Günü Değil Anı Yaşamak
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).” (Asr Suresi)
Bir zamanlar yaşadığınız günün hesabını yapın derlerdi. Şimdilerde ise bu yaşanılan an’a indirgendi ve yaşadığınız anın hakkını vererek yaşayın, hayatınızı dolu dolu geçirin denir oldu. Öyle ya, kim garanti eder ki günün sonuna çıkacağımızı. İnsanlar günümüzde yaşadıkları anın farkına varmadan yaşar oldular. Mutlu olmayı hep bir takım şartlara ve zamanlara hasretmeye başladılar. “Hele bir şu sınavı kazanayım, bir askere gidip geleyim, şu işe bir gireyim, önce bir evleneyim…” gibi sonu gelmez beklentiler maalesef mutlu olamadan ve hayatı dolu dolu yaşayamadan bizim sonumuzu getirdi. Mutlu olmak bir takım şartlara bağlanınca da hayatımızı farkında olmadan ipotek altına almış olduk. İpotekli yaşam da bizlere mutluluk getirmedi.
Birçoğumuz, küçük yaşlardan itibaren, içinde bulunduğumuz anı yaşamamayı, bir anlamda yaşamı ertelemeyi öğrendik.
Hiç unutmuyorum bir televizyon programında Vehbi Koç, gözleri yaşararak, “Hayatım boyunca sürekli çalıştım; hiç hayatımı yaşamadım” demişti. Şimdi siz belki, “Vehbi Koç gibi zengin ve başarılı olayım, hayatımı yaşamasam da olur” diyebilirsiniz. Peki, hem Vehbi Koç gibi çalışkan ve başarılı olmaya hem da içinde bulunduğunuz anın hakkını vermeye ne dersiniz?
İnsanın içinde bulunduğu anın farkında olması ve o anın hakkını vererek yaşaması bir ayrıcalıktır. Bir düşünün yaptığınız işlerin tadını çıkararak yaşamak mı yoksa “Eyvah ben nasıl da ömrümü tüketmişim?” diyerek yaşamak mı istersiniz? Bir okuldan mezun olduktan, askerliği bitirdikten veya gençlik günlerinizin sonuna geldikten sonra “Ah ne güzel günlerdi” diye kaçırılmış güzellikleri hasretle ve esefle hatırlamak yerine, o güzel günleri yaşarken fark etmeniz mümkündür.
Simyacıda anlatılan hikâyelerden birinde, genç bir adam yaşlı kralın sarayına gider. Kral gencin eline, içinde sıvı yağ bulunan bir kaşık verir ve bu yağı dökmeden sarayını dolaşmasını ister. Genç, yağı dökmeden sarayı dolaşıp gelir. Kral gence; “Salondaki acem halılarımı gördün mü?” diye sorar. Genç görmediğini söyler. Kral, bahçesini görüp görmediğini sorar. Genç görmediğini söyler. Kral, değerli kütüphanesini görüp görmediğini sorar. Genç yine görmediğini söyler. Bunun üzerine kral, gencin sarayı ikinci kez dolaşmasını, ancak bütün bunlara bakmasını söyler.
Genç, sarayı dolaşıp gelir. Her şeyi görmüştür ancak kaşıktaki yağı da dökülmüştür. Kral gence “Yaşamın gizi, kaşıktaki birkaç damla yağı dökmeden dünyaya bakabilmektir” şeklinde öğüt verir.
Kaşıklarımızdaki birkaç damla yağ; görevlerimizi, çevremize karşı sorumluluklarımızı sembolize ediyor. Bu örnekten yola çıkarak insanları üç gruba ayırabiliriz: Birinci grubu, kaşıktaki yağı dökmeyen, ancak dünyadan da nasibini almayan insanlar oluşturuyor. İkinci grup, anlık hazlar peşinde koşup, yağı ve kaşığı kaybedenlerden oluşuyor. Üçüncü grubu ise, Simyacıda önerilen türde yaşayanlar oluşturuyor. İsteyen herkes üçüncü gruba girebilir. Kendimizi eğitirsek, kaşıktaki yağı dökmeden dünyaya ve bu arada kendimize bakmayı öğrenebiliriz.
Unutmayın yaşamda her şeyi biriktirebilirsiniz ama zamanı biriktiremezsiniz, yaşanmadan ertelenmiş günleri ileride yaşama ihtimaliniz hiç olmayacaktır. Çünkü yaşamda geçen saniyeleriniz asla tekrarlanmayacaktır. O halde esas maharet yaşamımızı oluşturan, o tekrarı mümkün olmayan, eşsiz saniyelerin hakkını vererek yaşamaya çalışmakta…
Kenan Taştan