Ölümü Güzel Görecek Bir Kıvama Nasıl Gelinebilir?

Ölüm konusunda gerek psikolojik, gerek filolojik, gerek eskatolojik açıdan son devrin en büyük âlimi Bediüzzaman Said Nursi’dir. O, tam bir uhrevi olarak hayat sürdü. Bir otel odasında vefat etti. Cesedi dahi iktidarı rahatsız ettiği için kabri kırılarak bilinmez bir yere defnedildi. Fakat Onun ruhunu taşıyan eserleri meydandadır. Uhrevi bir kişi için cesed değil ruh önemli olduğu, kitaplar ise kişinin ruhunu yansıttığı; yaşanan bir ilim ve maneviyat yazarın kitabını diri kıldığı için Bediüzzaman sureten ölü, hakikaten diridir. Başlattığı iman hizmetini devam ettiriyor, diyebiliriz.

Onun çok işlediği bir konu ölüm meselesidir. 14 ciltlik eserinin temeli olan konulardan birisini ölüm hakikati teşkil eder. Fakat Bediüzzaman’ı anlamak bir mesele, anlattıklarını yaşamak ayrı bir mesele… O, yaşıyor olarak konuşuyor. Bu yüzden ifadeleri ruhumuzu derinden etkiliyor. Fakat biz yaşamadan konuşuyoruz. Bundan dolayı biz insanların ruhunu bunaltıyoruz. Üstad’ın ölümün nimet oluşunu ve güzel bir hakikat olduğunu anlattığı yerleri yaşamanın şifreleri kendi içinde var.

Mesela diyor ki: “ Zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna çıkmak…[1] Ölümü güzel görmenin, onun aslında Cennetler denilen bostana çıkmak ve yükselmek olduğunu hissetmenin yolunun ancak dünyayı bir zindan gibi sıkıcı, daraltıcı ve bunaltıcı hissetmekten geçtiğini; böyle birisi için ölümün bir ferahlama haline geleceğini bildirmiş oluyor. İnsana dünya ne zaman zindan haline gelir? 23. Sözdeki Tevekkül bahsinde Üstad buna işaret ediyor: “ Tazyikât-ı dünyeviye hapsi… ” Yani dünyevi baskılar bir manevi hapishaneye kişiyi sokarlar… O vakit görünmeyen 4 duvar arasında insanın ruhu ızdırap çeker. İsterse maddeten hapiste olmasın. Eğer böyle baskıları yoksa mahkûm birisi, maddeten 4 duvar arasında olsa da hakikatte 4 duvar arasında değildir. Çünkü o manen ferah içindedir. Bu yüzden Bediüzzaman 20. Mektup 1. Kelime’de “ Tevhidde, ebedî ferah vardır ” diyor.

Diğer bir noktaya Üstad şöyle temas ediyor: “ Mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek…[2] Üstad biraz fıtratı gereği, ses ve gürültüye karşı hassas… Özellikle mânâsız seslere ve malayaniye karşı… O yüzden Bediüzzaman gibi dışa dönük fıtratlı kişiler açısından sessizlik ve sükunet, Allah’ın daha iyi hissedildiği mekanlardır. Biraz da yaşlılığın verdiği hassasiyet böyle bir arayışa yol açar. İçe dönük fıtratlar için ses, sıkıntı kaynağı değildir. Fakat hastalık, sıkıntı ve yorgunluk zamanlarında onlar için de aynı durum söz konusu olur. Malumdur ki ihtiyarlık ve ölüme yakın zamanlar, artık ömrün yorgunluğunun hissedildiği, hastalıkların 3-5 tanesinin beraber yaşanıldığı ve bunların sıkıntılara yol açtığı zamandır. Böyle bir kişinin etrafındaki gürültüler daha da sıkıntı vericidir. Öyle hale gelir ki, ölse de bu sıkıntı verici gürültüden kurtulsa… Hatta Hz. Hatice (RA) validemiz de, Üstad gibi dışa dönük karakterli bir fıtratta imiş. Bir hadis der ki: “ Hatice, bana Cennet nehirlerinden bir nehrin üzerindeki (inci) kamışından, boş söz ve sıkıntı olmayan bir ev içinde gösterildi. ”[3] Demek mübarek validemiz de sükunet ve sessizlik istiyormuş…

Diğer bir şartı da Üstad şöyle belirtir: “ Müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden alem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek…[4] Yani maddi bedene ait rahatsızlık verici sıkıntılı hayattan kurtulmak ve rahatlık âlemi olan Berzah âlemine geçmek ( Bu herkes için geçerli ) ve ruhların kuşlar gibi uçuştuğu manevi meydana ve farklı bir âleme geçmek ( Bu, tevekkül ile endişe ve üzüntü yüklerinden kurtulanlar için geçerli… )

İnsan ruhu için, beden kafes hükmündedir. Nasıl ki bir kuş, özellikle uçmaktan zevk alan, havada süzülmek onun en büyük lezzeti olan kartal, şahin, doğan gibi kuşlar için kafes rahatsız edici ve sıkıntı vericidir. Aynen onun gibi, maddi hayatın ve nefsin bitmek bilmeyen arzu ve taleplerini kendini çevreleyen bir kafes gibi hisseden ruhlar için de aynı durum geçerlidir. Tefekkür etmek, ibadet ve dua etmek, hak ve hakikati tebliğ etmek, ihlas ve pervasızlıkla minnet altına girmemek ve istiğna ile bütün maddi kayıtların dışına çıkmak o ruh sahipleri için bin can ile arzu edilir meselelerdir. Zevkini, lezzetini ve hazzını maneviyat semalarında kanat çırpmakta bulan ruhlar için beden kafesi, kırılması ve terk edilmesi gereken dar bir dünyadır. Ömrü boyunca ruhen böyle terakki eden bir ruh sahibi için, yaşlılık devrinde beden artık iyice rahatsızlık verici, bunaltıcı ve sıkıcı olur. Bu yüzden yaşayıp bu sıkıntıları çekmektense ölüm ile Berzah ve ötesi âlemlere geçmek iyice arzu edilir hale gelir.

Diğer şart ise, “ nur-u imana ermek… [5] İman nuru, ölüm ötesinin varlığını açar; ölümün o Berzah ve ruh âlemine bir geçişten başka bir şey olmadığını, olamadığını gösterir. İman nuru bunu keskinlik içinde yaptığı için ferahlatır. Bu durumda kabir de karanlıklı bir diyar olmaktan çıkıp nurani âlemler olan Berzah ve ötesinin giriş kapısı; dünyadan ise çıkış kapısı olarak görünür.

Nur-u imana ermenin yolu ise, âcizlik ve çaresizliğini hissetmek; akıl ve benliğinin, güç ve imkânlarının işe yaramadığını, bizzat yaşamaktır. Bu durumda kişi kendinden ümit keser. Kendinden ümit kesen kişi, Allah’a ümit ile bel bağlar. Fakat kendi imkânlarının iş gördüğünü düşünen ve halen onlardan ümitli olan kişi, kendine itimad eder. Bu durumda da kendinden başkasına —Allah dahi olsa— itimad etmez.

Kendini çaresiz görüp kendinden firar etmeyen kişiyi Allah, nûra erdirmez ve erdirmiyor. “  Allah’ın nur vermediği kişi asla bir nur bulamaz[6] âyeti bu ince meseleyi vurgular. Çaresizliği hissetmek, bir manevi secdedir. Secde, nura ermenin kapısı ve anahtarıdır. Bu noktadan bakılınca yaşadığımız çaresizlikler, sıkıntılar, kendimize güvenimizi sarsan ve kıran olaylar aslında Allah’ın bir lütfu ve inayetidir. Ki bizi aciz nefsimize itimaddan kurtarıp kendisinin şefkatli mutlak kudretine itimada ve istinada yol açıyor. Cevşenü’l-Kebir’in 28. bâbında olan “ Yâ imâde men lâ imâde leh * Yâ senede men la senede leh ” şeklinde başlayan Bâb aslında bu meseleyi bize der verir.

[1] Sözler, 17. Söz, 1. Makam, 4. Vecih…

[2] Sözler, 17. Söz, 1. Makam, 4. Vecih…

[3] Taberâni, Câbir bin Abdullah’tan naklen…

[4] Sözler, 17. Söz, 1. Makam, 4. Vecih…

[5] Sözler, 17. Söz, 1. Makam, 4. Vecih…

[6] Nur suresi, 40.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: