İhlas Risalesi Okuma Notları-11

İhlası kıran ve riyaya sevkeden pek çok esbabdan iki-üçünü muhtasaran beyan edeceğiz:

Birincisi: Menfaat-ı maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır. Evet hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi’ etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir.Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlası zedelenir. Hem  âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar. İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlası zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder. Ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder. Her ne ise.. 

* İhlâsı kıran ve riyâya sevk eden pek çok esbab…: İhlas, bir nurdur. Nur ise, bir manevi gözlüktür. O gözlük kırılırsa kişi, Âhiret endişesi taşımayı kaybeder. Yani ruhunun ebediyet arzusunu duyamaz olur. O vakit nefsinin dünya endişelerini duymaya başlar. Dünyayı elde etmenin yolu halkın rızasını ve muhabbetini kazanmaya çalışmaktır. Bu da, “ riya ” ile olur. Ahireti kazanmaya ve ruhunu halas etmeye ( kurtarmaya ) çalışan bir kişi de Hakkın rızasını ve muhabbetini arar. Bu da, “ ihlas ” la olur. İhlas ve riya, insan iradesinin iki kullanılış tarzıdır. Kişinin amelinin rengini belli ederler: Hak için mi, halk için mi? Ruh için mi, nefis için mi? Mana için mi, madde için mi? İhlas kulesinin tepesine çıkan birisini oradan düşürmenin tek yolu, ona ok atmaktır. Ok misali, insanın iç dünyasına işleyen ve içteki düşman olan nefsi ve ene’yi uyandıran sebepler çokturlar. O halde bu düşmanlara karşı devamlı uyanık olunması zaruridir.    

 * Üstad, ihlası kıran sebeplere bu risalede “ mâni ” , Hücûmât-ı Sitte’de ise “ desise ” diyor. Yani bu sebepler, kişiyi ihlastan men ediyorlar, yasaklıyorlar. Yani bu yolda gidemezsin, ilerleyemezsin, diyorlar. Hem bunlar şeytanca, şeytana ait ve şeytanlaşan cin ve insanların eseri olan birer oyun veya bir tuzak… Desise, çukura düşürerek avlamak tarzında bir tuzaktır. Bir çukur kazılır ve üstü örtülür. Örtülen cismin üstüne avlanacak canlının hoşlandığı bir yem koyulur. Böylece yeme atlayan hayvan çukura düşer. Aynı şekilde, gaflet ve hevesine uyan Nur talebelerine düşmanları bu tarz oyunlar yaparak çukura düşürüp avlamak istiyorlar.

 * BİRİNCİSİ: Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet: En tehlikeli ve kolayca herkesin düşeceği tuzak “ rekabet ” tir. Yani “ Ben daha iyi ve hayırlıyım ” iddiası… Nasıl ki güzel bir manzara, kişinin gözü varsa ona bir şey ifade eder. Aynen öyle de maddi menfaati görecek gözü olan kişiye maddi lezzet, zevk, sefa, rahat ve konfor ve hatta zaruri ihtiyaçlar bir şey ifade eder. Bu gözü yoksa, bu noktada avlanmaz. Neden Üstad bu ciheti başa almış. Çünkü 21. Lem’anın en başında diyor “ Bizler gayet az ve fakir ve zayıf olduğumuz halde… ” Başka yerde diyor “ Ekser Nur Talebeleri fakirü’l-hal olduğu… ” Yani fakr ve ihtiyaç yarası var. Bu yaralar kişiye gözlük veriyor. O gözlük, maddi menfaati gösteriyor. O menfaat görülünce kişide iştiyak uyanıyor. Başkalarının da aynı menfaate yönelişi görülünce bu sefer onlara karşı rekabet damarı uyanıyor. Bu kişi kim olursa olsun! 

 * yavaş yavaş ihlâsı kırar: Yani ihlasın kırıldığı hissedilmez. Bir bakmışsın, ehl-i dünya gibi bakıyor, ehl-i dünya gibi düşünüyor ve ehl-i dünya gibi görüyorsun. Ceylan Ağabey demiş: “ Yüz sene evvelki ecdat bu anki hali görse çok şaşırırdı. “ Bu insanlar nasıl bu kadar bozuldular? ” diye sormuşlar. O da “ Yavaş yavaş ” demiş.   

 * netice-i hizmeti de zedeler: Bir işten ortaya çıkan netice ya maddidir veya manevidir. Gaye maddi ise, madde kısmı ön planda olur. Ayrıca muvaffakıyet ve takdir gibi manevi meyveler de olur. Fakat bunlar dikkate alınmaz. Maddi netice ise, dünyevi bir mantıkla bazen eşit olarak, bazen hisseye göre paylaştırılır. Fakat asla bölüşümde fedakârlık olmaz. Dine hizmetin de manevi ve maddi neticeleri var. Fakat gaye manevi neticelerdir. Maddi neticelerin paylaştırılmasında ise, hak sahibine hakkı kadar verilir veyahut fedakârlık esası gözetilir. İşte bu noktada maddi neticeyi bölüşmede sergilenecek hırs ve hased yapılan hizmetin gayesinin maddi menfaat olduğu intibaı verir. Bu da hizmeti zedeler. Yani ihlas, hizmetin evvelinde olduğu gibi âhirinde de olmalı. Yani maddi menfaat geldiğinde istiğna göstermek lazım ki hizmet kemalini bulsun. Başta Allah’a teveccüh, ortada kendini unutup işinde fâni olma; sonda da ortaya çıkan maddi neticelere ve hatta manevi meyvelere karşı istiğna… Bu yapılırsa o hizmet tam Allah’ın rıza ve muhabbetine layık tarzda yapılmış olur.

 * o maddî menfaati de kaçırır: Maddi menfaat bir kuştur. Ona istiğna ile yaklaşılırsa veya zaruri miktarla iktifa ile uzanılırsa o kuş yakalanır. Fakat hırs ve rekabetle üstüne gidilirse çoğu zaman o kuş kaçar gider. Böylece hizmet ve ihlasla beraber Âhiret gittiği gibi, dünya da kaçar. “ Dünya ve Âhirette hüsrandadırlar ” âyetinin hükmünü sergilerler.

 * hakikat ve âhiret için çalışanlara…: Dünyanın 3 yüzü var:

  1. a) Esma-yı Hüsna’ya bakan yüzü…
  2. b) Ahirete bakan yüzü…
  3. c) Nefs-i emmare ve enaniyete bakan yüzü…

İşte dine hizmet eğer kaliteli ise o hizmet “ Hakikat içindir ”. Eğer kemalini bulmamışsa “ Ahiret içindir. ” Hakikat için hizmet, “ rıza ” mertebesindekilerce yapılır. Ahiret için hizmet “ kudsiyet ” mertebesindekilerce yapılır. Nefsin maddi hâzır arzularını kırıp onları Âhiretteki daimi zevk ve lezzetlere yönlendirmek kişinin kudsiyet kazanmasına yol açar.   

 * hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş: Yani rıza ve kudsiyetle hizmet edenlere karşı bütün vicdanlarda 2 temel şey hasıl olur: His bazında, “ Hürmet ”; fikir bazında, “ Muavenet… ” Halkın vicdanında bu hali uyandıran etki hizmeti yapanlardaki “ rıza-yı İlahi ” endişesi ve “ istiğna… ” Yani “ verseniz de almam ” demek… Üstad’a ağabeyler ondan izinsiz hediye araba aldıklarında Üstad reddediyor. Bu hali birçok dinsizin vicdanını harekete geçirmiş. “ Adam 5000 liralık Chevrolette arabayı reddediyor ” demiş, hürmet etmişler. Daha sonraki arabaya da Üstad ücretini vermeden binmemiş. Yani hizmet edendeki nuraniyet ve kudsiyet, halkın kalb ve ruhunu cezp ediyor.

 * bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sâdıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle: Hizmet edende olması gereken 2 özellik:

  1. a) Hakikat-i ihlas yani muhlasiyet ve
  2. b) Sadakat

Hakikate ruhunda erişen kişi Hakikate hizmet edebilir, insanlara Hakikati yansıtabilir. Hakikat hizmeti için, hakikat-i ihlas; Âhiret hizmeti için, sadakat şart… Sadık adam, âşıktır. Aşkta sadakat, aşkın hakikatli oluşunun alametidir. Âşık der ki “ Beni bir kabul etse, varım yoğum feda olsun. ” Âşıkın derdi, maşukunun katında makbul olmak, sevilmektir. Hadis var: “ Siz Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin. ” Halk, hakikat ve Âhiret için çalışıldığını duyunca fikren taraftar olur. Bu, bilkuvve yardımdır. Halkın bilfiil yardımını cezbeden şey, hizmet edenlerdeki hakikatli ihlası ve sadakati taşıyan istiğnalı yaşantı ve haldir. Bu hali onlarda gören ve seyreden halk, bilfiil desteğe başlamayı vicdan borcu bilir. Evet Allah fiile baktığı gibi, Allah’ın sürüsü olan avam halk da fiile bakar, gördüğünü kabul eder. Avam halk, farkında olmasa da ehl-i haktır, boş lafa karnı toktur.

 * onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler: Kişilerin maddi ihtiyaçları zaruri olduğu için bunların tedariki dine hizmet eden ilim ve din adamlarınca yapılırsa dine ve ilme hizmete vakit kalmaz. Halk verse, minnet ve zillet altına girmek var. Burada zaruretle iktifa ( Üstad’ın tayın vermesi gibi ) değişmez düsturdur. Kur’an buna çözüm olarak şunu sunar: “ Savaşlarda elde edilen ganimetler Allah ve resulüne ve savaşa katılanlara aittir. [1] Allah’a ait pay, devletin hazinesine gider. Resulüne ait pay ise, dine hizmet edenlere ve ehl-i beytten olan seyyid ve şeriflere aittir. Çünkü ehl-i beyt sadaka ve zekat alamaz. Ancak hediye alır. Hediye de, kırk yılda bir olur. O halde ehl-i beytten olup ilim ve dine hizmet eden birisinin maişetini ya devlet karşılayacak veyahut kendileri çalışacaklar. Eğer çalışsalar, hizmetler aksar. O vakit, savaşlarda elde edilen gelirlerin bir kısmı din hizmeti yapanlara verilmeli… Sadaka, bu hizmette çalışan Nur Talebelerinden seyyid ve şerif olmayanlara verilir. Seyyid ve şerif olanlar, hediyeyi alırlar. Bir gün Medine dışından bir sahabe geliyor. Yanında bir şey getirmiş. Resulullah’a (ASM) takdim edecek. Resulullah (ASM) soruyor:

-“ Sadaka mı hediye mi? ” O sahabe:

-“ Sadaka ” deyince almıyor.[2]

 * bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez: Yani ne dil ile ne de hal ile istemeyeceksin. Senin isteyeceğin 2 şey: Rıza ve Kabul… Hizmet, kendini unutup Allah’ı düşünmektir, Allah’ı düşündürmektir. Hizmet edenin dünya ve Âhiretini düşünmek, hesaplamak ve idare etmek Allah’ın işi… Âyet var: “ Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükâfatını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.[3] Başka bir âyet var “ Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiretin güzel mükâfatını verdi. Allah, güzel davrananları sever.”[4] Şartları ayrı… Demek hakikat hizmeti yapana, hem dünya hem Âhiret verilir. Âhiret hizmeti yapana ise yalnızca Âhiret verilir.

 * Belki ummadığı bir halde verilir: Allah dul kadınların maişeti noktasında “ Onları ummadıkları tarzda rızıklandırırız ” diyor.[5] Dul kadınlara bu vaadi yapan Allah, dünyayı ve nefisini 3 talakla boşamış bir hizmet kadınına rızık veremez mi? Hem Dul kadınlara bu vaadi yapan Allah, dünya ve nefsini, Âhireti ve enesini 3 talakla boşamış, aşk ve şevk ile Kendisine yönelmiş; “ Rızan, ruhumun baharı ve hayatı; kabulün, gönlümün sevinci ve nehârıdır ” diyen bir hizmet kadınına yerden ve gökten rızıklar vererek besleyemez mi? Elbette ki besler. Hem beslemiş… Hz. Meryem (RA) gibi… Erkeklere de bu ikramda bulunur; Üstadımız gibi… Üstadımız’a, yerden bitme bir tavuktan günde 2-3 yumurta vermiş. Hem yine Üstadımız’a, Çamdağı’nda ağaç dalları arasında sıcak ekmek vermiş…[6]

 * bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır: Tehlike kademe kademe ilerliyor. Maddi menfaat arzusuyla başlıyor. Arzu, ihtiyaçtan gelir. İhtiyaç ise, istiğna ve kanaat olmadığı manasına gelir. Zincirleme reaksiyon ard arda işliyor. Önce arzu, sonra intizar, sonra hodgâmlık, sonra dışlamak ( başkası kelimesi işaret eder ), sonra rekabet, sonra kaptırmama ve kavga… Al sana “ Hayat bir mücadeledir ” şeklindeki ehl-i dünya mantığı…   “ Hayat bir muavenettir ” şeklindeki dindar mantığı gider, nefis hortlar. Nefsi hortlatan ise, maddi zevk ve lezzetlerdir. Üstad der: “ Hevâ-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazi[7] Yani maddi zevk, insan nefsinin düşkün olduğu meselelere yönelik dirilticisidir. Zevk verici şey, nefsi ihya edicidir. Eğer bir de zaruri ihtiyaçsa veya öyle görünüyorsa, kılıfı da hazır oluyor… Nefis ve ene varsa, “ Sen-Ben ” var. Nefis, maddi mevzularda; ene, manevi mevzularda… Neden Üstad “ hakiki bir kardeşine ” ve “ o hususi hizmette arkadaşına ” diye vurgu yapıyor. Çünkü insan fıtraten kanından olan kardeşine ve arkadaşına karşı bu rekabeti yapmaz. Oysa kanından yani nefsinden kardeşine ve çıkar için arkadaşına bunu yapmazken ruhundan olan kardeş ve arkadaşına bunu yapabilmesi şaşırtıcıdır. Bu hal, kaynaşmanın ve birleşmenin olmadığını ve seviyesizliği gösteriyor. Rahatsız olmuyorsan, “ Ha o, ha ben ” diyorsan tamamdır. Ama değilse, böyle hadiseler kaynaştırmak içindir. Kaynaşmaya mani unsurlar böylece su yüzüne çıkar. Ta ki temizlensin.

 * İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır: Hizmette kudsiyet, istiğnayla kazanılır. İstiğna, nefsin kafasını dağıtır. İstiğna, verilince alınmazsa görülür. Adı bilinmeyen bir sahabenin savaşta kendisine düşen ganimet payını “ Ya Resulullah, ben sana böyle dünya malı için iman edip tabi olmadım. Ben sadece seninle cihat ederken şu boğazıma bir ok atılıp saplansın ve öylece ölüp cennete gideyim diye tabi oldum dedi [8] demesi gibi… İşte sahabe kudsiyeti… Ehl-i hakikat nazarında sakîl vaziyet, enaniyetle alınır. Ehl-i hakikat, su gibidir; ehl-i enaniyet, buz kalıbı ve buz dağı… Buz, sudan daha ağırdır, diyebiliriz. Enaniyet çıkınca, nuraniyet ve rıza gider, karanlık bir sima oluşur.

[1] Enfal Suresi, 1.

[2] Müslim, 3/117.

[3] Âl-i İmran, 145.

[4] Âl-i İmran, 148

[5] Talak suresi, 3.

[6] Mektubat, 16. Mektub, 4. Nokta.

[7] Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Barla Yayları Çam, Katran, Ardıç ve Karakavağın Bir Meyvesi.

[8] Sünen-i Nesai, râvi Şeddad bin el-Had (RA).

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: