Kısmetine Razı Ol, Her Şey Kader İle Takdir Edilmiş

Altıncı Nokta: Kur’anın altı ciheti nuranîdir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet, altında hüccet ve bürhân direkleri, üstünde sikke-i i’câz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, ve arkasında nokta-i istinadı vahy-i semâvî hakîkatları, sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin deliller ile tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itmi’nanları ve samimî incizabları ve teslimleri; Kur’anın fevkalâde, hârika, metin, hücum edilmez bir kal’a-i semâviyye-i arziyye olduğunu isbat ettikleri gibi, altı makamdan dahi O’nun ayn-ı hak ve sadık olduğunu ve beşerin kelâmı olmadığını, ve yanlışı bulunmadığını imza eden, başta bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’ana âlemde en makbûl, en yüksek, en hâkimâne bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakıyet vermesiyle Onu tasdik ve imza ettiği gibi, İslâmiyetin menbaı ve Kur’anın bir tercümanı olan zâtın (A.S.M.) herkesten ziyâde Ona itikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyyet-i naîmânede bulunması ve sâir kelâmları Ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisat-ı kevniyyeyi, gaybiyane Kur’an ile tereddütsüz ve itminan ile beyân etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercüman, bütün kuvvetiyle Kur’anın herbir hükmünü öyle îmân ve tasdik edip hiçbir şey Onu sarsmaması dahi Kur’anın semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübârek kelâmı olduğunu imza ediyor.

Hem, nev’-i insânın humsu, belki kısm-ı âzamı, göz önündeki o Kur’ana müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakîkatperestane ve müştakane kulak vermesi ve çok emârelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhânîler dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi etrafında hakperestane toplanmaları, Kur’anın kâinatça makbûliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Kader ve cüz’-i ihtiyârî, İslâmiyetin ve îmânın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni, mü’min; herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “Cüz’-i ihtiyârî” önüne çıkıyor. Ona: “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, “Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.” Evet.. kader, cüz’-i ihtiyârî; îmân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde… Kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyârî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiatının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’am olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz’-i ihtiyariyye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz’-i ihtiyariyyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes’eleler değildir. Evet, mânen terakki etmeyen avâm içinde kaderin cây-ı istimâli var.

Elhasıl: Mâdem şu azîm kâinatı mezkûr maksatlar gibi çok azîm makasıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem mâdem şu mevcûdât içinde şu umumî Rubûbiyyeti, bütün dekaikı ile; şu azîm saltanat-ı Ulûhiyyeti, bütün hakaikı ile görecek insân nev’i vardır. Elbette O Hâkim-i Mutlak, o insân ile konuşacaktır, makasıdını bildirecektir. Mâdem her insân cüz’iyyetten ve süfliyyetten tecerrüd edip, en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim’in küllî hitabına bizzât muhatap olamıyor. Elbette o insânlar içinde bâzı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insân olmalı, tâ insânlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitâba mazhar olsun. Şimdi mâdem, şu insânlar içinde, şu kâinat Sâniinin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve Rubûbiyyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, bütün efrad-ı insânîyye içinde öyle bir ma’nevî seyr ü sülûkü olacaktır ki; cismanî âlemde seyr ü seyahat sûretinde bir Mi’râcı olacaktır. Yetmiş bin perde tâbir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcûdâtın arkasına kadar kat’-ı merâtib edecektir. İşte Mi’rac budur.

İnsan, kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni’-i kâinatın nâzdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcudatı üstüne çıkarmış.

“Esbabda hakikî tesir-i icadî yok.” Şimdi yalnız bu kadar deriz ki: Esbab içinde, bilbedâhe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vasi’, insândır. İnsânın dahi en zâhir ef’al-i ihtiyariyyesi içinde en zâhiri; ekl ve kelâm ve fikirdir. Yâni: Yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gayet muntâzam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz’ünden, insânın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir cüz’üdür.

Dünyanın üç yüzü var:

Birinci yüzü: Cenâb-ı Hakk’ın Esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, Birinci yüzü: Cenâb-ı Hakk’ın Esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, şu yüzü, hadsiz mektûbât-ı Samedâniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır

İkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennet’in mezraasıdır. Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü: İnsânın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünki: Fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadîste varid olan tahkir ve ehl-i hakîkatın ettiği nefret, bu yüzdedir.

Risale-i Nurlardan: Sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: