Metabilgi – Metabilim Yazıları (1)

Ayhan KÜFLÜOĞLU – ayhank27@gmail.com – 30.Ağustos.2025

TV, medya, internetin ürettiği ve bizi de, bunlarla meşgul ettiği sahte ve geçici gündemler (Gazze hariç) dışında kalmaya çalışarak, kendi gündemimi belirlemeye çalışıyorum. Bugünlerde içime doğan veya içimde olup da, şimdi netleşmeye başlayan, bazı düşüncelerimi aşağıya yazdım. Sizin de hoşunuza gideceğinden emin olduğum için, sizle de paylaşayım dedim. Bence, bu aşağıdakilerden 2 – 3 yazı konusu çıkar ama bu uzun sürer; hem, eksiksiz olsun diye beklettiğim, bitmemiş o kadar çok yazı var ki! Seneler geçmiş yeni farkettim!.. Bu sebepten; artık “deneme, makale, metin” şartlarını düşünmeden, “giriş – gelişme – sonuç” demeden; konulara, kitabın ortasından gireceğim. Çünkü: Yeni yeni farkediyorum ki, “mükemmel, iyinin düşmanı” gerçekten. Ve daha önemlisi: Ömür kısa; yani hiçbirşey bekletmeye, ertelemeye gelmemeli bence. İşte başlıyoruz:

1) Bazı tasavvuf kitaplarında mâna ve mefhum olarak geçen şu iki cümle:

“İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım.”

“İnsanın sırrı benim sırrımdır, benim sırrım da onun sırrıdır.”

Nedir bu sır? “Ene”, yani “ben(lik)” mi acaba? Ya da enenin kullanımıyla açığa çıkan birşey mi, bu sır?…

Peki “Ene / Ben(lik)” dediğimiz şey, bir yanılsama olabilir mi? Yani: Bir nevi halüsinasyon ve illüzyon ve serap gibi…

Veya: Bir ipin ucunda hızlıca döndürdüğümüz bir lâmbanın oluşturduğu; sahte bir ışık çemberi mi? Sadece bir algı – imaj ve zihnimizde oluşan, bir “görünüş” mü ben(lik)?

Veya: Eşya’nın sağı-solu gibi; itibarî ve izafî bir varlığı var ama haricî ve somut bir vücud ve mevcudiyeti yok mu?

Yoksa “ben(lik)”, şuurun ta kendisi veya kendini görmesi mi!?…

“Ene / Ben(lik)”; o her neyse, tecrübeden doğmayan ama tecrübeyi mümkün kılan birşey… Daire veya Sıfır veya O harfi gibi, kendine katlanan/dönen/bağlanan bir farkındalık hâli… Sayfanın ortasında bir iğneyle açtığımız ufacık bir “delik” gibi; yani vücudu olmayan, ademe yakın birşey. Veya: Beyaz bir sayfada, siyah mürekkeple yazılmış bir “nokta”; “siyah nokta”, yani ışığın yansımadığı, çünkü üzerine gelen tüm ışığı yutan. Zaten ışığın yansımadığı, ışığın yutulduğu, siyah, “ademî” harfleri okuyoruz, kitaplarda… Mutlak Zât’ı, Mutlak Yok’a yakın birşey ‘anlayabilir’ bence de. “Yok”, zaten; isimsiz – sıfatsız, hattâ varlıksız olmalı ki; Mutlak Zât’a, tam ayna olunabilsin; vücud nurlarıyla tanışabilsin… O’nu tanımak için, başlangıçta “ikilik” ve bunun doğurduğu “ayniyet ve zıttıyet” şart galiba…

Ne diyorduk?: İşte “ene” yani “ben(lik)”; algı ve tecrübeden doğmayan, eşyanın “sağı – solu” gibi itibarî ve nisbî bir vücud/mevcudiyete sahip birşeyken; insanda tecrübenin çoğalmasıyla, haricî ve somut bir vücud ve mevcudiyeti olduğu, zan ve vehmine kapıldığımız birşey. Tıpkı; ipin ucuna bağlı bir lâmbanın, hızlıca döndürülmesiyle, hariçte, somut bir “ışık çemberi” olduğu, “görüntü / görünüş” zan ve vehmine kapılmamız ve bu vehmi, hariçte de görmemiz gibi…

“Ben(lik)”; şuurun ilk hâlinde mi, yoksa kendisine katlanışında mı zuhur ediyor ya da “nokta” veya “sıfır” veya “daire” gibi, kendi içine kıvrılan ve bağlanan birşey mi? Yoksa “gözbebeği” gibi; herşeyi göstermek için, kendisini göstermemesi gereken, ancak o zaman işe yarayan, “delikimsî bir menfez” mi? Biz belki bu boyutumuzda ene’yi; “delik” veya “nokta” olarak görüyoruz ama belki alt veya üst boyutta; O’nunla bağlantı ve alışverişi sağlayan, incecik bir tünel, bir tel, bir sicim o! Tıpkı, anne karnındaki bir bebeğin, göbek kordonuyla beslenmesi gibi; belki biz de manevî feyz ve rızkımızı, o iplikimsi, incecik “ene tel / tünel / boru”yla alıyoruz… (İleride belki bunun, Sur Borusu’yla bağlantısı varsa, araştırayım.)

“Ben(lik)” yani “ene”yi tanımak için, etrafında gezdirdiğimiz kameranın açı ve kadrajını biraz değiştirelim şimdi. İnsanda “ben”; yani “ben(lik) his ve şuuru”nun var oluş veya kuvvetlenme ve pekişmesinin nedeni nedir? Nedeni: O insanın, kendinde gerçekleşen fiil ve davranışları, sahiplenmesi; yani kendinden bilmesi. Yani: “Fiil”ini sahiplenmesi ve bunun olağan sonucu olarak, o fiilin sonucunda ortaya çıkan “eserler”i de sahiplenmesi. Halbuki, fiillerimizin sahibi ve yaratıcısı, yönetici ve hâkimi biz değiliz; dahası, o fiilleri yaparken bile nasıl olduğunu bilmiyoruz; olurken, nelerin – nasıl olduğunun fark ve şuur ve bilgisinde değiliz yani, görmüyoruz.

Meselâ: Elimizi kaldırırken veya yürürken, bu fiili nasıl yaptığımızı bilmememiz (beyinde, hangi kısımdaki nöronlar, biyoelektrikkimyevî reaksiyonlarla aktive edilecek; burada oluşan sinyaller, hangi sinir ağıyla, hangi kaslara, kaç amper/milivoltla iletilecek vs…) ama “yürümeyi istememiz” ile bu istek ve duanın “ânında kabulü”yle, yaratılma ve inşası arasında geçen sürenin çok ânlık ve ardarda olması, bizde “bu yürüme fiilini ben yapıyorum” zan ve inancının doğmasına sebep olmakta. Bu, her insanda olan “istemek” ile, yani “bilinçsiz dua” ile Allahû Teâlâ’nın o duayı ânında kabulüyle; yani o fiili “yaratması” arasındaki sürenin kısalığı ve ardardalığı ve her fiilimizde bunun tekrarıyla; bizde “fiillerimi ben yapıyorum” fikrinin, doğma ve kuvvetlenme ve pekişmesine sebep olmakta. Halbuki mantıken; bir fiilin nasıl olduğunu, nasıl yapıldığını bilmiyorsak; “bu fiili ben yapıyorum” demek doğru değil. En fazla; “bu fiili, ben yapmak istedim” diyebiliriz. Ki bu “arzu, istek, istemek”te de (bilinçsiz dua), muğlak bir taraf var.

Yani: Hadi fiil ve düşünce, iradî diyelim. Yani ne düşüneceğimiz ve yapacağımıza biz karar veriyoruz diyelim. Peki, bu fiil ve düşünceye neden olan, gayr-i iradî içimize doğan “meyil, istek ve arzular”ı, nasıl sahipleniyor insan?… Evet; ne yapacağımız, hattâ ne düşüneceğimiz, nisbeten irade ve kararımız dahilinde ama ne hissedeceğimize, hattâ ne isteyeceğimize (arzu ve dışsal sevk ve içsel şevk anlamında) biz karar vermiyoruz gibi. Yani: Mutlu olacağım diyerek, mutlu olamıyoruz veya şimdi şu adama kızacağım veya kıskanacağım veya kin duyacağım deyip, ruh durumu ve hislerimizi tercih ve değiştiremiyoruz… Galiba hayat imtihanında, başımıza gelen soruları biz seçmiyoruz ama ne cevap vereceğimiz bize bağlı…

2) “Nur”un bir temsil ve misali olan “ışık”la, nesneleri görüp, onlara çarpmadan yürümemiz ve elimizle tutup, onları kullanmamız gibi; nur’un aydınlattığı basiret göz/nuru da; kâlp ve zihinde, eşyayı, “olduğu gibi” (yani bozmadan-bulandırmadan, tıpkı saydam ve şeffaf bir cam veya renksiz bir ayna gibi) gösterir. Yani: “Maddî Işık”, eşyanın mülk boyutunu/zahirini; “Manevî Nur” da, melekûtunu/bâtınını gösterir eşya ve hâdiselerin…

Gazalî Hazretleri (R.Â.) de, aklî istidlâl ve husulî bilgiyle ulaşmamıştır hakikâte. O; içine doğan, huzurî ve hadsî bir bilgi çeşidi olan, sezgiyle ulaşmıştır, hakikâte. Yani: Ayrı ve uzaktan, kavram ve ilim vasıtasıyla “bilmek”le değil; arada kavram ve ayrılığın olmadığı “tanışmak”la. Yani: “İlim”le değil, “irfan”la ulaşmış ve görmüş ve yaşamıştır hakikâti… Yani: Gazalî hazretleri; içine doğan ve onu hastalık derecesinde girdabına alan şüpheyi, delil-ispatla gidermemiştir. Ya nasıl gidermiştir?: Şüphe’yi doğurup-kaynaklık eden; bataklık ve nedeni kurutarak, gidermiştir. Tıpkı: Bir sivrisineği öldürmek yerine, o sivrisineklerin kaynağı olan bataklığı kurutmak gibi. Tıpkı: Ellerinin üzerinde “yürüyen filler” gören bir halüsinasyon hastasına; “ellerinin üzerinde fillerin yürüyemeyeceği, çünkü fillerin, ellerinden çok büyük ve ağır olduğunun” izah ve ispatıyla; o adama, gördüğü şeyin doğru olmadığını ispat etmek yerine; o adama, verilen bir ilâçla, o halüsinasyonu doğuran, hastalığını gidermek gibi…

3) Rü’yada, şuurumuzun şuurunda olmuyoruz; yani şuurumuz; O veya U harfinin şekli gibi, kendisine katlanmamış; bu sebepten kendisini görmüyor; bu sebepten, şuurumuz kendisinin farkında değil. İşte rü’yalarımızda, şuurumuzun şuurunda olmadığımız için; yani rü’yadaki şuurumuzun farkında olmadığımız için; bu sebepten, rü’yada olduğumuzun farkında olmayız. İşte bu sebepten; rü’yada yaşadığımız / gördüğümüz, olağanüstü veya saçma ve gayri mantıkî olaylar, bize anormâl gelmez… Eğer rü’yadaki şuurumuza şuurumuz olsa, yani şuurlu olduğumuzun fark ve ayırdına varsak; zaten uykuda ve rü’yada olduğumuzun farkına varıp, uyanıyoruz. Veya: Bir kısım insanların başardığı, “Lucid Rü’yalar” nevinden; uykudan uyanmayı tercih etmeyip, o ân gördüğümüz rü’yayı yönetmeye başlıyoruz.

Peki gerçek dünyada da, “şuurlu olduğumuzun şuurunda olduğumuzun şuurunda olsak”; yani şuurumuzun, Z harfi gibi, ikinci bir kendine katlanışı gerçekleşse; fizik kurallarını ihlâl ederek, bu madde ve bu dünyayı kontrol edebilir miydik, yönetebilir miydik? Çünkü: Rü’yada, şuurumuzun farkına varıp, şuurlu olduğumuzu farkettiğimiz zaman; rü’yada olduğumuzu da farkediyoruz. Rü’yada, şuurun bu kendisine ilk katlanışında; rü’yada olduğumuzu farketmemiz; uyanmayı tercih etmediğimiz zaman, bize rü’yayı yönetme kudreti veriyor (Lucid Rü’yalar). Aynı durum; bu dünya için, şuurun ikinci katlanışında mümkün olabilir mi acaba? (Matrix’teki, Neo gibi.)…

Dünyada, hayvanlarda da “şuur” var ama şuurlarının kendisine katlanışı yok; yani hayvanlar, “şuurlarının, fark ve şuurunda” değiller. İşte bu sebepten; hayvanlar, içerisinde yaşadıkları bu dünyayı, bizim, “rü’ya”yı yaşama / algılamamız gibi, algılıyorlar. Gene bu sebepten; onlarda, yaşadıkları bu dünya için “mantıklı-mantıksız, olağanüstü – değil” ayrımı yok. Ve gene bu sebepten; hayvanlarda olan “akıl” bilkuvve kalıyor; bilfiile dönüşemiyor; bu sebepten onlarda, “akıl yürütme (fikir) ve mantık” süreçleri de doğmuyor / tetiklenmiyor. Yani hayvanlar; tıpkı, bizim rü’yalarımızda olduğumuz gibi, yaşıyor ve algılıyorlar bu dünyayı.

Biz insanlarda ise; “Mantık ve Metaaksiyom, İlk Bilgiler” ve onun doğurduğu “Akıl ve Akıl yürütme” ve onun doğurduğu “Tereddüt ve şüphe” ve onun doğurduğu “Tenkid”; şuurumuzun, kendisine ilk katlanışında belirir; yani şuurumuzun şurunda olduğumuzda; yani “var ve şuurlu” olduğumuzu farkettiğimizde; yani şuurumuzun, kendisini fark ve görmek için kendisine yaptığı ilk katlanışta (O veya U harfinin şekli gibi, kendisine bükülen teli düşünün). Şuurumuzun bu ilk katlanışından sonra; kendisine yapacağı ikinci bir katlanışla; yani “şuurumuzun şuurunda olduğumuzun da şuurunda olmak” aşamasında; “şüphe ve doğurduğu tenkid” de zail olur. Fakat şuurun; başlangıçta, kendisine yaptığı ilk katlanışta bilfiile dönüşmüş olan “akıl ve akıl yürütme / fikir ve fikretme” bâkî kalır, kaybolmaz.

Burada, şuurun bu kendisine yaptığı ikinci katlanışta, “şüphe”nin zail olmasının nedeni; şüphenin cevaplanmasıyla değildir; yani aklî istidlâl, delil-ispatla değildir. Ya neyledir?:

Şüphe edilen şeyden, şüphe edilemeyecek kadar kesinliğe ulaşılması sebebiyledir. Yani: “Şüphe ve soru”ya, aklî-ilmî ve kavramla verilmiş bir cevap değil de; şüphenin doğma sebeplerinin ortadan kalktığı, hadsî bir kesinlik ve eminlik hissine ulaşılması sebebiyledir. Yukarıda Gazalî Hazretlerinin, içine düştüğü şüpheden çıkışını hatırlayın ve verdiğimiz halüsinasyon örneğini… Buna, “halüsinasyon”dan başka; menfiyi çağrıştırmayan daha iyi bir örnek verilebilirdi belki ama şimdilik bu geldi aklıma.

Hayvanlarda, “ben” ve “benlik hissi” var mı? İnsanlardaki “ben”; şuurun ilk katlanışında mı zuhur ediyor, yoksa katlanmadan önce de mi var? Bunları düşünüyorum şimdi…

Allahû Teâlâ, “el” yarattığı insana, o el’in tutma kabiliyet ve kapasitesini de verdiği gibi; “akıl” verdiği aynı insana; o aklın, dışarıdan duyu penceresiyle gelen “bilgi”yi koklayıp – farkedip, tutabilmesi ve kullanabilmesi için de; insana doğuştan verilen/gelen; “doğruluğu kendinden açık olduğu için, doğruluk – yanlışlığı ispat edilemeyen; yani temellendigi daha temel altparça, cüz ve öncülleri olmayan”; “metaaksiyom / aklî ilke ve mantık kuralları”nı ve bunun sonucu, “düşünme / fikretme”yi vermiştir. Bu “ilk bilgi / metaksiyomlar, “bilinçli düşünme”nin öncesinde var ve bu bilgi/metaaksiyomlar olmadan; “ben” bile diyemeyiz; bu metaaksiyomlar, “ben(lik) ve bilinç”ten de önce yani. Şuurumuzun kendisine katlanışı, yani kendisinin farkında olması, yani “şuurlu olduğumuzun şuurunda olmak”ı sağladığı / yarattığı için, biz insanlar “akledebiliyor” ve bunun sonucu “ben” diyebiliyoruz…

4) Matrix filmindeki Neo’ya hap verilmeden, yaşadığı gerçekliğin bir “rü’ya ve simülâsyon” olduğunun söylenmesi ve onun, buna inanması; ona, simülâsyonu idrak ve değiştirme gücü vermeyecekti. Yani bu idrak ve derin anlayışın oluşması için; illâ simülâsyondan çıkması, yani uyanması gerekiyordu. Ki bu uyanışla ancak; “simülâsyon içi ve dışı” arasındaki farkı, içten duyumsayabilirdi…

Çünkü: Rü’ya ve simülâsyondan çıkmadığımız müddetçe; tıpkı balıkların, doğduklarından beri “suya alıştıkları” (ülfet) ve “suyun dışı”nı bilmedikleri ve ayrıca suyun, kendilerine her yönden eşit basınç uyguladığından dolayı; su’yu farketmemeleri gibi…

Tıpkı: Bizim hava basıncını ve yerçekimini hissetmememiz gibi veya giydiğimiz pantalon veya oturduğumuz sandalyenin, vücudumuza yaptığı basınç ve etki hissini, bir süre sonra beynimizin dikkate almaması gibi. Yani: Pantalon ve sandalyenin bizde yaptığı etkiye, şuurumuz olmaması gibi…

Devamı gelecek.

Sende yorum yazabilirsin