Kâr payı
Asr-ı Saadet’i okumadığımız, bir hakikat. Hissedemez ve anlatamaz olmamız ve sonuçta yaşayamayışımız da. Oysa oyun aynı. Ve şimdi ne kadar da muhtacız o ruhu geri kazanmaya… |
“ÜÇYÜZALTMIŞ İLAH vardı, hepsi kâr içindi” der, Hz. Bilal’in ağzından H.A.L. Craig. Sonra yine Bilal’in öyküsüyle anlatır, Ebu Süfyan’ın sözlerini. “Mekke nerede olacak o zaman? İlah evlerindeyken kim gelecek buraya?”
Sahabilerin de bir zamanlar ilâhî arayış içinde olan insanlar olduğunu ve hatta bazılarının puta tapmakta olduklarını biliyoruz. Herkes Efendimiz (a.s.m.) gibi veya Hz. Ebu Bekir gibi hanif dinini sürdürüyor değildi. Ya da Selman-ı Fârisî gibi ateşe tapan bir aileden kaçıp diyar diyar son mesajı arıyor değillerdi. Ama yine de, bu ‘yeni’ dine ‘dönüş’ yapmaları nispeten kolay olmuştu. O’nun varlığıyla ilgili bir kaygı yoktu; garip gelen, birçok tanrı yerine tek tanrı olmasıydı. Ve bu kolay izale olacak bir soruydu ki, akın akın dönmüşlerdi.
Peki ya dönmeyenler?
Belki onlar putperest bile değillerdi. Çünkü putları nefisleriydi, paraydı en çok. Neden ‘yetim-i Ebu Talib?’ diyorlardı ki Hz. Peygambere? Yahut, Mus’ab b. Umeyr’in annesinin dediği gibi, “Asil olmayanla, hatta kölelerle bir mi olacağım?” Bırakamadıkları, atalarının dini de değildi belki. Dedelerinin ismi altında kullandıkları benlikleriydi. Dedelerinin dini değil, ismiydi.
Kişinin algısı kendisinden doğar, kendisi gibi bilir karşısındakini. Onlar da öyle bildi ki, savaşla başlamadılar bu ‘yoldan sapmışları’ kurtarma işine. İkna yolunu denediler, çünkü paranın karşısında herkes yola gelirdi. Güzel kadınlar, şöhret, makam ve bol bol para. İşte bu kadar.
Değil… Neden kabul etmediler ki, neden vazgeçmediler? Delirmiş olmalılardı.
İlk anda yeterli bir teselliydi ‘deli’ kelimesi. Ama çığ gibi büyüyorlardı ve onlar da biliyordu ki, bu ‘deli’ler kazanacaktı. Bütün dünyayı ellerinin tersiyle itiyorlardı. Bunu anlamak ne kadar güç. Mekke’deyken iyi bir konumda olanların Medine’de himayeye muhtaç olması, yurtlarını içindeki herşeyle bırakıp ansızın gidivermeleri. Anlamıyorlardı… Mekke’nin en güzel giyinen, soylu, yakışıklı genci, Mus’ab b. Umeyr’in öldüğünde üzerine örtülecek kefenden mahrum olması mahrumiyet miydi? Annesi en çok da buna üzülüyordu, Mus’ab mecnun olmuştu. Anlamıyordu…
Nefislerinin penceresinden kinle ve kıskançlıkla izlediler olanları. Ebu Süfyan’ın Mekke’nin fethi günü söylediği gibi “Muhammed’in krallığı ne kadar genişlemiş!” O bir kral değil, peygamber, demişti Bilal-i Habeşî. Bir kral nedir ki onun yanında, hele ki sahabinin gözünde? Münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy’in derdi de aynıydı. Makam kaygısı… Kin duydular efendiler efendisine, zannettiler ki makamlarını almaya niyetliydi. Bilseler, o zaten kâinatın sultanıyken hangi makam ona lâyıktı ki!
Şimdi aynı metalarla dinimizden ve yaşantımızdan koparılmak isteniyoruz. Bize dinimize karşı para teklif ediliyor; kariyer, mevki… Başörtümü veriyorum, diploma alıyorum. Namazımı, anamın örtüsünü veriyorum, rütbe alıyorum. Ne sağ elime aldığım güneş, ne sol elime aldığım ay. Bunları verince iki elime de dünyayı alıyorum. Alıyoruz… Aldırılıyoruz…
Seçme durumunda kalan muhataplara yüklenip onları bu sorgulamaya itenlere ilişmemek yanlış, biliyorum. Ama onları tanıyorum ben, o yönden gelen o kadar incitmiyor beni. Kananlar, kapılanlar… Aynı bedenin parçasıysak, kangren olanlar… İşte onlar yaralıyor asıl. Yaralamalı da.
Bereketin Allah’tan geldiğine inanıyorsak, en büyük şerefin kulluktan doğduğuna, kişinin ancak ‘öz’üyle ‘özel’ olacağına… Kaygılanmamalı, kanmamalıyız.
Asr-ı Saadet’i okumadığımız, bir hakikat. Hissedemez ve anlatamaz olmamız ve sonuçta yaşayamayışımız da. Oysa oyun aynı.
Şimdi ne kadar da muhtacız o ruhu geri kazanmaya. Efendimizin dininden gelen vakarına. Ve köle Bilal’in kayalar altında ezilirken kurumuş dudaklarında sümbüllenen “Ehad! Ehad!” sadalarına…
karakalem.net
Nuriye Çakmak