Müslümana Çok Büyük Bir Vazife

«Risale-i Nur imanı kurtarması cihe­tiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi imanla kur­ta­rıyor. Bir milyon tale­besi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebedi­yesini te­mine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâ­niye-i dün­yeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kablelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. » (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 112)

«Madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aley­hinde te­raküm eden Avrupa feylesoflarının itiraz­ları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir sa­adet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan er­kân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlen­dirmeliyiz.» (Şualar sh: 166)

«Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, ima­nını kurtarmaktır, başkaların ima­nına kuvvet vere­cek bir surette çalışmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 62)

«Biçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyor­lar değil, belki derd‑i maişet veyahut o heyet-i ulema­daki bü­yük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak derecesin­de­dir zannıyla lâkayt kalıp, ruh­satla amel et­meye kendine fetva buluyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 214)

«Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtar­mak yolunda dünyamı da feda ettim, âhi­retimi de…. Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin—adedini de bilmiyorum ya, öyle diyor­lar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha zi­yade—ima­nını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız ken­dimi kurtaracaktım fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşak­katlere tahammül ile bu kadar imanın kur­tulma­sına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd ol­sun.» (Tarihçe-i Hayat sh: 629)

«Hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikat­lerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i mün­feritten kurtar­maktır.» (Şualar sh: 313)

«İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden bir­tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim in­dimde binler ezvak ve kerâ­mâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik‑i ima­niyenin inkişafı ve vuzu­hudur.”

Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükme­di­yor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemâl-i vuzuhla  be­yan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden Sözler, velâ­yetten matlup olan netice­leri verebilirler.» (Mektubat sh: 355) 

İMAN HİZMETİNDE RİSALE-İ NUR’LARIN ROLÜ

«Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rıza-yı İlâhiyeden başka hiçbir maksada vesile olamadı­ğını ve doğrudan doğruya herşeyden evvel iman haki­katlerini ders vermek ve biçare zayıfların ve şüp­heye düşenlerin imanlarını kurtarmak oldu­ğunu, elbette sizin gibi Nurun has şakirdleri biliyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)

Taklidî imanın mukavemet edemediği ahirzaman fit­nesi ce­reyanına karşı Risale-i Nur ve onun hâlis ve sâdık ta­le­belerinin çâre olduğunu nazara veren Bediüzzaman Hz.nin yazdığı mektu­bun bir kısmında deniliyor ki: 

«Bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fit­ne­lerin savletinden mü’minlerin imanlarını kur­tarması nokta­sından, Risale-i Nur öyle bir ehemmi­yet kesb etmiş ki, Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat et­miş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona be­şa­ret vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (r.a.)  kerametkârâne on­dan haber verip ter­cümanını teşci etmiş.

Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzak­laş­mış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücu­muna mukavemet etti­re­cek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazi­feyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herke­sin anlaya­cağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imani­yenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhan­larla ispat ederek, o iman-ı tahkik­îyi taşıyan hâlis ve sâdık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şe­hir­lerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli ku­tup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i isti­nadı ola­rak, bilinmedikleri ve gö­rünmedikleri ve görü­şülmedik­leri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalble­rine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret ve­riyorlar.» (Mektubat sh: 466)

Aynı mevzuda şu beyanlar da sarihtir:

«Ben dünyanın hâlini bilmiyorum, fakat Avrupa’da isti­lâkârane hükmeden ve edyân-ı semâvi­yeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi, âlem-i İslâm’ın ve Asya kıt’asının hâl-i hazırdaki itiraz ve itti­hamını izâle ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir.

Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk ak­lını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neş­retme­leri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuv­vetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olma­saydı bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sadme­lerden tam muhafaza edebilir miydi?» (Mektubat sh: 482)

«Çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dün­ye­viyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur’un şim­diye ka­dar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin sav­letlerini kırması ve yüz binler biçarelerin iman­la­rını kurtarması ve her­biri yüze ve bine mukabil yü­zer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ih­barını aynen tasdik etmiş ve vu­ku­atla ispat etmiş ve ediyor, inşaal­lah daha edecek.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)

«Evet, evvelâ başta cümlesi, ma­kam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o ta­rihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada mu­arız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir ka­nun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete dö­ner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kı­lıcıyla ola­cak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve ha­kikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bur­hanları izhar edip tebyin ve tebey­yün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gös­terir.» (Şualar sh: 271)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: