İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim: Niçin İran Seferi? (2)

Sultan Selim Asker Çadırlarını Dolaşıyor

Yavuz Sultan Selim, üç aydan beri sürekli hareket hâlinde olan askerlerini dinlendirmek için Erzincan’da otağını kurmuş ve yorgun olan askerini dinlendirmişti. Uzun zamandır yolda olan ve düşmanla bir türlü karşılaşmayan askerde bir yılgınlık ve rehavet baş göstermişti. Hatta bazı komutanlara kadar bu memnuniyetsizlik hâli sirayet etmişti. Onlar, “Geri dönmek isterük!” velvelelileriyle padişaha kadar seslerini duyurmak istiyorlardı. Böyle kargaşalı bir gecenin sabahına doğru tan yeri ağarmak üzereyken Sultan Selim teftiş için tebdili kıyafet ederek asker çadırlarının arasında dolaştıktan sonra Sinan Paşa’ya şöyle der:

“Sinan Paşa, askerin fikri pek fena zehirlenmiş. Kosova meydanlarında, İstanbul surları önünde vatanın selameti için bir askerin gösterebileceği en büyük fedakârlığı gösteren yeniçeriler, şimdi daha düşmanı görmeden geri dönmek istiyorlar. Bu ne hamiyetsizliktir Allah aşkına! Vaktiyle padişahların veya ordu komutanlarının ufak bir emriyle düşman üzerine, ölümün kucağına tereddütsüz atılan asker, bugün padişahlarının emrini bile dinlemek istemiyor.”

Sinan Paşa:

“Devletlu Padişahım! Yeniçeriler yine eski yeniçerilerdir, onlar yine Padişahlarını sever ve emirlerine itaat ederler. Lakin bugünün vükela ve vüzerası geçmiş zamanın vükela ve vüzerasıyla aynı değildir. Şah İsmail üzerine yürümek için herkes fikrini beyan etsin diye divan-ı hümayunda sorduğunuz zaman anladım ki; devletin en büyük işlerini ele alan vezirler arasında bile boş kafa taşıyanlar var. Memleket Şah İsmail’in saçtığı fesat alevleri içinde yanıp dururken, maalesef padişah efendimizi bu muharebeden vazgeçirmeye çalışanlar var. Devletin bütün işleri bugün sizin omuzlarınıza kalmıştır.”

diye düşüncelerini arz eder.

Sultan Selim Han, Sinan Paşa’nın bu sözlerinden fevkalade mesrur olur ve şöyle der:

“Vatan ve milletin selameti ve emniyeti uğrunda her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanırım. Hakikaten yeniçeri askerini bir kısım vüzeramdan daha hamiyetli, daha âlicenap ve daha vatanperver görüyorum. O gün yeniçeri Abdullah’ın divanda kükremiş bir aslan gibi; ‘Padişahım daha ne duruyorsun! Allah yolunu açık, kılıcını keskin etsin. Biz gittiğin her yere gider, öl dediğin yerde canlarımızı seve seve cihad yolunda veririz.’ diyerek, Osmanlının cihat ruhunun, vatan ve millet sevgisinin kalplerde yaşadığını göstermişti. Ancak cahil insanlar fikirlerini çabuk değiştirebilirler, bir iki gün önceki ihtilal buna şahittir. Tahta çıktığım gün ‘Memleketimizi düşmanlara karşı müdafaa edecek ancak sensin.’ diye beni göklere çıkaran Yeniçeriler Erzincan’da ‘Biz geri döneceğiz.’ diye kıyamet kopardılar. Bazı kimseler şu azametli ordunun içine itaatsizlik, fitne ve fesat saçıyorlar. Ne yazık ki, zavallı milletin en korkunç düşmanları kendi içinde yaşıyor.”

Sinan Paşa: “Padişah Efendim Hazretleri! Kalbim ve vicdanım bunu söylüyor ki; patlayan isyanı tazelemek ve alevlendirmek isteyenler var. Lakin eminim ki, Cenab-ı Kibriya Hazretleri böyle kimselere fırsat vermeyecektir.”

Sultan Selim:

“Kalbin ve vicdanının kanaati benim de kanaatimdir. Çıkabilecek ikinci bir isyana dair bir ipucu bulabilir miyim diye dün akşam sabaha kadar tek başıma çadırların arasında dolaştım. Bir kısım çadırlardaki lakırdılar hamiyetimi incitirken, bir çadırdan duyduğum sadakatli bir yeniçerimin şu sözleri de beni ziyâdesiyle rahatlattı: ‘Babam vasiyetinde; Oğlum! Yapamayacağın bir işi üzerine alma. Üzerine aldığın bir işi de neticesinde ölüm olsa bile bırakma. Sözünün eri ol.’ demişti. Şimdi ben de babama verdiğim sözümden asla geri dönemem. Eğer geri dönersem dünyâda anam, kardeşlerim bana lânet eder, ahirette de ceddim ve babam yüzüme bakmaz. Bu bakımdan gazab-ı ilahiyeye uğrarım diye korkuyorum.

Yavuz Selim, Sinan Paşa’ya:

“Bu sabah derin bir sessizlik olduğunu görüyorum. Bu sessizliğin ardından pek büyük gürültülerin yaklaştığını hissediyorum. Bilirsin ya! Bazen sakin ve sessiz duran denizlerden birden en dehşetli fırtınalar, dağlar gibi dalgalar kopuverir de nice gemileri batırır.”

Sinan Paşa: “Devletlu Padişahım! Her daim fikrinizi endişelerle doldurup, her şeyin en tehlikeli cihetlerini düşünüp kendinizi üzüyorsunuz.”

Sultan Selim:

“Nasıl düşünmeyip üzülmeyeyim. Eğer düşüncelerim sadece kendime ait olsaydı katiyen üzülmezdim. Evlat ve ayalim, saraydaki o huzurlu ve rahat hayatım gözümde değil; ben milletimin birliğini, âlem-i İslam’ın dirliğini dert ediniyorum.”

Sinan Paşa: “Cenab-ı Allah bu ümmet ve bu milletin payidar olmasını arzu buyurmuş olacak ki; bu millete Zât-ı Şahaneniz gibi bir padişahı ihsan buyurmuş. Allah’a hamd ü senalar olsun. Bu kadar fedakârane çalışmalarınız ve ıstıraplarınız elbette mükâfatsız kalmayacaktır. Tarih zat-ı alinizden yalnız Osmanlılık namına değil, bütün Müslümanlar adına yapmış olduğunuz hizmetlerinizi takdir ve tebcil edecektir.”

Sultan Selim:

“Ümit ediyorum ki, hakiki tarih ve münevver ehli irfan icraatımı ve fikirlerimi takdir eder. Ancak, insaf ve idrakten mahrum olan bazı insafsız kimseler de beni Cengiz ve Timurlenk kadar merhametsiz, bedbaht ve insafsız göstereceklerdir.”

Sinan Paşa: “Şevketli Padişahım! Hak ve hakikat asla gizli kalmaz. Kışın en kapalı, fırtınalı havalarında, karanlık bulutlar altında gizlenen güneş birden bire zuhur eder, gökyüzünde parlamaya başlar, ortalığı nura gark eder. Çünkü güneş daimi, bulutlar ise geçicidir. İşte hak ve hakikat de muvakkaten gizlense de ebediyen perdeli ve örtülü kalmaz ve nihayet meydana çıkar.”

Sultan Selim: “Ben de derim ki; Sultan Selim bahtiyardır ki; senin gibi bir veziri var.” Padişahın bu iltifatı karşısında Sinan Paşa teşekkür için padişahın önünde temenna ederek;

“Hayatımı Padişahımın ve milletimin uğrunda feda etmekten gurur duyarım. Zaten en büyük emelim de budur. Zat- ı alinize karşı borçlu olduğum vazifeyi en güzel bir şekilde yapmaya gayret ediyorum. Ta ki kalbim ve ruhum rahat bulsun; ölürken de rahat içinde öleyim.” 26

Sultan Selim Han Asilere Hitap Ediyor

Yavuz Sultan Selim, uykusuz ve teftişle geçen yorgun bir gecenin ardından kuşluk vakti adi bir minderin üstüne elbiseleriyle henüz yatmıştır ki; aralarında bazı paşaların ve kazaskerlerin bulunduğu isyancılar Padişahın otağına baskın yapar ve; “yıkın çadırları… geri dönmek istiyoruz… daha ilerilere gitmek istemiyoruz…” gibi naralarla heybet ve gölgesinden bile birçoklarının titrediği o şanlı padişahın çadırına hücum eder ve ok atarlar. O padişah ki, sarayındaki rahat ve emniyetli yaşantısını bırakarak şeriat ve namus-u milleti müdafaa için yola çıkıp uçsuz bucaksız çöllere, geçit vermeyen sarp dağlara çıkmış ve eski bir minderde azıcık da olsa yorgunluğunu unutmak istemiştir. Ancak asiler çadırına kadar sokulmaya cüret ettiklerinde Sultan Selim birden yerinden fırlar ve yorgunluktan sarsılan ve geri dönmek isteyen askerlerin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek, onların cesaretini, kahramanlık duygularını ve fedakârlığını artırmak için şu meşhur hitapta bulunur:

“Askerlerim! Vatan Yavruları! Millet Fedaileri! Din ve Namus Muhafızları!..

“Ceddinizin düşman üzerine aslanlar gibi atıldıklarını ve dönmeden vuruştuklarını unutuyor musunuz? Neden geri dönmek istiyorsunuz? Düşmanınızın yaklaştığını duymaktan korkup kaçmak mı istiyorsunuz? Bir İslam ve Osmanlı neferi korkak kedi gibi düşmandan kaçmaz; düşman üzerine mertçe atılıp kendini feda ederek millet ve memleketini, namus ve dinini, şeref ve haysiyetini kurtarır…”

“Şimdiye kadar hangi bir muharebeden Osmanlı askerinin kaçtığı görülmüştür?.. Düşman ile savaşarak ölmek bizim için en büyük bir şeref ve en yüce bir rütbedir. Siz şeref ve haysiyetinizi ayaklar altına alarak düşmanınıza ‘Osmanlılar bizim gölgelerimizi bile görmeden kaçtılar.’ dedirtmek mi istiyorsunuz?..”

“Bastığınız toprakların her karışı binlerce şehidin kanıyla yoğrulmuştur. Attığınız her adımda bir şehidin kabrini çiğniyorsunuz. Bastığınız her karış toprak ya bir dilara yanağı ya da bir aslan göbeğidir. Vatanları uğruna hayatlarını seve seve feda eden o âlicenap şehitlerin ruhaniyatı sizin üzerinizdedir. Sizin daha düşmanınızı görmeden kaçışınız onların ruhunu incitir. Başta şehitlerimiz olmak üzere, tüm ecdadınızın lanetine uğrarsınız…”

“Benim maksadım düşmanlarımızın fitne ve fesadından âlem-i İslam’ı ve aziz vatanımızı muhafaza etmektir. Siz de bu gaye uğrunda hareket etmelisiniz. Ben ‘İran’a ve Hind’e seferler edeceğimi’ daha tahta çıkmadan önce sizlere söylemiştim. Siz de ‘Biz de senin gibi padişah arıyoruz.’ diyerek teklifimi kabul etmiştiniz…”

“Şimdi sizlerin bu cihattan döndüğünüzü duyan, sizin kahramanlık destanlarınızla büyüyen çocuklarınız, yüreklerinde vatanperverlik hissi ile dolu olan analarınız ve kadınlarınız, bütün bir Anadolu belki de âlem-i İslam size nefretle bakacak ve tarih sizi asla affetmeyecektir. Öyle yapın ki, nefretle değil, şan ve şerefle yâd edilesiniz. Eğer bu uğurda ölürseniz en büyük bir makam olan şehitlik mertebesine yükselirsiniz. Eğer gazi olursanız tarihin şeref levhâlârında şan ve rahmetle anılırsınız…”

“Şimdi içinizdeki fikirleri zehirlenmiş olan zavallı korkaklar, rahatını isteyen miskinler, kadınlarının yanına dönsün, onlar gibi evde otursunlar. Şimdi düşman ile dövüşecek mertler benimle gelsin. Eğer içinizde er yoksa, ben tek başıma giderim!..”

Azim, sebat ve kararlılığın zirvesine ulaşmış hamiyetli bir deha olan Yavuz Selim’in bu heyecanlı, heybetli ve vakur hitabı, askerler üzerinde büyük bir tesir gösterir ve onların ruhuna hâkim olur. Asker serdarının hem hitabetindeki kudrete hem de at üzerinde eli kılıcının kabzasındaki hâli ile mücessem celadet ve şecaatine mest ü hayran kalırlar. Yavuz’un kısa, acı fakat çok tesirli olan bu hitabı askerin gururunu ve izzet-i nefislerini tahrik etmiş, herkes padişahın iradesine ram olmuş, vüzerası ve askeri tek vücut hâline gelmişti. Bu hitabından sonra, düşmana karşı at tepince ordudan “Yaşasın Padişahımız!” “Bizi kandırdılar!”Yaşasın Sultan Selim!” nidalarının yükselmesiyle mehteran ordu marşı çalar ve bütün ordu hükümdarın peşine düşer ve zorlu yürüyüş tekrar başlar.27

Yavuz ve Ordusu Çaldıran’da

Hicri 920 senesinde üç ayların başladığı Receb-i Şerif’in ilk gününde Çaldıran Ovası’na erişildi. Sultan Selim Han’ın ve ordusunun kararlı, kendinden emin ve şecaatli vaziyeti havaya hâkim oldu. Asker o geceyi maddi ve manevi manada uyanık geçirerek, âdeta gayb âlemi ile ülfet içerisine girdiler. O gece hiç uyumayan Yavuz Selim, zafer için Cenab- Hakk’a şöyle niyazda bulundu:

“Ya Rabbi sen bizi muzaffer eyle. Eğer bilmeyerek hata ettim ve günah işledimse, senin lûtuf ve keremin sonsuzdur. Şan-ı ulûhiyetine layık olanı yap. Ben ona razıyım.”

Ertesi gün Çaldıran meydanında kırk dört yaşındaki Yavuz Sultan Selim ve ordusu, yirmi yedi yaşındaki mağrur ve bir askerî deha olan Şah İsmail’le karşı karşıya geldi.

23 Ağustos sabahı, Osmanlının belki de bütün âlem-i İslam’ın mukadderatını tayin edecek en büyük tarihî günlerden biri idi. Osmanlı ordusunun bu savaşta mağlup olması durumunda bütün Anadolu Safeviler’in eline geçecek, Ehl-i sünnet Mezhep ortadan kalkacak ve Şii’ Mezhep hâkim olacaktı.

Nitekim, R. Savory’nin şu yazdıkları hem Osmanlı’nın nasıl bir tehditle karşı karşıya kaldığını hem de Çaldıran’ın nasıl bir dönüm noktası teşkil ettiğini ortaya koymaktadır:

“Çaldıran’da Türkler yenik düşseydi, Şah İsmail’in iktidarı Timur’unkinden daha büyük sonuçlar doğuracak, sırf bu zaferin ünüyle İsmail, Doğu dünyasının mutlak efendisi olacaktı.”28

Hiç şüphe yok ki, eğer Çaldıran Savaşı’nı Yavuz Sultan Selim değil de Şah İsmail kazansaydı, İran tarihine yön veren Şiilik, Anadolu tarihine de yön verecek, belki de Ehl-i sünnet Mezhep ortadan kalkacaktı. Çaldıran muharebesi, Anadolu’nun istikbaline İran Şiiliğinin yön vermesini önlemiştir.

Tarihçi İsmail Hami Danişmend Çaldıran seferinin önemini şöyle ifade eder:

“Hakikatte bu iki Türk hükümdarını birbiriyle çarpıştıran en mühim sebep, çok büyümüş olan bu iki devletin fütuhat (fetih) siyasetlerinde en şiddetli devirlerine girmiş ve artık birbirinin toprağına göz dikmiş olmalarında gösterilebilir.”

“Afganistan’dan Doğu Anadolu’ya kadar yayılan Safevi imparatorluğunun elinde mezhep, bir siyasi kuvvet şeklidir. Şah İsmail’in bütün hedefi, bu Mezhep’i Batı Anadolu Türkleri arasında da yayarak Anadolu’nun Osmanlı idaresinde bulunan ikinci yarısını da kolaylıkla ele geçirmekti…”

“Hâlbuki Yavuz Selim devrine gelene kadar Osmanlı padişahları Anadolu’nun birliğini temin için uğraşmışlardır; mesela Fatih, Uzun Hasan’la işte bu gaye uğruna çarpışmıştır. Onun için Yavuz’un elinde Sünnilik davası demek, Doğu Anadolu davası demek olduğu gibi, Şah İsmail’in elinde de Şiilik davası demek, Batı Anadolu davası demektir. İşte bundan dolayı Yavuz, Çaldıran seferine Osmanlı ulemasının fetvasını alarak çıkmıştır.”29

Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında meydana gelen Çaldıran savaşı, hiç şüphesiz tarihin en önemli ve sonraki yüzyıllara da damgasını vurmuş ve yön vermiş savaşlarından biridir.

Yavuz, mağrur hükümdar Şah İsmail’in siyasi ve askerî gücünü çok iyi bildiği hâlde, yer yüzünde Türk ordusundan daha büyük bir ordu tanımıyor ve arkadaşlarına; “Benim memalikime tecavüze cüret edenlerin akıbeti hüsran olacaktır. Ordularım, savaş meydanlarını zaferle şenlendirecektir.” diyordu.

Bir gün askerin yorgunluk ve uykusuzluğundan bahseden Vezir-i Azam Hersek Ahmet Paşa’ya fena hâlde hiddetlenen Yavuz Selim;

“Paşa Paşa! Fazla korku felaket getirir. Sen saçını sakalını devlet işlerinde ağartmışsın ama, gene de ordu-yu hümayunu tanıyamamışsın. Hele sancaklar açılsın, ne yorgunluk kalır ne de uykusuzluk. Bu konuda bir daha mütalaa etme.”

diyerek askerine olan güvenini ortaya koyuyordu.

Türk ordusu Danasazı mevkiinde konakladı ve bütün tertibat alındı. Yavuz’un zaferden en ufak bir şüphesi bile yoktu ve vezirlerine şöyle hitap etti:

“Hepinizden ikdam bekliyorum. Allah ne yazdı ise o olur. Meydan-ı gazadan çekilmek bize yakışmaz. Kahramanlığınızı ispat ediniz. Ebedî şan ve şeref bizimdir. Düşman savletimize mukavemet edemeyecektir. İranlıların zahiri kudret ve azametine aldanmayınız. Parlak bir zafer için askerlerinizi hazırlayıp, onların önünde savaşa giriniz. Ben de yemin ediyorum ki, hepinizin yanında savaşacağım. Şafakla beraber harp borusunun çaldığını, sancakların rüzgârla temevvüc ettiğini görünce hep birden ileri atılınız.”

Tevfik, Huda-yı Lemyezeldendir.”

Sultan Selim daha sonra da ordusuna şöyle hitap etti:

“Asker kendi istediği şartlarda kahramanlık gösterirse bu âlâ bir durumdur, ancak gerçek kahramanlık, şartlar rakipten yana olduğunda, düşman topraklarında sebat etmekle elde edilir. İşte onlar gerçek kahramanlardır evlatlarım. Biliyorum, şu soru zihninizden hiç gitmez: ‘Nasıl dayanacağız?’ Tek cevap, ‘güç ve kuvvetin Allah’tan olduğu’dur. Çünkü İslam âlemi iki başlılıktan çok çekmiştir. Artık İslam’ın dünya hâkimiyeti, bizim şu sayılı günlerde çekeceğimiz çileye bağlıdır. Korkmayın, başarısızlık ihtimalini düşünmeyin. Korku, korkuyu getirir; o da dizlerinizdeki ve kollarınızdaki dermanı giderir. Cesur olamıyorsanız bile öyle davranın, çünkü insan bir süre sonra görüldüğü hâl üzere olur.”

Yavuz Selim, savaşın kaybedilme tehlikesi üzerine atını düşmanın üzerine sürmeğe karar verince, yanında bulunan vezirlerinden Hersek Ahmet Paşa ve Dukakinzade, padişahın atının üzengilerine sarılır, onu bırakmak istemezler.

“Gitme sultanım, gitme şevketlûm! Başınıza bir felaket gelirse, bu millet başsız kalır. Bunun zararı, sizden hizmet bekleyen milletimizedir.”

diye yalvarıyorlardı. Fakat o korkusuz padişah vezirlerini dinlememiş, savaşın en dehşetli zamanında siyah ipek renkli yağız bir Arap atı olan, taylığından beri çok iyi yetiştirilmiş ve çok iyi beslenmiş Karabulut (veya Karaduman) adındaki küheylanını düşman saflarına doğru sürmüş ve on kişilik birliklere tek başına saldırmış, zevkine doyulmaz ve benzersiz bir kahramanlık örneği göstermiştir. Padişahı bu hâlde görenler de büyük bir gayretle ileri atılmış ve kahramanca savaşmışlardır.

Yavuz Selim Şah İsmail’in Sarayında

Yavuz Sultan Selim’in ordusu, 1514 senesinde Çaldıran Ovasında Şah İsmail’i Allah’ın lütuf ve inayetiyle mağlup ederek büyük bir muzafferiyet kazanmış ve Sünni Müslümanları onların batıl itikatlarından, dehşetli fitne ve şerlerinden muhafaza etmeye muvaffak olmuştur. Yavuz her zaman;

“Zafer ve tevfik Allahu Teala’dandır. Kişi başarıyı kendinden bildiği sürece gerilemeye ve kaybetmeye mahkûmdur.”

demiştir. Bu sırdan dolayıdır ki, Çaldıran’da, o zamana kadar “namağlup” şöhretini muhafaza eden ve büyük bir askerî deha olan Şâh İsmail, aklından bile geçirmediği büyük bir yenilgiye uğramış, perişan edilmiş ve meş’um bir akibete düçar olmuştu. Artık onun hazinesi, tacı, tahtı ve Taçlı Hanım olarak bilinen Bihruze Hatun adındaki hanımı da Osmanlıların elinde idi. İran, bu büyük mağlubiyetten kurtulabilmek için tam yirmi yıl uğraşmıştı. Senelerden beri zihinleri meşgul eden bu büyük tehlike birkaç saat içinde hâlledilmiş idi. Yavuz, bu büyük muzafferiyetle Anadolu’nun birliğini kesin olarak sağlamış, Anadolu’yu Şia tehlikesinden kurtarmış, bundan sonra da Güney’de ve Avrupa’da büyük fütuhatlar gerçekleştirmiştir.

Yavuz Selim, İstanbul’da bulunan oğlu Şehzade Süleyman’a, Mısır Sultanı Gavri’ye, Venedik Doçuna, Macaristan Kralına, Kırım Hanına ve bazı devletlerin liderlerine bir fetihname gönderdi.

Yavuz Sultan Selim Han’ın büyük askerî dehası ile on iki saat gibi çok kısa bir sürede muvaffak olduğu Çaldıran Muharebesi, hiç şüphesiz tarihin en büyük ve önemli savaşlarından biridir.

“İki bin beş yüz km’lik uzun bir yolu aşıp zafere ulaşılan bu başarılı seferin hemen aynı şartlar altında 1812’de Napolyon’un, 1941’de de Hitler’in Moskova’ya yaptıkları başarısız seferler göz önünde tutulursa, ne derece değer taşıdığı anlaşılır.”30

Sinan Paşa, Şah İsmail’in hazinelerinin bulunduğu odasında Sultan Selim Han’a hitaben;

“Devletlüm! Evvelce de arz eylemiştim; Cenab-ı Kibriya âdil-i mutlaktır. Hüsn-ü niyetle çalışanlara mükâfatlarını; hainane çalışanlara da mücazatlarını verir.”

Sultan Selim Han:

‘Hâzâ min fadli Rabbî’ Biz Allah’ın emrini yerine getirmek için cihada çıktık. Allah da bize büyük bir muzafferiyet ihsan etti ve bizi muvaffak kıldı. Fesübhanallah! İnsan hayret etmekten kendini alamıyor. Kâinatta ne kadar garip hadiseler oluyor. Daha bir iki gün evvel ‘Geri dönmek istiyoruz.’ velvelesiyle kıyametler koparan yeniçeriler, göz kırpmadan düşmanın üzerine yürüdü ve onları büyük bir mağlubiyete uğrattılar. Kısa bir müddet önce kendi kuvvet ve tebaasına güvenen ve Osmanlı ordusuyla harbi dünyanın en kolay işi zanneden Şah İsmail, bugün hazinelerini, sarayını ve nikâhlı hanımını bırakarak kaçıp canını kurtarmaya çalışıyor.” diyordu.

Bir zamanlar Mezopotamya’ya hükmeden talihli bir hükümet beş on sene içinde uçurumlara sürükleniyor; kısa bir zaman öncesinde fikir ve dehâlârının nurlarıyla dünyayı aydınlatan mutasavvıf, muhaddis ve müçtehitleri yetiştiren bu iklimler bugün derin bir cehalet karanlığı içinde bocalıyordu.

Bir yıl iki ay yirmi bir gün sürmüş olan İran zaferiyle Anadolu’nun vahdetine vesile olacak ilk ve sağlam temel atılmış ve bu birliği tehdit eden en büyük tehlike bertaraf edilmiştir. İran ve Turan ahâlisi için büyük bir makamı ifade eden şah unvanının da bundan sonra Yavuz Sultan Selim için kullanıldığı ifade edilir. Yavuz Sultan Selim İran muzafferiyetiyle yeni bir ufuk açmış, onun askerî ve dünyevi kudretinin timsali olan kılıcı sayesinde büyük bir muzafferiyet kazanmıştır. Çaldıran muzafferiyeti, İslam birliğinin muazzez bir remzidir. Yavuz Sultan Selim Tebriz’den ayrılırken Tebriz, Şam, Kahire ve diğer merkezlerden idareciler, bine yakın sanatkâr, ilim adamları, ulema ve meşayıh İstanbul’a getirilmiştir. Daha sonra padişahın Musahibi ve çok yakın dostu olacak Hasan Can ve çok güzel bir sese sahip olan babası Müezzin Hafız Mehmed Efendi de İstanbul’a getirilenlerin arasındadır. Ayrıca buralardan çok kıymetli eserler getirilerek İstanbul kütüphanelerinde istifadeye sunulmuştur. Sultan Selim’den sonra yaklaşık iki yüzyıllık bir zaman içerisinde onun saltanatı devam etmiştir.

Şunu hemen ifade edelim ki, Tebriz’den İstanbul’a getirilen en mühim şahsiyetlerden birisi de hiç şüphesiz ki, Sultan Bediüzzaman Mirza’dır. Sultan Bediüzzaman Mirza, Hüseyin Baykara’nın büyük oğlu ve hâlefidir. Timuroğulları’ndan son Türkistan İmparatoru, yani Doğu Türk Hakanı’dır. Cuci Ulusu’ndan, yani Cengiz soyundan Muhammed Şeybak Han tarafından Herat İmparatorluk tahtından kovulmuş ve Şah İsmail’e sığınmıştır. Yavuz Sultan Selim, Osmanoğulları ile Timuroğulları arasında Ankara ve Yıldırım hadisesinden dolayı arada tarihi bir düşmanlık olmasına rağmen, Bediüzzaman Mirza’ya bir imparator gibi davranmış, yanına kurduğu bir tahta Bediüzzaman’ı oturtmuştur ve kendisine yılda elli dört milyon liraya yakın (yaklaşık 30.000 akçe) bir tahsisat bağlatmıştır. (Hammer, IV, 202).Türkistan Hakanlığı’nın Timuroğulları’ndan sonraki veliahdi olan Bediüzzaman Mirza, 46 yaşında iken 12 Ağustos 1515’te İstanbul’da vefat etmiş ve Eyüp Sultan mezarlığına defnedilmiştir.

Yavuz Sultan Selim, İran Seferine giderken askerleri isyana teşvik edenleri öğrenmesine rağmen, onlara ceza vermeyi uygun bulmamıştı. İran seferinden döndükten bir buçuk ay sonra bizzat tahkikata başladı. Vezirlerini birkaç defa huzuruna getirerek ayrı ayrı sorguya çekti; “Eğer doğruyu ve suçluyu söylemezlerse saltanattan çekileceğini” söyledi. Yeniçeriler “Hepimiz günahkârız” diyerek af dilediler. Yavuz Selim tahkikatı daha da derinleştirdi. Sonunda bu işin başında Kazasker Tacizâde Cafer Çelebi ile vezir İskender Paşa olduğu anlaşıldı. Yavuz Sultan Selim bu hadiseden sonra ocaktan yetişenlerden yeniçeri ağası usulünü kaldırarak, saraydan yetişme ve itimada layık olanlardan ağa yapma usulünü koymuştur. 31

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

26 Bu mevzuda ayrıntılı bilgi için bkz. Turan Oflazoğlu, Yavuz Selim, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları Ankara 2001.

27 Tacü’t-Tevarih, C. IV, s. 192-194.

28 R. Savory, İran Under The Safavids, sf. 45.

29 İ.H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Çilt 2, s. 6.

30 Türk Ansiklopedisi, Çaldıran maddesi, s. 338.

31 Çaldıran Savaşının bu bağlamdaki safahatı hakkında bkz. Celal-Zade, V. 139a v.d.; İdris, V. 69-81b.

Sende yorum yazabilirsin