Kainat Ağaçsa, Meyvesi Nedir? Ne İşe Yarar? (M. Kırkıncı’dan Nükteler -2)
MİSAFİR VE DEVESİ
Bir kimse devesine binerek bir zata misafir gitse, gittiği yerde kendisi karşılanıp eve dâvet edilir, devesi ise ahıra alınır. Deve eve giremez. Fakat ahırda -sahibinden dolayı- büyük bir ihtimam ve bakım görür. Deveye yapılan bu bakım ve ihtimam da bir cihette misafire yapılmış demektir ve onun ayrıca teşekkürünü mucip olur.
Bizler de bu dünyaya misafir olarak gelmiş bulunuyoruz. Diğer hayvanat ise bizim devemiz mesabesindedir.
Cenâb-ı Hak, bütün hayvanları bir cihette bizim için bakıp besliyor ve terbiye ediyor. Bu bakım ve terbiyeden dolayı da ayrıca hamd ve şükürde bulunmamız lâzım gelmektedir.
DİL BAŞKA KONUŞMA BAŞKA
Devenin dili bizim dilimizden çok daha büyük olduğu halde konuşamıyor. Demek ki dil başka, konuşma başkadır. Aynen göz ile görmenin farklı olması gibi. Dilde konuşmayı yaratan ancak Mütekellim-i Ezelî’dir.
Diğer hayvanattan farklı olarak bizim dilimize takılan bu mücevherat ve bize yapılan bu hususî lûtuf, elbette ki müstehcen şarkılar söyleyelim, başkalarına hakaret edelim veya malâyanî sözler konuşalım diye değildir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in de bize neleri konuşmamızı bildirmişse onları konuşacak ve neleri konuşmaktan men etmişse dilimizi onlardan uzak tutacağız.
KURDUN YAPTIĞINI YAPMAK
Bir adamın elsiz olduğunu ve bir pazarda her çeşit el satıldığını farzediniz. O farazi pazara giden bu adam, insan eli satılan dükkana vardığında bu elin üzerinde yüz ellimilyon lira etiketini ve yanıbaşında kurt eli satılan dükkanda ise kurt elinin üzerinde yüz ellibin lira etiketini müşahade etse, elbetteki ne pahasına olursa olsun insan eline müşteri olacak ve onu satın almak isteyecektir.
Şimdi, bu adam yüz elli bin lirayı ödeyerek insan elini aldıktan sonra, o el ile kurdun elinin yaptığı işi yapsa ne kadar divânelik etmiş olacaktır.
İşte, kendisine takılan bu cihanbaha cihâzat-ı insaniye ile, hayvanatın yaptığı işleri işleyen bir kimsenin ne derece hasarete düştüğünü bu misâlle kıyas ediniz.
KENDİNİ ALDATAN İNSAN
Allah (C.C.) Gafûr-ur Rahîm’dir, deyip ibadetten kaçan ve fısk ve sefâhette yaşayanların Cennet beklemesi, padişahın emirlerine riayet etmeyip, dağlarda şakilik (teröristlik) yapan bir kimsenin, padişahın merhamet sahibi olması dolayısıyla bir gün kendisini vali yapacağını ümit etmesine benzer.
Dünya işlerini takipte, Allah (C.C.) Rezzak-ı Zülcemâl’dir deyip yatmayan insan, âhirete müteallik işlerde Allah’ın (C.C.) Gafûr ve Rahîm olduğundan bahsederek yatmakla tezada düşmüş oluyor ve kendini aldatıyor.
HAYATIN KIYMETİ VE GAYESİ
Hayatının son dakikalarını yaşadığını bilen bir kimseye, bütün servetini verdiği takdirde ömrünün bir ay daha uzayabileceği söylense, elbette ki hiç tereddüt etmeden bütün servetini verecektir. Demek ki, bir ömür boyu kazanılan servet, bir ay ömre mukabil gelemiyor.
O halde, hayatımızın kıymetini bu misâle göre ölçüp, ona göre değerlendireceğiz.
Bir günü dünyalara değen ve göz, kulak, dil, akıl gibi küçük bir cihazı dahi kâinatla değişilmeyen insan hayatı, elbette ki ebedî saadetin kazanılması için verilmiştir. Dünyevî işlerimiz ise beşeriyet itibariyle ferdî veya içtimaî hayatımızın devamı için yapmamız gereken birtakım faaliyetlerdir. Bu faaliyetler, hayatın gayesi olamaz.
“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesidir” hakikatının işaretiyle, insanı elma ağacının başındaki bir elmaya teşbih ettiğimizde şu hakikat kendini güneş gibi gösterir: Bu meyve sadece kendini beslemek için yaratılmamıştır ve bu meyvenin ağaç ötesi bir gayesi olacaktır.
Aynı şekilde, kâinat ağacının başında duran insanın da kâinat ötesi bir gayesi olacaktır. Böyle bir insanın yaratılışının gayesi, İman-ı billâh, Mârifetullah, Muhabbetullah ve Cenâb-ı Hakk’a kulluk etmek gibi ulvî maksatlardan başka ne ile izah edilebilir?
Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com