Kurban Nedir? Farklı Bir Açıdan “Kurban”

Kurban kelimesi, Türkçe kökenli olmamakla birlikte, Türkçeleşmiş bir kelimedir. Arapça kökenli olan bu kelimenin sözlük anlamı, mastar olarak “yaklaşmak“, isim olarak ise “yakınlık sağlamaya vesile olan şey” anlamına gelmektedir. Özellikle de Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şeyleri ifade etmek için kullanılmaktadır.

Dini bir terim olarak kurban ise, ibadet maksadıyla belirli vakitte belirli şartları taşıyan bir hayvanı usulünce kesmek, ya da bu şekilde kesilen hayvanın adıdır.

Kurban bayramında kesilen hayvanı belirtmek üzere Türkçe’de, Arapça kökenli “kurban” kelimesi kullanıldığı halde, Arapça’da bu kavramı ifade etmek üzere daha ziyade, “udhıyye” ve “dahıyye” kelimeleri kullanılmaktadır. Kurban bayramındaki kurbanı ifade etmek için bu kelimelerin tercih edilmesi, genel kanaate göre, kesim vaktinden (kuşluk – “duha” vaktinde kesilmesinden) dolayıdır.

İnsanlık tarihi boyunca bütün semavi dinlerde kurban ibadetinin mevcut olduğu bilinmektedir. Ancak zaman içerisinde, başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmak üzere bazı semavi dinlerdeki kurban anlayış ve uygulamaları değişikliğe uğramıştır. Semavi dinlerin dışındaki dinlerde de, şekil ve gaye yönüyle farklılıklar bulunsa bile, kurban ibadetinin mevcut olduğu bilinmektedir.

Kurban Çeşitleri

İslam dininde kurban ibadeti, bir çok çeşidiyle önemli bir yere sahiptir. Kurban denilince, genellikle kurban bayramında ibadet niyetiyle kesilen kurban akla gelmekteyse de, İslam dinindeki ibadetler arasında, yine Allah rızasını kazanmak için ibadet niyetiyle kesilen başka kurban çeşitleri de bulunmaktadır.

İslam’daki kurban çeşitleri başlıca şunlardır:

a- Kurban bayramında kesilen kurban (udhiyye),

b- Adak (nezir) kurbanı,

c- Hacda kesilen kurbanlar,

d-Akika kurbanı,

e- Nafile (tatavvu) kurbanlar.

Bu kurban çeşitlerinin dini hükümleri veya mükellefiyet dereceleri ile, yükümlülük şartları ve kesilen kurbanların etinden yararlanma kuralları da aynı değildir.

Bu çalışmada ağırlıklı olarak kurban bayramında kesilen kurbanın (udhiyye) dini hükmü üzerinde durulacaktır. Bu itibarla yazıda mutlak olarak zikredilen “kurban” ifadesi, kurban bayramında kesilen kurbanı ifade etmektedir.

Kurban Bayramı’nda Kesilen Kurbanın (Udhiyye) Dinî Hükmü

Kurban bayramında kesilen kurban (udhiyye), İslam dinindeki mali ibadetlerden birisidir. Kurbanın meşruiyeti konusunda İslam alimleri görüş birliğinde oldukları halde, kurbanın dinî hükmü konusunda görüş birliği sağlanamamıştır.

Müçtehitlerden bazıları, kurban ibadetini İslam’ın değerler sisteminde en üst düzey hüküm olan farz hükümler kapsamında kabul ederken; bazıları, farza göre daha aşağıda, yani, ikinci derecede mükellefiyet olan vacip (Hanefi anlayışındaki vacip) kapsamında görmüş; bazıları da, müekked ayni sünnet olarak değerlendirmiştir. Kurbanı müekked sünnet olarak görenlerden bazıları ise, bir ailede kurban kesmeye mali olarak gücü yeten kimse için müekked ayni sünnet iken, bu kimsenin aile fertlerinden kurban kesmeye (mali) gücü yetmeyenler adına ise, kifai sünnet olduğunu kabul etmişlerdir.

Kurbanın dini hükmünün daha net bir şekilde ortaya konulmasına katkı sağlamak açısından, önce Kur’an ve Sünnet’teki konuyla ilgili ayet ve hadisleri sistematik olarak zikretmek faydalı olacaktır.

a- Kur’an-ı Kerim’de Kurban:

Kur’an-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle birçok ayette kurban ibadetinden bahsedilmektedir. Kurban ibadetinin yer aldığı ayetlerin neredeyse tamamında, doğrudan veya dolaylı olarak Hz. İbrahim (a.s.) ile ilgili bir boyut bulunduğu görülmektedir.

Yukarıda da işaret edildiği gibi, Kur’an-ı Kerim’de (Maide 5/27), (Al-i İmran 3/183), (Ahkaf 46/28 surelerinde) “kurban” kelimesi yer almaktaysa da, bu ayetlerde geçen “kurban” kelimesi dini bir terim olan kurban (udhiyye, nesike vb.) anlamında kullanılmayıp, kelimenin sözlük (yakınlaşmak -yaklaşmaya vesile olan şey) anlamında kullanılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de Saffat, Hac, En’am, Maide, Bakara, Fetih ve Kevser surelerinde ise, doğrudan doğruya dini terim anlamındaki kurbanı, yani kurban ibadetini konu eden ayetler bulunmaktadır.

Bu ayetlerden bir kısmı, hac ibadetinin bir parçası olan hedy kurbanlarıyla ilgili; bir kısmı, normal durumlarda başlı başına bir ibadet olan udhiyye kurbanıyla ilgili; bir kısmı ise, genel anlamda kurban ibadetinin esaslarıyla ilgilidir. Nitekim, Hac suresindeki konuyla ilgili ayetlerden, 28-33. ayetler hacdaki hedy kurbanı ile ilgili, 34-37. ayetler ise, genel anlamda kurban ibadetiyle ilgilidir. Enam suresinin 162. ayeti ile, Kevser suresinin 2. ayeti de, genel anlamda kurban ibadetiyle ilgilidir. Bakara suresinin 196. ayetinde geçen “nüsuk” kelimesi (“nesike” kelimesinin çoğulu), kurban anlamına gelmektedir; ama bu ayette geçen kurbanla (nüsuk), kurban bayramında kesilen kurban kastedilmeyip, haccın ifası esnasındaki bir noksanlıktan (ihsar) dolayı kesilmesi gereken kurban kastedilmektedir. Bu çeşit kurbanların da hedy kapsamındaki kurbanlardan olduğuna yukarıda işaret edilmişti. Ayrıca, Maide suresinin 2, 95 ve 97 ile, Fetih suresinin 25. ayetlerinde de hedy kurbanından bahsedilmektedir.

Saffat suresindeki, Hz. İbrahim’in (a.s.) Cenab-ı Hak (c.c.) tarafından tabi tutulan imtihandan başarıyla çıkması süreciyle ilgili ayetlerde (100-112) de, genel anlamda kurban ibadetinden bahsedilmektedir.

Bilindiği gibi Hz. İbrahim (a.s.), Kur’an-ı Kerim’de çeşitli yönleriyle model bir şahsiyet olarak, hakkında en geniş bilgi verilen peygamberlerden birisidir. Aynı zamanda, Hz. İbrahim (a.s.), Kur’an-ı Kerim’de bizler için örnek (“üsve-i hasene” numune-i imtisal) teşkil etmesi açısından, Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (s.a.s.) ile birlikte (Ahzab, 21), özel olarak zikredilen iki peygamberden de birisidir. (Mümtehine, 4).

Saffat suresinde, Hz. İbrahim’in duaları sonucu halim bir erkek evlatla (Hz. İsmail) müjdelendiği ve çocuk babasıyla koşup oynayacak çağa geldiğinde, Hz. İbrahim’in (a.s.) rüyasında onu kesiyorken gördüğü ve durumu oğluna açıp, görüşünü sorduğunda, oğlundan “… Babacığım emredildiğin şeyi yerine getir, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın (sabredenlerden olduğumu göreceksin)” şeklinde bir cevap aldığı ifade edilmektedir.

Konunun devamındaki ayetlerde ise, “Baba oğul her ikisi de (bu emre) teslimiyet gösterip, onu (çocuğu babası kesme vaziyeti almak üzere) alnı üzerine yatırınca, “Ey İbrahim, rüyanı gerçekleştirdin, işte biz muhsin olanlara böyle karşılık veririz. Gerçekten bu açık – açıklayıcı (mubin) bir imtihandır, diye nida ettik. Ve oğlunu büyük bir kesim (kurban – zibh) karşılığında kurtardık. Sonradan gelenlere de (konuyla ilgili mesajı) onun namına bıraktık. İbrahim’e selam olsun. Biz muhsinlere bu şekilde karşılık veririz. O gerçekten mümin kullarımızdandır. Ve O’na salihlerden bir nebi olarak İshak’ı müjdeledik”. (Saffat 100 -112).

Bu ayetlerde dikkat çekilen birkaç hususa kısaca işaret etmekte fayda mülahaza ediyoruz.

Birincisi: Oğlunun “emredildiğin şeyi yerine getir” şeklindeki cevabından, Hz. İbrahim’in gördüğü rüyanın normal bir rüya olmayıp vahiy olduğu anlaşılmaktadır.

İkincisi: Hz. İbrahim’in oğlunu kesmediği halde, sadece yatırıp kesme vaziyeti almasıyla, rüyasını gerçekleştirdiğinin ifade edilmesi bir çelişki değildir; zira, rüyasında oğluna “seni kestim” demeyip, “kesiyorken görüyorum” demektedir. Ayrıca, bu ayetler, hiçbir şekilde, önceki şeriatlarda insan kurbanının meşru olduğu şeklinde de yorumlanamaz. Zira insan kurbanı, semavi dinlerdeki esaslarla hiçbir şekilde bağdaşmaz.

Üçüncüsü: Bu olay Hz. İbrahim’in muhsinlik (ihsan) konusunda tabi tutulduğu imtihanların son bir safhasıdır. Nitekim, hem rüyasını yerine getirdiği ifade edildikten sonra, ve hem de bunun açık – açıklayıcı bir imtihan olduğu ifade edildikten sonra, muhsin olanlara böyle karşılık verileceğinin tekrarlanarak zikredilmesi, Hz. İbrahim’in muhsinlik (ihsan) konusundaki imtihanda kesin başarı gösterdiğini anlatmak içindir.

Dördüncüsü: Konuyla ilgili ayetlerde geçen “muhsin” kavramını, Türkçe’ye tercüme etmeden “muhsin” olarak aktarmayı uygun gördük. Bilindiği gibi, muhsin, ihsanla davranan kimseyi ifade eder. Çok geniş bir anlam yelpazesine sahip olan ihsan kelimesi ise, en geniş anlamıyla, kişinin her alanda bilinçli ve akl-ı selimle davranmasıdır. Nitekim, meşhur Cibril hadisinde de “ihsan“, “kişinin Allah’ı görür gibi ibadet etmesi” olarak tanımlanırken, inanç ve ibadet boyutundaki bilinçliliği ifade etmiştir. Buna göre, mezkur ayetlerde geçen muhsin, ihsanla davranan; yani Allah’ı görür gibi inanan ve bu inancına uygun davranan kişi anlamına gelmektedir.

Esasen, ihsan kelimesinin bu terim anlamı, onun kelime anlamıyla doğrudan ilgilidir. Zira, ihsan kavramı, sadece inanç ve ibadet konularına münhasır değildir. Dünyevi işlerde de aklı-ı selimle hareket etmek; güzel işler yapmak; mantıklı davranmak; kişinin bilinçli yani neyi nasıl yapması icap ettiğini bilip buna göre davranmasını da kapsamaktadır. İnanç ve ibadet konularında bu şekilde bilinçli davranmanın en üst seviyesi de, Allah’ı görür gibi inanıp, bu inançla ibadet etmektir.

Buna göre, Hz. İbrahim’in (a.s.) ihsan, yani Allah’ı görür gibi davranma (inanç, ibadet ve sair davranışlar) konusundaki imtihanının son safhası anlatılırken, sonradan gelecek insanlara da, hayatlarının her anında ihsanın hakim olması hususunda mesaj verilmektedir. Bu kapsamda kurban ibadeti de, kişinin Hz. İbrahim’in bu sınavını hatırlaması ve kendisinin de muhsin olabilmek için elinden geleni yapması gerektiği konusunda bilinçlenmesi adına önemli bir vesiledir.

Kurbanın bu özelliğine, kurban keserken okunması tavsiye edilen, Enam suresinin 162. ayetinde “De ki: şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi olan Allah içindir” buyurularak farklı boyutlarıyla dikkat çekilmiştir.

Saffat suresinde Hz. İbrahim kıssası anlatılırken, Hac suresinde de kurban ibadetinden bahsedilirken, ilgili ayetlerde öne çıkarılan en önemli hususlardan birisi de, bilinçli şekilde kurban keserek muhsin olabilmektir. Ya da, başka bir ifadeyle, bilinçli şekilde kesilen kurban, sahibinin muhsinliğinin (ihsan seviyesinde oluşunun) göstergesidir. Kur’an-ı Kerim’de (Maide, 2, Hac, 36), kurbanın şeair boyutlu bir ibadet (şeairillah) olduğuna özellikle dikkat çekilip, bundan dolayı da ona ayrıca bir saygı (ta’zim) gösterilmesi istenmektedir. Bunun yanında Hac suresindeki bir ayette (Hac, 32), Allah’ın şeairine saygı (ta’zim) göstermenin kalbin takvasından olduğu farklı bir anlatımla tekrar vurgulanıp: aynı suredeki bir başka ayette (Hac, 37) ise, kesilen kurbanların etlerinin de, kanlarının da hiçbir şekilde Allah’a ulaşmayacağı, ancak insanların takvalarının ulaşacağı ifade edilip, ayetin sonunda da, şuurlu olarak yerine getirilen kurban ibadetinin insanı ulaştıracağı manevi seviyeye dikkat çekmek açısından, “…muhsinleri müjdele” denilmektedir.

Hac suresinin 34. ayetinde ise, bütün semavi dinlerde kurban ibadetinin mevcut olduğu açık bir şekilde ifade edilirken, bu ayette aynı zamanda, kurbanın hangi hayvanlardan kesilebileceğine de açıklık getirilmiştir. “Biz her ümmete kurban ibadeti koyduk ki, (Allah’ın) kendilerine rızık olarak verdiği “en’am” (diye isimlendirilen) hayvanlardan bazıları üzerine Allah’ın adını ansınlar. Zira ilahınız bir tek ilahtır; siz de (İbrahim ve İsmail’in teslim olduğu gibi) O’na teslim olun. (Ey Muhammed!) Saygı ile itaat edenleri müjdele.” (Hac, 34).

Buna göre, kurban olarak kesilebilecek hayvanın, Arapça’da “behimetu’l- en’am” diye ifade edilen hayvanlardan olması gerekir. Bu hayvanlar da, tek tırnaklı olmayan, otla beslenen ve geviş getiren ehli hayvanlar olup, deve, sığır, manda, koyun ve keçidir.

Kur’an-ı Kerim’de, eti yenen hayvanlarla ilgili çerçeve çizilirken, başka ayetlerle (Maide,3, Bakara, 173, En’am, 145, Nahl, 115) yasaklandığı açıklananların dışında “behimetu’l- en’am” diye isimlendirilen hayvanların helal olduğu bildirilmiştir. (Maide, 2). Esasen, Arapça’da behime kelimesi, dört ayaklı hayvanların genel adıdır; en’am ise, pençeli hayvanlar ile tek tırnaklı hayvanların dışındaki otla beslenip geviş getiren hayvanlardır. Dolayısıyla, eti yenen hayvanlar kapsamında olduğu halde, dört ayaklı olmayan kara hayvanları ile, deniz hayvanları da, ayette geçen “behimetu’l en’am” kapsamına girmemektedir. En’am suresinin 143 ve 144. ayetleri ile, Nahl suresinin 5-8. ayetleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, behimetu’l-en’am kavramının, otla beslenip geviş getiren, dört ayaklı ehli hayvanları kapsadığı anlaşılmaktadır. Buna göre, deve, sığır, manda, koyun ve keçinin bu kapsamda olduğu nettir. Bu kavramın, karaca, geyik gibi yabani hayvanları kapsayıp kapsamadığı ise tartışmalıdır. Her ne kadar, behimetu’l- en’am kavramının kapsamına girseler bile, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) in kurbanla ilgili uygulama ve açıklamaları dikkate alındığında, karaca, geyik gibi eti yenen yabani av hayvanlarının kurbanlık hayvanlar kapsamına girmediği anlaşılmaktadır. Ayrıca, kurban edilebilecek hayvanlarla ilgili Hac suresi 28 ve 34. ayetlerde yer alan “min” edatı, “behimetu’l-en’am” kapsamındaki hayvanların da sadece bir kısmının kurban olarak kesilebileceğini göstermektedir. Nitekim, En’am suresi, 143 ve 144. ayetlerinde geçen hayvan isimleri ve Peygamberimizin (s.a.s.) kurbanla ilgili uygulama ve açıklamaları dikkate alındığında, “behimetu’l-en’am” kavramının kapsamındaki hayvanlardan sadece bir kısmının kurban edilebileceği,; bunların da, deve, sığır, manda, koyun ve keçiden ibaret olduğu anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla kurbanlık hayvanlarla ilgili değerlendirmelerde, ayetlerdeki bu kayıtların dikkate alınması bilimsel bir zorunluluktur.

Kur’an-ı Kerim’de kurbanla ilgili ayetlerde (Hac, 28, 36) bildirilen bir husus da, kesilen kurbanın değerlendirilmesine dairdir. İlgili ayetlerde, kesilen kurbandan kesen kimsenin yemesi (yiyebileceği) emir sigasıyla ifade edilirken, sıkıntıya düşmüş fakirler ile, dilenenler ve haline kanaatkar davranarak dilenmeyenlere de yedirmesi yine emir sigasıyla bildiriliyor.

b- Hz. Peygamber’in Sünnetinde Kurban:

Hadis kitaplarının kurban (udhiyye – edahi) bölümlerinde yer alan rivayetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, konuyla ilgili hadisleri başlıca şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:

a- İslam’ın değerler sistemine aykırı kurban gelenek ve uygulamalarının yasaklanmasına dair hadisler:

Bu gruptaki hadislerden bir kısmı, mutlak olarak Allah’tan başkası adına hayvan kesimini şiddetle yasaklayan hadisler (Müslim, H.No: 1978), bir kısmı ise, o günkü Arap toplumunda uygulandığı halde tevhid anlayışına aykırı unsurlar içeren kurban çeşitleri ve uygulamalarının (fera, atire gibi) yasaklandığına dair hadislerdir (Buhari, Akika, 3,4; Müslim, H.No:1976).

b- Peygamberimizin (s.a.s.) hiç aksatmadan her yıl kurban kestiğine dair rivayetler:

Hadis kitaplarında yer alan rivayetler incelendiğinde, Peygamberimizin (s.a.s.) kurbanın meşru kılındığı yıl olan hicretin ikinci yılından sonra vefatına kadar hiç aksatmadan, her yıl kurban kestiği ifade edilmektedir. (Tirmizi, Edahi,11).

c- Yeterli mali imkana sahip olan herkesin kurban kesmesinin gerektiğine dair hadisler:

Peygamberimiz’den, (s.a.s.) mali durumu müsait olan Müslümanların her yıl kurban kesmelerini emrettiği birçok hadis nakledilmiştir. Bu hadislerden bir kısmında, kurban kesmenin fazileti anlatılırken, bir kısmında ise, durumu müsait olduğu halde kesmeyenler kınanıyor.

Kurban kesmenin faziletiyle ilgili bir hadiste, Peygamberimiz (s.a.s.), Kurban bayramı günü, âdemoğlunun Allah’ın en hoşuna giden amelinin kurban kesmek olduğunu ifade etmiştir. (Tirmizi, Edahi, 1).

Mali durumu müsait olduğu halde kurban kesmeyenlerin kınandığı hadislerden birisinde ise, Peygamberimiz (s.a.s.) “Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse, bizim mescidimize yaklaşmasın” buyurarak, konunun önem derecesini farklı bir üslupla belirtmiştir. (İbn Mace, Edahi, 2).

d- Yeterli mali imkana sahip her aileye (ev halkına) kurban kesmenin gerektiğine dair hadisler:

Yeterli mali imkanı bulunan kimselerin kurban kesmeleri gerektiğini bildiren hadislerin bir kısmında ise, bu mükellefiyet, Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından “Ey insanlar, her sene her ev halkına kurban kesmek gerekir” şeklinde ifade edilmiştir. (Tirmizi, Edahi, 18; İbn Mace, Edahi, 2).

e- Kurbanın kesim vaktine dair hadisler:

Birçok rivayette nakledildiğine göre, Peygamberimiz (s.a.s.) kurbanı bayram namazından önce kesmeyi yasaklamış; hatta, bayram namazından önce kurban kesenlerin kurbanlarını iade etmesi gerektiğini emretmiştir. (Muvatta, Dahaya, 4-5; Müslim, H.No:1960-1962).

f- Kurbanlık hayvanlarda bulunması gereken özelliklere dair hadisler:

Bu gruptaki hadislerin bir kısmında (çeşitli vesilelerle), kurban edilecek hayvanların yaşıyla ilgili esaslar anlatılmıştır (Müslim, H.No:1963); bir kısmında ise hastalık ve sakatlık gibi sebeplerden dolayı, hayvanların kurban olmasına engel olan durumları açıklanmıştır. (Muvatta, Dahaya, 1-2).

g- Kurban etinin değerlendirilmesiyle ilgili hadisler:

Kurban etinin değerlendirilmesiyle ilgili esaslar anlatılan hadislerde, bu etlerin, yenilebileceği, yedirilebileceği, biriktirilebileceği ve de tasadduk edilebileceği ifade edilmiştir.

Ancak konuyla ilgili bazı rivayetlerde, Peygamberimizin (s.a.s.) önceleri kurban etinin üç günden fazla tutulmaması gerektiğini ifade ettiği, ancak daha sonra bu sınırlandırmayı kaldırdığı ifade edilmektedir.

Bu sınırlandırmanın gerekçesinin ise, o günlerde Medine’deki fakir insanların (dışarıdan gelen fakir bedevi ziyaretçiler ve de sıkıntı içindeki başkalarının) da bu etlerden nasiplenmelerini sağlamak olduğunu, bizzat Peygamberimiz (s.a.s.) açıklamışlardır.

Dolayısıyla kurban etinin değerlendirilme şekli hakkındaki rivayetlerde açıklanan esaslar, genellikle bu bilgilendirmeden sonra yer almaktadır. (Muvatta, Dahaya, 6-8; Müslim, H.No:1971-1977).

İslam alimleri, genel anlamda ibadetlerle ilgili ayet ve hadislerden hareketle, kurbanın da mali bir ibadet olması cihetiyle, kesilen kurbanın etinin veya faydalanılabilecek herhangi bir organının kazanç sağlamak için satılamayacağı, satılırsa da satış bedelinin mutlaka tasadduk edilmesi gerektiği görüşündedirler.

Buna göre, kurban etinin, derisinin ve sakatatının da dünyevi bir menfaat sağlamak için satılması caiz değildir. Hatta kurbanın ücretle kestirilmesi durumunda kurbanın etinin veya kesilen hayvanın iktisadi değeri olan herhangi bir parçasının ücret olarak verilmesi de caiz değildir.

Yani kurbanın tümünün ibadet amacına uygun olarak değerlendirilmesi gerekir.

Hadis kitaplarındaki kurbanla ilgili hadisler bir bütün olarak değerlendirildiğinde anlaşılıyor ki, Peygamberimiz (s.a.s.) her yıl aksatmadan kurban kesmişler ve mali imkanı müsait olan Müslümanların da kurban ibadetini aksatmamaları gerektiğini bildirmişlerdir.

Ancak, Peygamberimizin (s.a.s.) çeşitli vesilelerle farz ibadetlerden bahsederken, kurbanı her müslümana farz olan ibadetler (namaz, oruç, zekat ve hac) arasında saymadığı görülmektedir.

Yani kurban ibadetinin önem derecesinin vurgulandığı hadislerde, bu ibadetin aynî farz (farz-ı ayn) seviyesinde bir ibadet olmadığı da anlaşılmaktadır.

Bu kapsamda, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz.Ömer (r.a.) dönemindeki kurbanla ilgili bazı uygulamalar da, kurban ibadetinin Kur’an ve Sünnet’le sabit olduğu halde, farz olmadığını anlatmaya yöneliktir. (Kurtubi, VX,108).

Kurbanın Hükmü Konusunda Müçtehid İmamların İçtihadları

Konuyla ilgili bu ayet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendiren müçtehit imamlardan her birisi, kendi içtihat sistematiğindeki temel ilkeler (usul-ü fıkıh kaideleri) gereği olarak kurban ibadetinin dini hükmünü belirlemeye çalışmışlardır. Konuyla ilgili görüş ayrılıkları, farklı içtihat ilkelerinden kaynaklanmaktadır.

Dinen gerekli şartları taşıyan kimselerin kurban kesmesi, İmam Ebu Hanife’ye göre vaciptir.

Bu konuda İmam Malik’ten iki görüş nakledilmektedir ki, bu görüşlerden birisine göre kurban kesmek vacip, diğerine göre ise müekked sünnettir. Bilindiği gibi, Maliki içtihat sistematiğinde vacip terimi, Hanefilerin farz teriminin karşılığıdır. Zira Maliki, Şafii ve Zahiriler başta olmak üzere, müçtehit imamların çoğunluğuna göre, özellikle de ibadet konularında farz – vacip ayrımı bulunmamakta ve bu iki terim aynı anlamda kullanılmaktadır.

Zahirî mezhebi alimlerinden İbn Hazm, İmam Ebu Hanife’nin kurbanla ilgili görüşünü naklederken “farz” şeklinde ifade etmesi (el-Muhalla, VIII,4), genellikle ilk dönem müçtehitlerinin vacip-farz ayrımı yapmadan, farza vacip, vacibe farz demeleri sebebiyledir. Bundan dolayı, içtihat sistematiklerinde farz-vacip ayrımı netleşmeyen ilk dönem müçtehitlerinin, kurbanın hükmü konusunda vacip derken, Malikilerde olduğu gibi “farz” anlamını kastetmiş olma ihtimalleri oldukça yüksektir.

Maliki mezhebinde, kurban konusunda İmam Malik’in iki görüşünden vacip (farz) olduğuna dair görüşü değil, müekked ayni sünnet olduğuna dair olan görüşü mezhepte ağırlık kazanmıştır. Maliki mezhebindeki müçtehitlerden, kurban kesmenin vacip (farz) değil müekked sünnet olduğunu kabul edenler de, kurbanı diğer müekked sünnetlerden daha üst derecede gördüklerinden dolayı, sünnet olduğunu söylerken de, özel olarak önemini vurgulayan ifadeler eklemektedirler.

Maliki mezhebinde kurbanın sünnet olduğunu söyleyen fakihlerin konuyla ilgili ifadelerinden anlaşıldığına göre kurban kesmek, normal şartlardaki müekked sünnetlerden daha üst derecede bir konumda olup, ancak farz da değildir. Farz (vacip) ile müekked sünnet arasındaki bu konumlandırma, adeta Hanefilerin vacip anlayışı paralelindedir.

Görülüyor ki, kurbanın hükmü konusunda, Malikilerin görüşüyle Hanefilerin görüşü, büyük ölçüde paralellik arz etmektedir.

Hanefiler ve Şafiiler başta olmak üzere, müçtehitlerin çoğunluğuna göre ise, koyun ve keçi, kurban mükellefi bir kişi için: deve, sığır ve manda ise, yedi kişi için kurban olarak kesilebilir.

Şafiiler, Hanbelîler, Caferiler ve Zeydilerin de içinde bulunduğu müçtehit imamların çoğunluğuna göre, kurban kesmek müekked sünnettir. Hanefi müçtehitlerden İmam Ebu Yusuf’tan da bu konuda iki ayrı görüş nakledilmiştir ki, bunlardan birisine göre kurban kesmek vaciptir, diğerine göre ise müekked sünnettir.

İmam Şafii’ye göre, kurban kesmeye gücü yeten kimse, yolcu hatta hac için Mina’da bulunuyor olsa bile, kurban (udhiyye) kesmekle mükelleftir. Fakat İmam Şafii’ye göre, kurban kesmek, gücü yeten kimse için müekked aynî sünnet, bakmakla yükümlü bulunduğu aile fertlerinin her biri hakkında ise, kifai sünnettir. Dolayısıyla, bir ailede kesilen bir kurban, sahibi için ayni müekked sünnetin, aile fertleri içinse kifai sünnetin ifası mahiyetindedir. (Şafii, el-Ümm, II,221-224).

Şafiilere göre kurban kesmeye gücü yeten kimsenin kurban kesmesi, müekked sünnet ise de, Şafii içtihat sistematiği içerisinde kurban ibadeti, diğer müekked sünnetlerden daha üst derecede bir mükellefiyettir; ancak farz da değildir. Bilindiği gibi, Şafii içtihat sistematiğinde de, vacip ve farz genellikle aynı anlamda kullanılmaktadır. Dolayısıyla, sünnet ile farz (vacip) arasında ara bir teklifi hüküm bulunmamaktadır. Ancak, kurbanı diğer sünnetlerle aynı seviyede görmedikleri için, normal olarak müekked sünnetlerden üst, farzdan (vacipten) ise daha alt kademede bir ibadet olduğunu belirtirken, bu ara kademeyi ifade eden bir terim bulunmadığı için, müekked sünnet ifadesi yanında bazı kayıtlar koymayı gerekli görmektedirler. İmam Şafii’nin, kurbanın hükmü konusundaki ifadelerinde, kurbanın sünnet bir ibadet olduğunu, terk edilmesini sevmediğini, ancak farz da olmadığını belirtmesi bu durumdan dolayıdır. (Şafii, el-Ümm, II,221-224).

Bu yüzden, kurbanla ilgili olarak Şafii mezhebindeki temel fıkıh kitaplarında “terk edilmemesi gereken, dini şeairden olan müekked sünnet” ifadesi yer almaktadır. Dolayısıyla, kurbanın diğer sünnetlerden farklı olarak, sahip olduğu bu özel konumunun, şeair boyutlu bir ibadet olmasından kaynaklandığı ifade edilmiştir. (Nevevi, Mecmu, VIII, 383-384).

Bilindiği gibi, Şafii mezhebinde şeair boyutlu mükellefiyetler, özel bir konuma sahiptir. Herhangi bir dini mükellefiyetin şeair (şiar) boyutlu olması, onu değerler sistemi içerisinde daha üst seviyede bir konuma getirmektedir. Şafii mezhebindeki fıkıh kitaplarında, sırf şeair özelliği taşıdığından dolayı, ezan, namazın cemaatla kılınması ve hatta cemaatle namaz kılarken kamet getirilmesi, (farklı içtihatlar bulunmakla birlikte,) müekked sünnet olduğu halde, farz-ı kifaye gibi değerlendirildiği görülmektedir. (Nevevi Mecmu, III, 82 vd.; IV, 182 vd.; Remlî, Nihayetu’l-Muhtac, II, 129 vd.). Şafii içtihat sistematiğinde, şeair özelliğinden dolayı, kifai sünnetler ayni müekked sünnete, kifai farzlar da ayni farzlara göre, sevap ve sorumluluk açısından daha önceliklidir. (İsnevi, Temhid, 74-78).

Görülüyor ki, Şafii mezhebindeki anlayışa göre de, kurban kesmenin hükmü sünnet olarak isimlendirilmekle birlikte, normal şartlardaki müekked sünnetlerden daha üst konumdadır. Yani, Şafiilere göre de kurban kesmek farz değildir; ancak şiar mahiyetli olduğu için diğer müekked sünnetlerden de daha üst konumdadır. Hatta, bu değerlendirmelerden, Şafilere göre kurbanın, Hanefilerdeki vacipten daha üst seviyede bir dini mükellefiyet olduğu anlaşılmaktadır.

Buna göre, hem Maliki ve hem de Şafii mezhebinde yazılan fıkıh kitaplarındaki, kurbanın (udhiyye) sünnet olduğuna dair ifadelerden hareketle, bu ibadetin gerektiği gibi önemsenmemesi sonucuna götüren değerlendirmeler bilimsel olmaktan uzaktır.

Sonuç yerine:

Kurban kesmenin önemine dair hadislerdeki vurgulu ifadelerden, Peygamberimizin (s.a.s.), ümmetinden mali durumu müsait olanların kurban kesmemesini kabullenemediği, hiç kimsenin kurban borcuyla Allah’ın huzuruna çıkmasını istemediği için de, kestiği kurbanların sevabına ümmetini de iştirak ettirmiştir. Bu uygulama, Peygamberimizin (s.a.s.) ümmetinden hiç kimsenin kurban ibadetinin sevabından mahrum kalmasını arzu etmediğini göstermektedir. İşte, Peygamberimizin (s.a.s.) kurban kesimi esnasında, kestiği kurbanın kabul edilmesi için dua ederken, “Bu (kurban) benim adıma ve ümmetimden kurban kesmeyenlerin (kesemeyenlerin) adına” demeleri (Ebu Davud, Tirmizi), bu açıdan önemli mesajlar ihtiva etmektedir.

Prof.Dr. Beşir Gözübenli – Yeni Ümit Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: