Hüsün, nezaket ve Müslüman..
Felsefî aklın en çok zorlandığı konuların başında hüsün (güzellik) konusu gelir. Sırf bu alanı çalışan estetiğin güzelliğe bir tarif getirme gayretleri ise genel anlamda başarısızlıkla sonuçlandı.
Bunda en önemli sebebin, güzelliğe “zahirperest” ve “bencil” bir bakış açısıyla yaklaşmanın etkili olduğunu düşünüyorum. Zira bir şeyin zahirine veya kendi menfaatinize uygunluğuna bakıp “güzel” diye tarif ettiğinizde, aynı şeyi başka bir zaman yine siz -başkası değil!- çirkin diye tanımlayabilirsiniz. Bir yolcunun otobüse binerken içeridekilerin kendisine yer açmamasına kızıp, bindikten sonra otobüse binmeye çalışanlara kızması gibi bir şey bu. Kişinin durduğu yere göre değişen böyle bir “güzellik” anlayışından, müşterek bir payda çıkmayacağını ise söylemeye bile gerek yok.
“Zahirperest” bakışa gelince, en belirgin özelliği, güzelliği (ya da çirkinliği) bizatihi eşyaya vermesidir. Mesela, bu bakışa göre gül bizzat güzeldir. Ama solup çürüyen bir gül çirkin olarak da tanımlanabilir. Ya da gülün o güzelim yaprakları yerine dikenlerine odaklanan biri, daha solmadan da gülün çirkin olduğunu öne sürebilir.
İslam, işte zahire göre hüküm veren tüm bu kısır ve nispî değerlendirmelerin önünü, güzelliği (“hüsün” ve “cemal”) bizzat Allah’a vererek keser: “Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever.” (Müslim, 91) Bu anlamda kâinatta görünen her çeşit güzellik, bizzat güzel değil, O’nun güzelliğinin bir yansıması, bir tecellisidir. Güzelliği bu şekilde Allah’ın zatından bilince, tek tek insanların sübjektif ve bencil güzellik anlayışlarından, başka bir ifadeyle, “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca” anlayışından kurtulmak mümkün olur. Çünkü güzellik bizim (ve tüm eşyanın) dışında yüce bir makam ve anlam kazanır.
Sırr-ı tevhit ve vahdet
Güzelliğin temel kaidesine gelince: “Bir şeyin hüsün ve cemali, o şeyin mecmuunda görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün ve cemal, parçalarında görünmez.” (İşaratü’l-İ’caz) Yani gözünüzü sırf gülün dikenine odaklarsanız, o diken size batar. Ama dikenin gülün güzelliğini korumak üzere vazifeli olduğunu düşünürseniz, o gül size -dikensiz halinden bile- daha güzel ve kıymetli görünür. Veyahut, bir cümlenin kelimeleri hep aynı manaya bakar şekilde kurulduğunda, ondan güzellik doğar. Hele bir de, o cümle mukteza-yı hale mutabık şekilde kullanılmışsa, edebî güzellik anlamına gelen “belagat” güneş gibi parıldar.
Güzellik ya da hüsün, cüzleri aşan bir “sırr-ı tevhit ve vahdet” bakışından doğar. Dolayısıyla, biz yaratılışa bir bütün olarak bakabildiğimiz ölçüde güzellik ve hüsnü temaşa edebiliriz. Yani, güzellik, hüsün ve cemal Allah’ın zatına doğru yaklaştıkça kendilerini belli eder, O’ndan uzaklaştıkça gizlenip kaybolurlar. Bir başka ifadeyle, güzellik, hüsün ve cemal Allah’ın zatında toplanır, O’ndan uzaklaştıkça da dağılıp parçalanır. Bu sebeple, biz mücerret bir imanla yönümüzü Allah’a çevirerek “sırr-ı tevhit ve vahdet yolunda” birleşebildiğimiz oranda, güzelliğe ve hüsne şahit olur ve kendimiz de onun bir parçası haline gelebiliriz.
Bu bağlamda, Allah’ın uluhiyetinin icaplarını yeryüzünde sergilemesine karşılık, Nebî aleyhisselatu vesselamın önderliğinde muvahhid iman sahiplerinin kalplerini aynı manevî iklimde buluşturup, özellikle cuma ve cemaat namazlarında sayısız dillerden aynı zikir seslerini çıkararak Mabud-u Ezelî’nin uluhiyetine karşı toplu bir ubudiyet sergilemeleri, güzelliğin ve hüsnün en üst mertebedeki görünümüdür. Çünkü sırr-ı tevhit ve vahdet gerçekleşmektedir. Yine, Kâbe’nin etrafında her ırktan, her ulustan, her mezhepten, her meslek ve sınıftan insanın dönüşü, mücerret hüsnün en güzel surette müşahhas hale gelişidir. Çünkü mücerret iman güzelliğiyle birleşen kalpler, Halık-ı Zülcemal’e mukabele ederek hem zahiren hem batınen tevhit ve vahdeti gerçekleştiriyorlar.
Öte yandan, sırr-ı tevhit ve vahdetin, mimari alanda da ilginç yansımaları söz konusudur. Mesela, bir bina kendi içinde ne kadar güzel olursa olsun, asıl güzelliğini, üzerine konuşlandığı araziyle veya yakınındaki binalarla arasında kurduğu bütüncül uyumdan alır. Bu açıdan günümüzde birbirinden habersiz görünen, hatta acımasız bir rekabete konu olan bencillik timsali beton yığınları, güzelliğin ne olmadığına verilebilecek en güzel örnektir. Bu çirkinliğin arkasında, müteahhidin ellerini ovuşturarak sadece kendi arsası üzerindeki ranta odaklanıp etrafındaki yapıları âdeta ezercesine yüksek bina yapma gayreti vardır. Halbuki, Osmanlı mimari anlayışında evler birbirlerinin güneş ışığını engellemeyecek ve birbirlerinin avlusunu görmeyecek şekilde yapılırdı. Yani, insanlar bir toplum içinde yaşadıklarını unutmazlar ve komşusuna karşı komşu hukukunu gözetirlerdi. Ayrıca, cami ve külliye gibi dinî yapılar ebediyeti sembolize eden taştan, evler ise faniliği anımsatan ahşaptan yapılırdı ki, bu da sırr-ı tevhit ve vahdet anlayışının çok latif bir tezahürüydü.
Nezaketin özü ve kaynağı
Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere, İslam’da manevî estetiğin kaynağı sırr-ı tevhit ve vahdet anlayışıdır. Yani, İslam anlayışına göre Allah’tan gayrı her şey fanidir ve yoktan yaratılmışlardır. Dolayısıyla, hiçbirinin yeri garanti olmadığı gibi, bu konuda bir hak iddia edemez. Bu sebeple de, yaratılmış hiçbir fani, kendisine verilenleri sahiplenemeyeceği gibi, başkasına verilenleri de sahiplenmeye yeltenemez. Sadece güneş ışığının üzerinde parıldadığı su damlası misali, kendi üzerindeki tecellileri gösterir ve bunu kendisine lütfettiği için Allah’a şükreder.
İşte, İslam’da nezaket anlayışı da, bu “vazgeçilebilirlik”ten doğar. Herkesin kendisini vazgeçilebilir hissettiği bir mecliste, bir başkasının hakkını gasp etmeye yönelmesi için herhangi bir gerekçesi veya motivasyonu kalmaz. Bu motivasyonsuzluk hâli, nezaket deyince hemen ilk akla gelen “Efendim, önce siz buyurun! Yok efendim, önce siz…” diye bildiğimiz meşhur repliğin hayata geçmesini sağlar.
Yine aynı vazgeçilebilirlik hali gereği, bir mecliste hiç kimse, bulunduğu yeri temellük edercesine oturamaz veya oturan bir kimseyi yerinden kaldıramaz. Tam aksine, sırr-ı tevhit ve vahdet gereği, yeni gelen birine yer açmaya hazır bir şekilde oturur: “Biriniz kendisinin oturması için kimseyi yerinden kaldırmasın. (Sizler) meclisi genişletip (yeni) gelene yer açın ki, Allah da size yerinizi genişletsin.” (Buhari, Müslim)
Veyahut, aynı yaklaşımın bir başka görünümü olarak, hiçbir Müslüman İslam’ı sanki kendi malıymış gibi görüp farklı mezhepten veya yeni Müslüman olmuş birilerine “dışlayıcı” ve “hor” bir bakışla bakamaz. Hatta Müslüman olmayan kimselere bile ölçüsüz bir nefret duygusu besleyemez: “Sevdiğini ölçülü sev! Çünkü o (sevdiğin) bir gün nefret ettiğin kişi olabilir. Nefret ettiğinden de ölçülü olarak nefret et! Çünkü bir gün dostun olabilir.” (Tirmizî) Buradaki hassasiyet, Allah’ın kullarına vereceği hidayete bizim sınır koymaya hakkımızın olamayacağının idrakinde olmamızdır. Çünkü Allah’ın henüz Müslüman olmamış çok günahkâr birinin bile, kalbindeki küçücük iman çekirdeğini ne zaman filizlendireceğini biz bilemeyiz.
Dolayısıyla, Müslüman’ın sevgisi ve nefreti insana değil, onun küfrî sıfatlarınadır. Bu çerçevede bir Müslüman, her insanı kazanmaya, meclisinde her insana yer açmaya uğraşır. Bunun çarpıcı bir örneğini Said Nursî’nin milliyetçilerle olan diyaloğunda görebiliriz. Üstad, hiçbir zaman milliyetçilere, belli bir mesafeden konuşarak, “Şu milliyetçiliği bırakınız!” dememiştir. Onun yerine,”Ey Türk kardeş! Senin milliyetin İslamiyet’le imtizaç etmiş; ondan ayrılması mümkün değil. Ayırsan, mahvolursun. Bütün senin geçmişteki gurur duyduğun şeyler İslamiyet defterine geçmiş. Bunları, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle kalbinden silme!” demiştir. Halbuki, Üstad kendi zâtında milliyetçiliğin Avrupa menşeli bir frenk illeti olduğunu düşünüyordu. Eğer milliyetçilere “Ey Türk kardeş! Şu frenk illetini bırakınız!” dese, muhatabını baştan kaybedeceği belliydi. Onlara öyle bir nezaket dili kullandı ki, hem kutsal saydıkları fikre doğrudan ilişmemiş, hem de onları hakikat yoluna doğru sevketmiştir. Ki bu da, sırr-ı tevhit ve vahdet anlayışının iletişim alanındaki muhteşem yansımalarından biridir.
Nezaket ve hak kavramı
İslamiyet’te bu derece yüksek nezaket anlayışının serpilmesinin arkasında, Hak isminin tecellisinin çok önemli payı vardır. Özellikle “kul hakkı” konusunda son derece hassasiyet geliştirmiş olan mü’minler, bir hakkı savunurken başka birisinin hakkını yemiş olmamak veya gelecekte hakikate dönebileceğini düşünerek başkalarının hukukuna karşı dikkatli olmak konusunda aşırı titizlik gösterirler. Bu titizliğin uygulanabilmesi ise, duygularını kendi bencil egolarından kurtarabilmeleriyle mümkündür ki, tam da bu nedenle, “amellerin en üstünü, Allah için sevmek, Allah için nefret etmektir.” (Ebu Davud)
Gelgelelim, İslamiyet’teki bu nezaket anlayışı, bencilliğini örtme uğraşısındaki Batılı nezakette olduğu gibi, hiçbir zaman çıtkırıldım bir yapmacıklığa da dönüşmez. Bazen olur, nezaket uyarmayı ve korkutmayı da gerektirir: “İçlerinde günah işleyen bir adam bulunup da (insanlar) onu önlemeye muktedir oldukları halde önlemezlerse, mutlaka Allah onlara ölümlerinden önce, onun yüzünden ceza verir.” (Ebû Davud) Başka bir hadiste de, Allah’a bir göz ucu kadar isyan etmeyen bir kul bulunduğu halde, bir memleketin altının üstüne getirildiği haber verilir. “Çünkü onun [o kulun] yüzü, (onların yaptıklarına karşılık) bir an olsun değişmemiş, yani Allah için onlara kızmamıştır.” (Taberanî) Halbuki bu olaylarda nezaket, uluhiyet-ubudiyet buluşmasından doğan sırr-ı tevhit ve vahdetin, toplumda yaşatılması konusunda nazik olunmasını gerektiriyordu; bencilce kendi köşesine çekilmeyi değil! Aynı mantıkla, Hz. Peygamber (a.s.m.) “Zalim kardeşine yardım et! Zalimi zulmünden alıkoymakla ona yardım etmiş olursun” diye buyurmuştur. (Buharî ve Tirmizî)
Velhasıl, daha bunlar gibi pek çok hadis-i şerifte sırr-ı tevhit ve vahdet prensibinden doğan hüsün ve nezaket ışıltılarını görmek mümkündür. Müslümanların birbirleriyle selamlaşmaları, kalplerindeki kinin gitmesi için el sıkışmaları, birbirlerinin ırz ve mallarını korumaları ve cimrilikten sakınmalarından tutun, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) mescide girdiğinde kendisinin Acem kralları gibi ayağa kalkılarak karşılanmasını ya da Hıristiyanların Hz. İsa’yı övmesi gibi övülmesinden insanları men etmesine kadar daha pek çok hadis, aslında bize sırr-ı tevhit ve vahdetten doğan hüsün ve nezaketi anlatmakta ve ona davet niteliği taşımaktadır.
Bu o kadar önemli bir şeydir ki, Sevgili Peygamberimizin bile belki de en çok çekindiği şey, insanların kendisini olduğundan daha farklı bir yere koymasıydı: “Beni Allah’ın bana verdiği mevkiden daha yukarı çıkartmanızı istemiyorum. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im; O’nun kulu ve Resulü’yüm.” (Rezîn) Hz. Peygamber’in -onun arzusunun hilafına- olduğu mevkiden daha yukarıya çıkartılması, sanki onun bencil bir hisle (haşa!) daha yüksek bir mevki isteğinde bulunduğu gibi bir tablo ortaya koyup, Allah ile insanlar arasındaki tevhit ve vahdetin bozulması gibi bir neticeyi sonuç vereceği için yakışıksız bir durumdu.
Sonsöz olarak
Sonuç itibariyle, Müslüman dediğimiz insan, hüsnü ve nezaketi kendi kişiliğinde içselleştirmiş olması beklenen kişidir. Mücerret hüsün anlamına gelen imanıyla başkalarına karşı nazik davranışlar sergilemekle yükümlüdür. Hatta yükümlülükten ziyade, bu onda ikinci bir tabiat haline dönüşmeli ve doğal bir şekilde zuhur etmelidir.
Yeni kuşakların hüsün ve nezaket konusunda iyi yetişebilmeleri noktasında ise önümüzdeki en büyük engel, halihazırda iyi örneklerine pek rastlamadığımız gündelik şehir hayatıdır. Maalesef, toplum hayatımızda binaların birbirlerine bigane duruşları ile insanların birbirleriyle ilişkileri arasında tam bir paralellik bulunmaktadır. Tıpkı binalar gibi insanlar da birbirlerine kayıtsız ve güvensiz, komşular birbirlerini hiç tanımıyor, insanlar birbirlerine selam vermiyor, cimrilik alabildiğine yaygınlaşmış, kimse kimsenin derdiyle dertlenmiyor. Ve herkes, kendi bencil dünyasına gömülmüş gibi görünüyor.
Bu ise, bir parçalanmışlık görüntüsüdür. Çirkin bir görüntüdür. Parçalanma, bölünme denince herkes Güneydoğu’ya bakıyor, ama asıl parçalanma ve bölünme insanların kalplerinde yaşanıyor. Dolayısıyla bizim yeniden zenginlerin kendilerini sitelere-villalara kapatmadığı, zengin ve fakirin aynı mahallede yaşadığı, insanların kendilerini apartman dairelerine hapsetmediği, birbirlerine selam verdiği, birbirleriyle iyi komşuluk ilişkileri kurduğu bir “tevhit ve vahdet” manzarasına bir şekilde yeniden kavuşmamız lazım.
Bu olmazsa bile, şahsen tevhit ve vahdet manzarasının billurlaştığı camilerde cemaat namazlarına katılmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Belki bugün bir ölçüde toplumsal huzurumuzu koruyorsak, bunda camilerde cisimleşen tevhit ve vahdetin payı en büyüktür. Dolayısıyla, camilerde cemaat namazlarına devam etmek gerekiyor.
Ve inşaallah, camilerde cisimleşen bu tevhit ve vahdet, toplumumuzun geri kalan hayatına da yansır da, güzelliğin ve nezaketin daha belirgin hale geldiği bir toplum manzarasına kavuşmuş oluruz.
Ömer Baldık
Moral Dünyası Dergisi