ve gördüler ki: “Karşısında asıl pasiflik, eziklik hissedilecek kişi, Allah’tır. Asıl korkulacak, O’dur. Korku, ruhum ile Rabbim arasında sürekli açık duran penceredir. Ben Ondan korktukça, Onun şefkatine daha çok sığınabilirim. Madem Allah, Mü’mindir; kullarına emniyet verir ve vermek ister. Hem madem O, Müheymin’dir; Onun şefkatine sığınan kullarını himaye kanatları altına alır. Madem benim fıtratım bu şekildedir. Bu duyguları öyle veya böyle fıtratım gereği yaşayacağım ve zaten yaşıyorum. Öyleyse en güzeli ve yücesi, bu duyguları hakka uygun şekilde Allah’a karşı yaşamaktır.” Bu kişiler enfüs ve âfaktaki azamet ve kibriya hakikatlerine dair deliller üzerine tefekkür ederek, hassas duygularıyla Allah rızasına odaklanarak takvalı bir hayat yaşamaya başladılar ve gördüler ki, kullardan korkmak ezici ve merhametsiz bir azap ve zillettir. Allah korkusu ise şefkatli, ferahlı, lezzetli bir korku ve bir izzettir.[8] Bu kişilere, Yeşilçam senaristi Ayşe Şasa’yı misal verebiliriz.

[1] Buhari, Edeb 76, Müslim, Birr 107, (2760); Muvatta, Hüsnü’l-Halk 12, (2, 906)

[2] Ebu Davud, Edeb 4, (4782).

[3] Ebu Davud, Edeb 4, (4784).

[4] Begavî, Mesâbîhu’s-Sünne, c. 1, s. 123, Hd. 30; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 198, Hd. 4599; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 146, Hd. 21341; Münzirî, Terğîb ve’t-Terhîb, c. 4, s. 14, Hd. 4593; Tebrizî, Mişkâtü’l- Mesâbîh, c. 1, s. 7, Hd. 32; Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh, c. 1, s. 107, Hd. 32

[5] Fetih Sûresi, 29.

[6] En’am suresi, 75.

[7] Nemrud vak’ası için Bakara suresine, puthane vakası için En’am suresine, Âzer vak’ası için Meryem suresindeki ilgili yerlere bakabilirsiniz…

[8] Bediüzzaman aid Nursi, Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: