Osmanlı’nın Kürt Meselesi Yoktu

Selçuklulardan Osmanlıların son dönemlerine değin Hilâl’in bereketli topraklarında yan yana barış ve kardeşlik içinde yaşamış olan Müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşler arasına Haçlılar tarafından atılan “Kürt Meselesi” adındaki ‘etnik fitne’ ya da ‘kavmiyetçilik ateşi’, geniş bir alana yayılmış kalabalık İslam topluluklarının binlerce yıllık geçmişe sahip birlik, dirlik, kardeşlik ve ümmet ruhunu ortadan kaldırmayı amaçlıyor.

İşte, ‘Kürt Meselesi’nin Açılımı’ kitabımdaki malumatlardan hareketle, Osmanlılar zamanında Kürtlerin durumu ve ‘Osmanlı’nın Kürtler ile etnik temelli bir meselesinin olup olmadığının’ cevabı:

OSMANLI ZAMANINDA KÜRTLER VE DOĞU ANADOLU

Fatih Sultan Mehmed’in 1473’teki Otlukbeli Zaferi’nde, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı mağlup etmesiyle Doğu Anadolu, büyük ölçüde Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve buralarda yaşayan Kürt aşiretleri de peyderpey Osmanlı tebaası olmuşlardır.

Osmanlı Devleti ile İran arasındaki sınır bölgesinde son derece serbest ve merkezî otoritenin tavizkâr tutumu içinde özerk bir statüde hayatlarını idame ettiren Kürt aşiretleri, ilk kez Yavuz Sultan Selim zamanında kesin olarak Osmanlı siyasî sistemi altına girmişlerdir.

Şah İsmail’in izlediği Şiiliği yayma ve Kürt Beyliklerini ortadan kaldırma politikasına karşılık, Yavuz Sultan Selim’in Kürt Beyliklerini tanıma ve varlıklarını devam ettirme yanlısı politikası Osmanlıların Kürtler arasında taraftar ve itibar kazanmasına katkıda bulunmuştur.

Bundan cesaret alan Yavuz Sultan Selim, İran Seferi’nden önce bölgede geniş nüfuza sahip Şeyh İdris-i Bitlisî’yi yanına çekerek maiyetindeki Müslüman Kürtlerin desteğini elde etmek istemiştir. Şeyh Bitlisî, Safevilere bağlı 20 aşiret liderini ve bölgedeki bazı emirlikleri ziyaret ederek onların İran ile yapılacak savaşta Şah İsmail’e karşı tavır almalarını sağlamıştır.

Kürtlerin, Osmanlı yönetimi altına girmesi ve bağlılıklarını sunmalarında, Osmanlı Devleti’nin İslâm Dini’ne bayraktarlık etmesi, aralarındaki kuvvetli dini bağ ve müşterek dini dinamikler mühim rol oynamıştır. Bitlisî’nin büyük yardımları ve kendi yanında bizzat savaşa iştirak etmesi ile Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Şii tehlikesini bertaraf etmek gayesiyle harekete geçmiş ve Şah İsmail’i Çaldıran’da ağır bir hezimete uğratmıştır.

Çaldıran’da kazandığı zaferle beraber Doğu Anadolu’daki siyasi ve idarî dağınıklığa son verme ve merkezî otoriteyi tesis etme politikası yönünde ilk ciddî adımı da atmıştır. Yapılan anlaşmaya göre Kürt Emirlikleri özerkliklerini koruyacak, yönetim belli kişi ve ailelerde olacak, padişahın fermanına bağlı kalınacak, vergi ödenecek ve savaşlarda Kürtler Türklere yardım edecekti.

Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu’nun idarî ve sosyal yapılanmasında İdris-i Bitlisî’den faydalanarak bölgeyi idarî taksimata tâbi tutmuştur. Bu taksimatın ana hatları şu şekilde belirlenmiştir: Çıldır, Erzurum, Van, Diyarbakır ve Zor eyaletleri Osmanlı’nın İran ile doğu sınırını teşkil etmiştir.

Diyarbekir, 19 sancağa bölünmüş, bunlardan 11 sancak doğrudan Osmanlı yönetimine bağlanmıştır. Diğer 8’i Kürt beyliklerine bırakılmıştır. Van ve çevresi de, 37 sancak ve 4 hükümete ayrılmıştır. Bunların dışında, doğrudan doğruya sultana bağlı olan Cezire, Hazra, Genç, Palo ve Eğil hükümetleri gibi özel statüye sahip kısmen özerk mahalli idarelere de müsaade edilmiştir.

Anadolu’da gerçek bir birlik tesis etme çabasında olan Osmanlılar, bölgedeki boy ve oymakların yayılışına bakmadan, askerî ve coğrafî şartların gereğince devletin esas direkleri olan il ve sancak kuruluşlarını meydana getirmişlerdir. Ancak, bunu yaparken öteden beri değer verdikleri mahalli örf ve anlayışları da kullanarak özel kuruluşlar ortaya koymuşlardır.

Gerçi, bu beylik ve ocaklıklar, her ne kadar hükümet merkezinden tayin edilmeyen beyler tarafından veraset yolu ile yönetilmekte ve sadece beylerin görevleri onaylanmakta ise de, devlet divanı, bunların iç işlerini düzenleyecek kavramlar ile vergi toplama usul ve kanunlarını ayrıca hazırlama ve uygulama yetkilerini daima ellerinde bulundurmuş; onlara yalnızca bu kanun ve nizamlar çerçevesinde beylikte bulunma konularında bazı serbestlikler tanımıştır.

OSMANLI DÖNEMİNDEKİ İSYANLAR KÜRTÇÜLÜKLE İLGİSİZ

Osmanlı Devleti’nin, bilhassa 1683 Viyana Bozgunu’ndan itibaren Batı’da toprak kaybetmeye başlaması, siyasi çözülmeyi de beraberinde getirmiş; dolayısıyla bu durum direkt olarak Kürt bölgesinde merkezi otoritenin sarsılması ve zayıflaması şeklinde kendini göstermiştir.

Bundan istifade eden özel konumdaki bazı Kürt beyleri, çevrelerinde kuvvetlenmek ve egemenlik alanlarını genişletmek için hükümetin ve kanunların hilafına yavaş yavaş birtakım otorite tanımaz hareketlere girişmişlerdir. Hususen II. Mahmud döneminde bu hâl doruk noktaya ulaşmıştır.

Yalnız, Osmanlı’nın, uzun ve yıpratıcı savaşlarda, yeterli kaynağı tedarik etmek için bölgedeki Kürt Beylerine asker ve para gereksinimi için fazlaca yüklenmesinin de onların merkezi idareye karşı tavır almalarında tesirli bir faktör olduğunu belirtmemiz gerekir.

II. Mahmud zamanında, merkezi otoriteyi kuvvetlendirmek istikametinde yapılan uygulamalar bağlamında siyasi ve idari özerkliğe sahip Kürt Beyleri disiplin altına alınarak payitahta bağlanmak istenmiştir. Bunu bölgede uygulanmak istenen askeri ve idari kademelerdeki ıslah hareketleri takip edince, sosyal ve idari yapılanmada temel rolü oynayan aşiret beyleri, ağalar ve şeyhlerin menfaatleri zedelenmiş; hem reform çabalarına mani olmuş, hem de devleti uzun süre meşgul edip zor duruma düşürecek olan bir seri ayaklanma çıkarmışlardır.

Osmanlı zamanında meydana gelen 12 Kürt isyanı, devletin dağılma sürecinde ülkenin her tarafında meydana gelen isyan hareketlerinden farksızdır ve onların bir parçası durumundadır. Osmanlı siyasi bütünlüğünden ayrılarak bağımsız Kürt Devleti kurma çabası, siyasi Kürtçülük ve etnik milliyetçilik ile uzaktan yakından alakası yoktur. Patlak veren her ayaklanmalar “mevziî” kalmış, yalnızca ayaklanmayı tertipleyen kişinin şahsî nüfuzundan öteye geçememiştir.

Doğu’da cereyan eden isyanların kaynağında şu iki temel sebep yatıyordu: 1. Osmanlı merkezî otoritesinin, malî durumunun bozulması sebebiyle normal vergilerin yanında bir de ek vergiler koyması. 2. Uzun süren savaşlar sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin askerî birliklere ihtiyacının artmasından dolayı, o zamana kadar askerlikten muaf tutulan Kürtlere de “asker celbi” kararının çıkması.

1908 SONRASI CEMİYETLER, GAZETE VE DERGİLER KÜRTÇÜ MÜYDÜ?

1908’de II. Meşrutiyetin ilanının doğurduğu imkânlardan istifade eden Kürtler, siyasi, kültürel ve sosyal alanlarda esaslı ve sistemli bir şekilde teşkilatlanmaya başlamışlardır. Zira II. Abdülhamid zamanında, 1898’de Kahire’de yayın hayatına başlayan “Kürdistan Gazetesi” ile 1900’de İstanbul’da kurulan “Kürdistan Azm-i Kavî Cemiyeti” dışında fazla bir aktiviteleri olmamıştı.

Meşrutiyetle birlikte, İstanbul’daki bir grup Doğulu aydın ve yüksek devlet ricalinin teşebbüsleri neticesinde birçok cemiyet, gazete ve mecmuanın açılmasıyla bu sahada ilk adımlar atılmıştır. Bunların ilki ve en önemlisi olan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, 1908’de İstanbul’da kurulmuştur. Hemen belirtelim ki, mezkûr cemiyet ve yayın organları daha çok kültürel çalışmaları ön planda tutuyor; etnik, siyasi ve ideolojik niyet ve amaçlardan uzak bulunuyorlardı.

Asıl talepleri sadece, Osmanlı idaresi içinde “Kürt” olarak önemsenmek noktasında odaklaşıyordu. Kürt unsurunun kendi kimliğini ve kültürünü, “Osmanlılık” içinde geliştirmesinden yanaydılar. Kendilerini, Osmanlı olarak kabul ediyor ve “Osmanlılık” çatısı altında, eşit haklara sahip topluluklar olarak görüyorlardı.

Kürtlerin en büyük derdi cehalet ve geri kalmışlık idi. Osmanlı Mebusan Meclisindeki mebuslar da aynı talepleri dile getiriyorlardı. Doğu’daki okur-yazar oranının binde bir bile olmadığına dikkat çekerek, bölgeye “Osmanlı Sibirya’sı” muamelesi yapıldığından sık sık sitem ediyorlardı.

Hevi Cemiyeti’nin kurucularından olan Dr. Şükrü Sekban, cemiyet üyelerinin Osmanlı siyasî bütünlüğünden ayrılmayı kesinlikle düşünmediklerine şöyle temas etmiştir:

“Onlardan hiçbiri Kürtler için en ufuk bir imtiyaz düşünmüyordu. Türkiye’den kopmayı aklımızın kenarından geçirmiyorduk. Fakat hepimiz de altı Doğu vilayetinde bir reform yapılması hususunda mutabık idik. İstedikleri reformlar, muktedir ve namuslu valiler tayin edilmesi, bir kaç anayol inşası, adaletin iyi bir şekilde uygulanması için mahkemelerin yeniden ele alınması idi. Zaten, bütün mücadelemizin ve didinmelerimizin tek hedefi vardı: Kürt’ü cahillikten ve fakirlikten kurtarmaktı. Ama bu, bir Kürt Devleti’nin kurulmasını düşünen hiç bir Kürt yoktu, demek değildir. Belki vardı, ancak bunu itiraf edemiyorlar, bu gizli emellerini açıkça beyan edemiyorlardı.”

Parantez arasında belirtmemiz gerekir ki, yukarıdaki gelişmeleri, bugün gündemin ana maddesini teşkil eden ‘Kürt Açılımı’ çerçevesindeki gelişmelerle mukayese ettiğimizde, o günden bugüne pek de bir şeyin değişmediğini; aynı fasit dairenin, yani talep, tartışma, düzenleme ve ‘açılım’ girişimlerinin devam edip gittiğini, tarihin benzer biçimde tekerrür edip durduğunu esefle müşahede ediyoruz.

SÖZÜN ÖZÜ

Osmanlı zamanında devletin Müslüman Kürtlerle etnik temelli hiç bir problemi olmadığı gibi, Kürtler de Osmanlı’ya karşı tüm zamanlarda sadık kalarak etnik bir harekete katiyen girişmemişlerdir. Ümmetçilik ve Osmanlıcılık telakkilerinden dolayı asırlar boyunca devlet ve milletle kaynaşmış olan Kürtler ile Osmanlılar arasında böyle bir problemin çıkmasına da zaten imkân yoktu. Bunda Osmanlı’nın, İslâm birliği anlayışı gereğince Kürtlerle yakınlaşması, koruyucu ve kuşatıcı bir yaklaşım sergilemesi müessir bir rol oynamıştır.

Türkler ve Kürtler yüzyıllarca bu topraklar üzerinde aynı mefkûreler etrafında bir arada kardeşçe yaşamıştır. Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist politikalardan kaynaklanan ve “ırkçı” temele dayandırılan Kürt meselesi, sunî olarak ihdas edilmesine, Osmanlı toprak bütünlüğünü ve İslâm birliğini bozmak maksadıyla dışarıdan dayatılmasına rağmen, Batılı anlamda bir Kürt meselesi Osmanlı topraklarında hiç bir zaman olmamıştır.

Şu halde, madem Osmanlıların Kürtlerle etnik, ideolojik ve siyasi anlamda bir meselesi yoktu; pekiyi Osmanlı’nın son dönemlerinden -bilhassa İttihat Terakki ve Mütareke dönemleri- Cumhuriyet dönemine uzanan süreçte bu Kürt Meselesi nasıl ortaya çıktı?

Bunun cevabını da inşallah bir sonraki yazıda vermeye gayret edelim. O vakte değin sağlıcakla ve selametle kalınız. Bol kitaplı ve okumalı günler temennisiyle…

İsmail Çolak

moralhaber.net

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: