Nefis Ve Eneyi Kötülemeler

Nefis ve Ene Üzerine Eleştirel bir Yaklaşım

Nefis insanda çok en erken bir dönemde gelişim gösterir. Neredeyse varoluşuyla, nefes almaya başlamasıyla birlikte açığa çıkar. Yine insandaki en temel, en primitif dürtüler olan faydalanmanın ve lezzetçiliğin kaynağı ve muhatabıdır. Öyle ki, nefis faydalanmanın olmadığı, lezzetin bulunmadığı anlamsal alanlara karşı tümden iligisizdir. Temel yönlendiricileri nefis olan hayvanların yaşamsal merkezleri, yine faydalanma ve lezzettir. Yaşantılarının merkezinde faydalanmanın ve lezzetin bulunduğu insanların da hayvanlardan farklı bir düzlemde olmadıkları görülmektedir. Çünkü, çok yakınsak olan bu iki duygu bir varlığın iç âleminde hakim duruma geçtikleri zaman, diğer özelliklerin ve yönelimlerin tümünü bastıracak kadar etkili olabilmektedirler. Bu etkinin arkasında duyguların varoluşsal açıdan, fikirlerden daha derin etkinlikte yaratılmaları yatmaktadır. Bu durumu tersinden izah etmek mümkündür. Aklın bir meseleyi kavraması için, doğrulayabileceği bir anlatımın bir kez ifade edilmesi, çoğunlukla anlık bir tasdikle sonuçlanırken, duygulara sinebilmesi için defalarca tekrar edilmesine ve sınırı belirsiz bir sürecin işlemesine ihtiyaç vardır. Denklemin yönü çevrilirse; duyguların akıldan, tekrar sayısı çarpı işleyen sürecin aklın kavrama süresine oranı kadar kuvvetli olduğu gerçeği karşımıza çıkacaktır. Böylesine güçlü bir arzu ile yoğrularak yaratılan duyguların, kendisine oranla kat be kat zayıf kalan aklı defalarca mağlup etmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. İşte bu nedenle, hazır lezzetlere aşk derecesinde duygularla bağlı olan nefis, kendisinde var olan duygular kadar güçlü bir donanıma sahip vicdan ile ve şuura hitap eden vahyin prensipleriyle dizginlenmez ise, insan yaşantısını koşar adım bataklığa sevkedecektir.[2]

İnsanın gelişiminde kiritik dönemeçlerden birini oluşturan, lezzetçilik ve faydalanmadan sonra en erken dönemde açığa çıkan benlik duygusunun öncelikli tavrı, etken olduğunu duyumsadığı bir zeminde, ciddi bir sahiplenmedir. Sahiplenmek, asla ve öze yönelik bir bağımlılık duygusunun neticesidir. Kendi varlığını, kendisine bağlı gibi görünen her şeyin aslı olarak algıladığı için de öncelikle kendisine sevdalıdır. O denli yoğun bir sahiplenme arzusuna sahiptir ki, temsil ettiği bütünsel yapının çelişkilere düşmesine aldırmadan sahiplenmeye devam eder. Zaten kendini temsil ettiği bütünsel yapının aslı olarak gördüğü içindir ki, bir çelişki hissetmeden sahiplenmesine devam eder. Sahiplenebileceği alan dışındaki değerlerin kime ve niçin verildiğiyle ilgilenmezken, kendi tasarruf bölgesine kimsenin yaklaşmasına müsade etmez. Kainat onun sahiplenebileceği bir alan değildir. Bu nedenle kainatın bir yaratıcısı olduğu düşüncesine karşı çıkmaz. Ancak kainatın içerisinde olması nedeniyle, kainatın Yaratıcısına ait olduğu şüphe götürmez bir nesneyi, şüphe duygusuna aldırmadan sahiplenebilir.

Sahiplenmek ilk bakışta basit bir eylem gibi görünse bile, bir inanışa dönüştüğü zaman insanın mahiyetinde meydana getireceği tahribat tasavvur ötesidir. Ben vurgusunun merkezde olduğu bir insanın, benliğin edilgenliğini vurgulayan vahiyle çelişmemesi mümkün değildir. İlahî vahiy ise insanın merkeze taşınabilmesinin, kendisini merkeze koymamasıyla mümkün olduğunun altını çizmektedir. İktidarı elinin ulaşabildiği alanlarla sınırlı olan, bu iktidarın dahi gerçek sahibi olamayan bir noktanın kendiliğinden merkeze oturarak, kalbin, vicdanın, nefsin, duyguların hayal ötelerine uzanan ihtiyaçlarını yerine getirebilmesi, insanın varlığının her yönünden fışkırarak kendi özünde buluşan bekâ talebini karşılayabilmesi mümkün değildir.[3] İnsanın, böyle bir benliğin etkisiyle çelişkilere düşmesi, acz ve ihtiyaçlar ikileminde kalarak, ihtiyacı olan iktidarı kolay bir yol olan tahrip ve zulümde araması, bu sürecin beklenen sonucudur. Şu içerisinde yaşadığımız felaket zeminin arkaplanı da, varlığını mutlak bir kudrete dayandırmayan benliğin, sönük iktidarını tehdit eden her şeyi kendine düşman edinerek kapıldığı derin paranoyanın, huzursuzluğunu besleyen ihtiyaç-acz ikileminin neticesinde içerisine düştüğü şizofrenik hezeyanlarının ciddi bir payı vardır.[4]

[1] Malumdur, kılavuzu karga olanın…

[1] “Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mâ­nâsını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez.” Bediuzzaman Said Nursi 30. Söz 1. Maksad

[1] “…Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahi­yeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve mad­diyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb edi­yor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, on­lara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri hal­de—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zül­celâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır, “Bu çürümüş, kemikleri kim diriltecek” der, meydan okur gibi Ka­dîr-i Mutlakı acz ile itham eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsafına müdahale eder; işine gelme­yenleri ve

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

[2] Malumdur, kılavuzu karga olanın…

[3] “Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mâ­nâsını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez.” Bediuzzaman Said Nursi 30. Söz 1. Maksad

[4] “…Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahi­yeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve mad­diyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb edi­yor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, on­lara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri hal­de—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zül­celâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır, “Bu çürümüş, kemikleri kim diriltecek” der, meydan okur gibi Ka­dîr-i Mutlakı acz ile itham eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsafına müdahale eder; işine gelme­yenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun ho­şuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.” Bediuzzaman Said Nursi 30. Söz 1. Maksad

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: