Kur’ân okumada bir Sahabe formülü: önce iman, sonra Kur’ân (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-6)

Kur’ân’ı okumak, öğrenmek, anlamak ve yaşamak, ilk nesillerin, bilhassa Ashab-ı Kiramın hayatlarına yön veren yegâne gaye idi. Onlar bunun için yaşıyorlardı ve hiçbir şeyin bu gayeyi ikinci plana düşürmesine fırsat vermiyorlardı.

Bununla beraber, mushafın başına oturmadan önce yerine getirilmesini gerekli gördükleri bir şey daha vardı:

Onlar “Önce iman, sonra Kur’ân” diyorlardı. Allah’a ve indirdiklerine, Resulüne ve bildirdiklerine kesin bir şekilde iman etmiş olarak, kitaptaki en küçük bir emir, yasak, uyarı, hattâ imâyı dahi kaçırmamak azmiyle, gözlerini ve kulaklarını dört açmış olarak, büyük bir merak ve teslimiyetle Kur’ân okumanın gerekliliğine inanıyorlar, bunu hayatlarında titizlikle uyguluyorlar ve yeni yetişen nesillerin de bu esasa uygun şekilde eğitim görmelerine önem veriyorlardı. Cündüb b. Abdillâh anlatıyor:

“Resulullah zamanında biz bülûğ çağına yaklaşmış bir grup gençtik. Biz Kur’ân’ı öğrenmeden önce imanı öğrendik. Sonra Kur’ân’ı öğrendik ve Kur’ân ile imanımız daha da ziyadeleşti. Oysa siz bugün imandan önce Kur’ân öğreniyorsunuz.”[1]

Aynı hususu Sahabenin büyük âlimlerinden Abdullah b. Ömer de dile getiriyor:

“Bize Kur’ân’dan önce iman verilirdi. Muhammed aleyhissalâtü vesselâma sûre iniyor, biz ise onun helâlini, haramını, emrini, yasağını ve nereye kadar gidip nerede duracağımızı öğreniyorduk. Şimdi ise öyle adamlar görüyorum ki, ona imandan önce Kur’ân veriliyor, o da Fatiha’dan en sonuna kadar ne varsa hepsini okuyor, ama Kur’ân’ın neyi emrettiğini, neyi nehyettiğini bilmiyor, duracağı yeri de bilmiyor. Ağzına alıp alıp fırlattığı âdi hurmalar gibi onu etrafa saçarak okuyup gidiyor.”[2]

Büyük Sahabînin benzetmesi çok dikkat çekicidir: ağza alınan, ama ısırır ısırmaz fırlatılıp atılan âdi, değersiz hurma. Vücuda hiçbir faydası dokunmayan, üstelik tadı da alınmayan bir şey. Eğer okuduğu Kur’ân’ın neyi anlattığını, neyi emredip neyi yasakladığını bilmiş olsaydı, bu okudukları hem onun ruhunda hoş bir tad bırakacak, hem de hayatını Allah’ın rızasına ulaştıran bir bilgi ve tefekkürle zenginleştirecekti. Ashab bunun çözümünü “Kur’an’dan önce iman” formülü ile gösteriyor. Bu imanı da yine bir bilgi ve şuur olarak anlamak gerekir. Okunacak olan kitap rasgele bir kitap değildir; onun âyet ve sûrelerinde Yer ve Göklerin Rabbi bizimle konuşmaktadır. Kişi, okumak üzere kapağını açtığı kitabın Allah kelâmı olduğunu bildikten başka, kendisine Âlemlerin Rabbi katından ulaştırılmış olduğunu ve çok önemli mesajlar içerdiğini de hatırlamalı, “Bakalım bu okuyuşumda Rabbim bana neler öğretecek, neler emredecek, beni nelerden sakındıracak, hayatımı hangi güzelliklerle zenginleştirecek?” merakıyla onu okumaya başlamalıdır.

İşte bu noktada bir Risale-i Nur okuyucusu kendisini talihli sayabilir, ama sorumluluğunu da unutmamak şartıyla!

Talihlidir, çünkü elindeki Külliyattan hangi risaleyi açsa, orada iman hakikatlerinden bir bahis ve onun içinde de Kur’ân’dan yansıyan bir ışık, Kur’ân’ı anlatan bir bahis, Kur’ân sofrasından doyasıya nasiplenmeye çağıran bir davetiye bulacaktır.

Sorumludur, çünkü davetiye kendisine ulaşmıştır. Külliyatın bütün bahisleri adres olarak Yer ve Gökler Rabbinin kelâmını göstermekte, oraya vardığında kitabı nasıl okuyacağını, onda ne arayacağını ve aradığını nasıl bulacağını tarif etmekte, ayrıca tariflere uygun örnekler sunmaktadır. Bu tarif ve örneklerin hepsi, Sahabenin “Önce iman, sonra Kur’ân” formülündeki birinci şıkkın cümlesindendir. Böyle bir imanla kuşanmış olan bir kimsenin Allah kelâmını dinlemeye iştiyak duymamasını ve bu kutlu davete icabet etmekte ihmal göstermesini tasavvur etmek mümkün değildir. Şimdi bakın, Âhirzaman Peygamberini anlatan 19. Sözde, onun getirdiği kitabı Bediüzzaman nasıl tarif ediyor! Bunlar sıradan bir okumayla geçiştirilecek satırlar değil, üzerinde uzun uzun tefekkür edilecek, sonra da gereği yapılacak, yani Kur’ân’ı okuma, anlama ve uygulamada rehber edinilecek olan paha biçilmez formüllerdir (bu nitelemeleri abartılı bulanlar, aşağıdaki maddelerden rasgele iki üç tanesini seçerek Kur’an’dan âyetlerle örneklendirmeye çalışabilirler):

Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm,

  • şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
  • şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşafı,
  • şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftâhı,
  • şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,
  • şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi,
  • âvâlim-i uhreviyenin haritası,
  • Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı,
  • şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi,
  • hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat,
  • hem bir kitab-ı dua ve ubûdiyet,
  • hem bir kitab-ı emir ve davet,
  • hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi,
  • bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.[3]

Son derece veciz bir örgü içinde Kur’ân’ı anlatan bu tarif, önce görünen âlemden başlıyor. İçinde gözümüzü açtığımız bu âlemin, gözümüzün önünde olup biten hadiselerin, yaşamakta olduğumuz hayatın anlamını bu kitabın açıkladığını bildiriyor.

Sonra bu âlemin arkasındaki görünmeyen âlemleri işaret ediyor ve bu kitabın oralardan, bütün âlemlerin Rabbi katından lütufkârane bir teveccühle bize gönderilmiş bulunduğunu hatırlatıyor.

Ondan sonra, bizi kendisine muhatap alan Âlemlerin Rabbini bize bu kitabın tanıttığını bildiriyor.

Ondan sonra da, kâinatı yaratıp idare eden Allah’ın bizim hayatımız için takdir buyurduğu en güzel bir hayat tarzının esaslarını bu kitaptan öğreneceğimizi, biraz da ayrıntılı bir şekilde bize haber veriyor.

Bu mantıklı ve gerçekçi bir tariftir; çünkü hayatın içinden yola çıkmakta ve yola çıktığı yerden kopmaksızın, görünen ve görünmeyen bütün yönleriyle varlık âlemini kuşatmakta, bizi bu hayatın içindeyken Yer ve Gökler Rabbinin sohbetiyle müşerref kılmaktadır. Bu kapsamlı tariften bazı unsurları ihmal ederek Kur’ân’a yöneldiğimiz takdirde ondan yeterince istifade edemeyiz, hattâ ondan uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya gelebiliriz. Şimdi, aşağıda mealleri gelecek olan şu âyetlerin sıralanışına bir bakınız:

Âhiret âleminden bir manzarayı tasvir ederken, birden bire Kur’ân nasıl yeryüzünün gece ve gündüzlerine geçiveriyor, tıpkı bir odanın kapısını açıp diğerine geçer gibi! Hemen arkasındaki âyette kıyametin kopuşunu anlatıyor, ama orada kalmıyor, tekrar dönüp dünyanın dağlarını tasvir ediyor – ve onların bulutlar gibi gelip geçtiklerini bize gösteriyor. Oradan da yine âhiret âlemlerine geçiyor ve bu dünyadan o âleme nasıl bir azık götüreceğimiz sorusuyla vicdanlarımızı karşı karşıya getiriyor. Sonra tekrar dönüyor, Kur’ân’ı bize getiren elçiyi konuşturarak ona da, bize de bu kitabı okumamızı bildiriyor. Bir âhiret, bir dünya manzarası; bir âhiret, bir dünya manzarası – tıpkı paralel kurgulu bir film gibi:

O gün her ümmetten âyetlerimizi yalanlamış olanları gruplar halinde toplarız; böylece hepsi inzibat altında sevk olunurlar.

Huzuruna geldiklerinde, Allah buyurur: “Hiçbir şeyini kavramadan Benim âyetlerimi inkâr ettiniz, öyle mi? Değilse bu yaptığınız neydi?”

Ettikleri zulüm yüzünden haklarındaki hüküm gelip çatmıştır; artık konuşamaz olurlar.

Onlar görmedi mi ki dinlensinler diye geceyi, aydınlık olarak da gündüzü yaratmışız? Hiç şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için âyetler vardır.

Sûra üfürüldüğü gün, Allah’ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi dehşete düşer. Hepsi de boynu bükük halde Onun huzuruna gelir.

Dağları görür, onları hareketsiz sanırsın. Oysa onlar bulutların geçişi gibi geçip gitmektedirler.  İşte bu Allah’ın sanatıdır ki herşeyi sapasağlam yaratmıştır. Hiç şüphesiz, O, sizin işlediklerinizden de haberdardır.

Kim huzurumuza bir iyilikle gelirse, ondan daha hayırlısıyla karşılık bulur. Onlar, o günkü dehşetten de güvendedirler.

Kim bir kötülükle huzurumuza gelirse, o da yüzüstü ateşe atılır.  Kendi yaptıklarınızdan başka birşeyin karşılığını mı bulacaksınız?

Ben ancak bu beldenin  Rabbine kulluk etmekle emrolundum ki, O bu beldeyi hürmetli kılmıştır. Herşey Onundur; ben de Ona teslim olmakla emrolundum.

Bir de Kur’ân’ı okumam bana emredildi. Artık kim doğru yolu tutarsa kendisi için tutmuş olur. Kim de sapacak olursa, de ki: Ben ancak bir uyarıcıyım.

Yine de ki: Hamd olsun Allah’a; O size âyetlerini gösterecek, siz de onu tanıyacaksınız. Rabbin, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir.[4]

Kur’ân-ı Kerim, gayb ve şehadet âlemlerinin her birini böylece muhteşem bir hükümranlığın menzilleri olarak gösterirken, bu menzilleri dolduran bütün mahlûkatı da Allah’ı tesbih etmekte olan itaatkâr ve ünsiyetli varlıklar olarak tasvir eder. Ancak biz uykulu gözlerle seyrettiğimiz kâinata dair bu tasvirleri yarım kulakla dinler gibi yaptığımız için, bunların üzerinde durup da düşünme ihtiyacını pek fazla hissetmiyoruz. Oysa bu âyetlerde dile getirilen şey, muhteşem kelimesiyle bile ifade edilemeyecek kadar büyük ve ara sıra hatırlamakla dahi hayatımızı kökten değiştirecek kadar olağanüstü bir hakikattir. İşte, Bediüzzaman, bu hakikati keşfetmemizi sağlayacak bir tekniği bize şu satırlarda öğretiyor:

Kur’ân’ın her bir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvisinden
يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ  gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem, يُسَبِّحُ  sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ  sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikini göremezsin.[5]

***

Bazılarımızın nazarında “çiçek böcek edebiyatı” olarak çok fazla itibar bulmayan bu tefekkür bahisleri, aslında Kur’ân’ın yüzlerce âyetinde bizi üzerinde tefekkürle yükümlü kıldığı fevkalâde önemli bahislerdir. Bunlar hem bizi hayata bağlar, hem de çok büyük bir âlemin bir parçası olduğumuzun şuuruna vardırır; her iki halde de imanı yaşanan bir hayat haline getirir.

Bir defa, Kur’ân’ın bizi tefekküre sevk ederken verdiği örneklerin hepsi, bütün dünya ahalisinin her zaman iç içe yaşadığı varlık ve hadiselerdir: gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, bulutlar, yağmur, karalar, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar… Bütün bunlar, Yer ve Gökler Rabbinin kudret ve hikmetiyle yaratılmış, Onun iradesiyle mevcut hallerine kavuşmuş varlıklar ve olaylardır. Onların hepsi, bize kendilerini Yaratanı gösterir, Onu anlatır, Onu över. Böylece biz nereye bakacak olsak bize Rabbimizi anlatan eserlerle karşılaşırız. Bu, günlük hayatın olayları arasında sıkışmış, bunalmış, bakışı ve görüşü kısırlaşmış günümüz insanı için çok büyük bir müjdedir.

Kur’ân, aynı zamanda, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin insana hizmetkâr kılındığını bildirir ve bizi, onların yaratılışındaki sırları keşfederek onlardan istifadeye teşvik eder. Böylece, uçsuz bucaksız bir kâinatın, içindekilerle beraber önümüze serildiğini görür ve hem zaman, hem de mekân yönüyle çok büyük bir bütünün çok değerli bir parçası olduğumuzu fark ederiz. Bunun sonucu olarak, fani bir dünya hayatının kısacık bir bölümünde başımızdan gelip geçen talihsizlikler gözümüzde küçülür. Bütün dünya bize karşı çıkacak olsa, Kur’ân’ın bize tasvir ettiği ve imanımızın genişlettiği o büyük âlemin içerisinde bu hadiseler önemsizleşir, çok fazla zorlanmadan tahammül edilebilecek sınırlar içinde kalır. Kâinat âyetlerinin tefekkürüne Kur’ân’ın verdiği önemi esirgemenin doğuracağı sonuçlardan birisi, böyle bir dayanak noktasından yoksun kalmaktır; bu yoksunluğun iman üzerindeki yıpratıcı tesiri ise küçümsenemez.

Kâinat âyetlerinden uzaklaşmanın bir başka sonucu da, okumakta olduğumuz Kur’ân’ın kapsama alanını daraltmak ve nihayet sadece dinî uygulamalarla sınırlı hale getirmek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yirminci yüzyılın mühim âlimlerinden merhum Muhammed Gazalî, İslâm âleminin halihazırdaki durumunu bu sebebe bağlıyor:

“Müslümanlar Kur’ân’dan uzaklaştıklarında, başka bir ifadeyle onu sadece dinî okuma kitabı olarak kabul ettiklerinde, kâinatla olan bağlarını da kopardılar. Bunun doğal neticesi olarak, fen bilimlerini öğrenenler küfre hizmet ettiler ve bu bilgilerini kendileri, prensipleri, inkârları ve teslis inançları için dayanak yaptılar.”[6]

Diğer taraftan, kâinat âyetleri üzerindeki tefekkür de itikad bahisleriyle sınırlı kalmamalı, bu tefekkürün sonuçları hayatın bütün alanlarında görülmelidir. Güçlü tefekkürlerle takviye edilmiş bir imanla Allah Teâlânın buyruklarına yönelen bir Kur’an okuyucusunun Ondan gelen uyarıları, emir ve yasakları hayatın bütün alanlarında uygulama konusunda azamî bir hassasiyet kazanmış olması beklenir. Ancak böyle bir duyarlılık kazandıktan sonradır ki, Kur’ân bizim hayatımıza tam anlamıyla yerleşecek ve hem gönüllerimizde, hem de hayatın bütün alanlarındaki davranışlarımızda hükmünü icra edecektir.

***

Risale-i Nur’a Sahabenin “önce iman, sonra Kur’ân” formülü ışığında bakanlar, onu bir Kur’ân okuma rehberi olarak görmekte zorlanmayacaklardır ki, gerçekte Risale-i Nur’un en özlü tarifi ve asıl görevi de budur diyebiliriz. Risale-i Nur, okuyucularını bir Kur’ân talebesi olmanın en önemli şartı olan imanın özellikleriyle, güzellikleriyle, hazzıyla, neş’esiyle donatıp süsleyerek Kur’ân’ın mektebine gönderir. Bu arada onun eline hem kâinat kitabının, hem de Kur’ân âyetlerinin şifrelerini çözecek teknikler verir. Bu tekniklerin her biri birer işaret taşıdır ki, Risale-i Nur müellifi, onları bu muhteşem külliyatın doğumuyla sonuçlanan uzun ve çileli yolculuğu boyunca geçtiği yerlere serpiştirmiştir. Bu işaret taşlarını azim ve sebatla takip eden kimse sürekli olarak artan bir merak, zevk ve şevk içinde, kendisini Kur’ân semâsının sonsuzluğunda bulur. O sonsuz yolculuğun her gününde Kur’ân ona yeni sırlarını açar, yeni hedefler gösterir. Ve, kimbilir, belki de gün gelir, bu yolculuk hadis-i şerifin verdiği müjdeyle mutlu sona kavuşur:

O mutlu gün haşir sabahıdır ki, sur üflenmiş, kabirler yarılmış, kulun biri de kalktığında kabrinin başında bir adamı kendisini bekler halde bulmuştur.

Adam ona sorar: “Beni tanıdın mı?”

Kul “Hayır” cevabını verir.

Ve adam kendisini tanıtır:

“Ben seni gündüzleri susuz, geceleri uykusuz bırakan arkadaşın Kur’ân’ım.”[7]

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com


[1] Beyhakî, Şuabu’l-İman, no. 50; İbni Mâce, Mukaddime: 9 (no. 61).

[2] Hâkim, Müstedrek, no. 101.

[3] 19. Söz, 14. Reşha.

[4] Neml sûresi, 27:83-93.

[5] 13. Söz. (Bir kısa not: Üstad her ne kadar bizi Cahiliyet asrının karanlığını tasavvur etmeye çağırıyorsa da, günümüzün cahiliyeti o zamanı aratmayacak kadar kesafet bağladığı için, belki de bizim böyle bir faraziyeye ihtiyacımız bile kalmamıştır diyebiliriz. Okullarımızda okutulan herhangi bir fizik veya biyoloji kitabının sayfaları arasından kâinata baktığımızda da yine Cahiliyet asrı insanlarının gördüğü manzarayı görebiliriz.)

[6] Muhammed Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem, müt. Emrullah İşler (İstanbul: Düşün Yayınları, 2016), s. 45.

[7] Müsned, 5:348; İbni Mâce, Edeb: 52 (no. 3781).

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: