Herkesin Aradığı O Kapı !
Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz çok merhametli.
Ama buna karşılık biz insanlar, kusur etmekten, günah işlemekten geri durmuyoruz.
Nefis taşıdığımız için ibadetlerimizi bile çoğu zaman eksik ve kusurlu yapıyoruz.
Ama merhametli Rabbimiz bizlere tevbe etmemiz, af dilememiz için izin veriyor ve günahlarımızı bir pişmanlığımızla adeta temizleyerek rahmetini gönderiyor.
Aksini düşünürsek bunu daha iyi anlarız. Rabbimiz tüm canlılara ve biz insanlara azap etmek isteyen bir Rab olsaydı, en küçük bir hatamızda hemen üzerimize azabını indirirdi. Tevbe olmadığı için günahlarımız biriktikçe birikirdi ve hep birlikte cehennemin yolunu tutardık.
Hattâ böyle bir durumda cennet gibi muhteşem bir ikram ve mükâfat yeri de olmazdı. Ve hepimiz yalnızca azap edilmek için yaratılmış olurduk, ama Rabbimiz azap etmek isteyen bir Rab değil. Zaten öyle olsaydı bunca uyarıcı ve müjdeleyici peygamberlere, evliyalara, âlimlere gerek kalmazdı.
Rabbimiz bizi bizden daha çok seviyor, bize bizden daha çok acıyor ve bizi bizden daha çok düşünüyor. Günahlarımızı affetmek için bizlere tevbe gibi bir nimeti ve Rahmeti ihsan eden Rabbimizden af diliyor muyuz? Tevbe kapısından, rahmet kapısından içeri girmekte acele ediyor muyuz?
Şu an hiçbirimizin haberdâr olmadığı bir ağaçtaki, bir elmanın içindeki aciz kurdun aç karnını bilen ve onun dört bir yanını rızıkla donatan Rabbimiz, bizleri de cennetine, asıl rızık ve ikram sofrasına çağırıyor. Bir pişmanlığımızla, günahlarımızın affını isteyerek bir tevbemizle oraya kavuşabiliriz.
Hayatımızda, günlük yaşantımızda bilerek ya da bilmeyerek yaptığımız kusurlarımız, hatalarımız vardır. Meselâ, bir dostumuza karşı o anki öfkemizle bilerek kırıcı davransak, bir müddet sonra hatamızı anlar, özür diler, onun gönlünü almaya çalışır ve affedilmeyi bekleriz.
Yolda, otobüste giderken birine çarpmamızın, bilmeyerek birinin ayağına basmamızın hemen ardından gelen söz, “affedersiniz özür dilerim” sözüdür. Bilerek ya da bilmeyerek işlediğimiz kusurlarımız içimizdeki vicdan süzgecinden geçer, içimizde küçük bir azap uyandırır. Bu yüzden insanlardan özür dileyerek, af isteyerek içimizi rahatlatmaya ve vicdanımıza huzur getirmeye çalışırız. Hele özür dilediğimiz insan” Zararı yok, olur böyle şeyler” diyerek hoşgörüyle affetse derin bir oh çekeriz.
Hatalarımız sonucunda insanlardan özür dilemek, onların gönüllerindeki merhametin devreye girmesini beklemek kadar tabîi ve affetmeleri kadar bizi rahatlatan bir şey yoktur, insanlar arasındaki durumumuz böyle. Onlara karşı hatada bulunuyoruz. Gönüllerine yerleşen Rahîm sıfatının tecellisi, küçük merhamet kırıntıları sonucu affediliyoruz ve rahatlıyoruz.
Peki Rahman ve Rahîm olan Rabbimize karşı işlediğimiz kusurlarımız, günahlarımız bizim vicdanımızda bir rahatsızlık uyandırmıyor mu? Gönlümüze soralım. Bakın ne kadar pişman olduğunu fısıldıyor. Fısıldamak bir yana adeta haykırıyor. Ve Peygamberimiz de (a.s.m.) buyuruyor ” Bir kimse bir günah işler, sonra pişman olursa, bu pişmanlığı günahına keffaret olur. Yani, affına sebep olur” diyor.
Bunca nimete mazhar olup, bunca günahı işlemek acziyetimizi ortaya koymakla birlikte yüreğimizi dağlıyor. Üstelik nimetler şu anda da gelmeye devam ediyor, ama bizler ibâdetlerimizi bile kusurlarla beraber yapıyoruz. Hiç tanımadığımız, bize hiçbir iyiliği dokunmamış bir insanın ayağına bastığımızda hemen özür dilerken, Rabbimize olan özrümüzü ne derece dile getiriyoruz?
Şimdi de bize karşı hatalı olan dostlarımızı düşünelim. Diyelim ki, dostunuz sizi kırdı, sizin bir eşyanızı alıp geri vermedi, sözünde durmadı, istediğiniz iyiliği yapmadı… Ve hâlâ hatasını anlayıp da bir türlü gelip sizden özür dilemiyor. Siz sadece suçunu kabul edip, Özür dilemesini bekliyorsunuz. Bir “Özür dilerim.” sözcüğü sizi ne çok memnun edecektir. Ama hâlâ yapmadı. Bir de daha ötesini düşünün. Suçunu görüp af istemek bir yana bir de kendisinin suçu olmadığını söylüyor, pek çok mazeretler öne sürüp kendisini savunuyor. Hattâ öylesine kafa tutuyor ki neredeyse sizi suçlu çıkaracak.
Rabbimiz de bizden suçumuzu kabul edip, itiraf edip, özür dilememizi istiyor. Ama hâlâ çoğumuz kusurumuzu görmüyor, kendimizi güya haklı çıkaracak nedenler ileri sürüp savunuyor ve hâlâ özür dilemiyoruz. Hattâ daha çok günah işlemek suretiyle adeta kafa tutuyoruz.
Suçu kabul edip, itiraf ederek af dilemek ya da suçu kabul etmek bir yana, kalkıp kafa tutmak olayını çok gerilerde, insanlığın en başında görüyoruz. Hz. Adem ve Havva (a.s) şeytanın yalan yeminine kapılarak yasak meyveden yediler ve cennetten çıkarıldılar. Fakat suçlarını itiraf edip, af dilediler ve affedildiler.
Oysa şeytan, Hz. Âdem ilk yaratıldığında ona secde emrine uymamış, kendinde üstünlük görmüştü. Hatasını anlayıp af dileyeceği yerde Rabbine kafa tutmaya başladı. Bir de kıyamete kadar mühlet isteyip, doğru yolda olanları saptırmak için izin istedi.
Sonuçta ne oldu? Hz. Âdem ve Havva (a.s) affa mazhar oldular, şeytansa ebedî cehennemlik oldu.
Şu sonuca varabiliriz: suçu itiraf olayı, bizim için çok önemlidir.Çünkü suçunun farkına varmayan insan, kendini suçsuz görür. Suçunu gizlemeye, herkesi suçlu, kendini suçsuz çıkarmaya çalışan insan kendini kandırır. Suçunu bilip itiraf eden ve af dileyen insan da affedilir.
Diyelim ki sizi inciten dostunuz size gelip suçunu itiraf etti, sizden özür diledi. Ama siz bir türlü affetmeye yanaşmıyorsunuz. Böyle zamanlarımızla bazen karşılaşırız. Affetmemiz için bin bir dil döker, elinde hediyelerle gelir ama dönüp bakmayız bile. Çünkü suç işleyen gözümüzde daha bir küçülmüştür, biz de böylece güya büyümüş oluruz. Peygamberimizin ahlâkına bakalım. Uhud gazasında kâfirler yanağını kanatıp, dişini kırdıkları zaman onların affını istemişti. Biz insanlarsa küçücük bir olayda öfkelenip affetmeye yanaşmıyoruz. Affetmeyi bilmiyoruz, ama Rabbinden en çok af isteyenler de yine bizleriz.
O halde şunu diyebiliriz ki, suçu kabul edip özür dilemek işi, aslında bir nefsi yenme işidir. Nefsini yenemeyen insan suçu olsa da özür dilemez. Ancak nefsini yenen insanlar büyük olduğuna göre, özür dilemek aslında bir büyüklüktür. Ama, kendisinden özür dilendiği halde affetmeyen insan, kendini kusursuz, karşısındakini kusurlu gördüğü için affetmez. Bir çeşit kibre bürünür. Oysaki, “Affetmeyen affedilmez.” Yerdekilere merhamet etmeyene, göktekiler merhamet etmez.”
“O Hâlık-ı Azimdir ki, size korku ve ümit için şimşeği gösterir ve ağır ağır bulutlar yaratır.” (Ra’d Sûresi, 12)
Bir şimşeğin gümbürdeyerek çakması, bulutların adetâ ateşlenerek elektriklenmesi bizi çok korkutur. Hepimiz bu ateşten ve gürültüden korkup, sığınacak yerler ararız, camdan bile bakamaz geri çekiliriz. Bu hadise Rabbimizin azabından korkarak, Onun rahmetine sığınmamıza yol açar. Rabbimiz, “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyuruyor. Gerçekten de şimşek çakmaları, bu şiddetli ve korku dolu gürültü birkaç kere duyulur ve görülür. Ardından günlerce rahmet olan yağmur, gökyüzü semâlarından, bulutlardan yeryüzüne iner ve biz canlılara hayat verir. Bu hadise gerçekten de rahmetin âzâbı geçtiğine bir delildir.
O halde Rahman ve Rahim olan Rabbimizin azabından korkmalı ve merhametine sığınmalıyız. Affetmeyi seven Rabbimizin affına mazhar olmamız için pişmanlığımızı dile getirip, tevbe etmeliyiz. Tevbe, Rabbimizin bize ihsan ettiği bir nimet, bir rahmettir. Rahmet yağmurları, kirli yolları temizlediği gibi, bir rahmet olan tevbe de günah kirlerimizden bizi temizleyecek ve arındıracaktır.
Hiçbirimiz tozu-kiri sevmeyiz. Doğarken günahsız doğduğumuz için fıtratımızda bir temizlik var. Kirlerden hoşnut olmadığımız ve onları temizlediğimiz gibi, günah kirlerimizden de hoşnut olmayalım ve onları temizleyelim. Halıyı süpürürcesine günahlarımızı süpürelim, masadaki tozları silercesine günahlarımız silelim, bulaşıklarımızı suyla yıkarcasma gönlümüzü yıkayalım.
Tevbe, günahlarımızı silmek için yaptığımız bir temizlik faaliyetidir. Bir daha kirletmemek üzere gönlümüzü temizleyelim. Bir daha dönmemecesine günahlarımızdan tevbeyle dönelim. Rahmet kapıları açılmak üzere tevbemizi bekliyor. Bu kapıdan içeri girmek için daha fazla beklemeyelim.
Tevbe etmek için güneşin batıdan doğmasını, kıyametin kopmasını beklemeyelim. Çünkü kıyamete kadar yaşamayacağımız kesin. Kendi kıyametimizin kopmasını, yani ölüm halimizi de beklemeyelim. Çünkü Firavun da son anda, öteki âleme geçiş anında tevbe edip iman etmişti, ama bir faydası olmadı.
O halde tevbe etmek için en uygun vakit şimdidir. Vakit şimdidir, “isteyin size verilir, arayın bulursunuz, kapıya vurun, size açılır.”
Hülya Kartal