Pratiğiyle Pekiştirilmeyen İslami Bilgilerin, Faydası Azdır

Mademki mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanların da en mükemmeli ve ahlâkça en faziletlisi, Peygamberimiz aleyhissalatu vesselâm ve ondan sonra diğer peygamberler (a.s.) ve sahabelerdır. Biz Müslümanları çok seven Allah’ımız, mahlukatın yaratılmasına sebep olan Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselâmı, nümune-i imtisal olmak için O Zatı (a.s.m.) bizlere gönderdi.  Kur’ân-ı Kerimde meâlen; “ Muhakkak ki Sen en büyük bir ahlâk üzerindesin ” (Kalem 4) buyurmuştur. Yine İslâm ahlakında terakki etmemiz için “Habibim Ahmed Resulum Ya Muhammed, de ki. Eğer Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allahta sizi sevsin.”(Âl-i İmran 31) Çünkü, Allahu Azimüşşan O Zatta (a.s.m.) İslâma ait güzelliklerin tamamını cem etmiş. Bu sebepten, bize numune-i imtisal olup, örnek almak için, O’nu (a.s.m.) bize göndermiş.

Bunu da bilmemiz lazım ki Onun ümmeti olan bizler, imanımızı yenilemek maksadı ile tekrar tekrar, Peygamberimi’ze (a.s.m.) şehadet getirirken, “Resuluhu ve Âbduhu” demeyip, hak ettiği kulluğunu, Peygamberliğin önüne çıkararak, Âbduhu ve Resuluhu diyoruz. Öyle ise onun sünnetini yaşamakla, o Zatın (a.s.m.) yolunu tam takip edip kullukta dahi ilerlememiz lazım ki, O’na hakiki ümmet olalım.

Çünkü O Mübarek Zat (a.s.m.) Hz. Âişe’den izin isteyerek, yataktan kalkıp teheccüd namazını kılmaya durmuş. Namaz esnasında ağlayarak seccadesini ıslattığını gören Aişe validemiz, “Ya Resülallah, Allah seni âlemlere Rahmet olarak göndermedi mi?” Deyince, O Zat (a.s.m.) da cevaben “Ya Âişe ben Allahıma karşı şükreden kul olmayayım mı?” demiş.

Bir defa düşünün! Hz. Ebu hureyreden rivayet: Aleyhissalatu vesselelam arpa ekmeğinden başka yememiştir. Hatta  hiçbir zaman da arpa ununu elekle elememiştir. Gıdasını arpa ekmeğinden ve hurmadan alarak, hasır üstünde oturup hurma lifleri ile dolu yatakta yatan, O Zatın (a.s.m.) nasıl şükretmesi lazım? Biz ise yaşadığımız bu lüks hayat için ne kadar çok şükretmemiz gerektiği kendiliğinden anlaşılmazmı?

Hz. Peygamberle (a.s.m.) on yıl evlilik hayatı yaşamış olan Hz. Aişe radıyallahu anhanın, Aleyhissalatu vesselam için, şöyle dediği rivayet olunur.

“Aleyhissalâtu vesselâm! İnsanların en güzel ahlâklısı idi. Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Çarşı ve pazarlarda bağırıp çağırmazdı. Kötülüğü kötülükle karşılamazdı. Affeder ve bağışlardı. İnsanların en naziği, iyi huylusu ve güler yüzlüsü idi. Allah yolunda cihad dışında ne bir hizmetçiye, ne bir cariyeye, ne de bir kimseye el kaldırmış değildi.”

Hz. Ali kerremallahu vecheh, Peygamberimizi (a.s.m.)  şöyle tarif ediyor ve diyor: Hz. Muhammed (a.s.m.),

“Daima güleryüzlüydü. Yumuşak huyluydu. Esirgemesi, bağışlaması boldu. Katı kalpli değildi. Kimseyle çekişmezdi. Kimseye bağırıp çağırmazdı. Kötü söz söylemezdi. Kimseyi ayıplamazdı. Pinti ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeye göz yumardı. Ümit bekleyeni umutsuzluğa düşürmezdi. Bir şey hakkındaki hoşnutsuzluğunu açığa vurmazdı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz, ayıplamazdı. Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Hiç kimsenin hakkında sevaplı ve hayırlı olmayan sözü söylemezdi. İlim ve sabrı kendisinde toplamıştı. Hiçbir şey kendisini kızdırmazdı.”

Hz. Ali bu sözleri, Resûlullah’la yaşanmış otuz küsur yılın şahitliğinde söylemiş olduğu sözlerdi. Biz Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselam’ın ümmeti olduğumuz için, Ondan (a.s.m.) şefaat ümit etmek için, acaba O’nun (a.s.m.) yolunu takip edip sünnet-i seniyesini yaşamamız lazım değil mi?

Pratiğe sergilenen güzel ahlâk, insanın iyi olmasının başta gelen alâmetlerindendir. Çünkü “Lisanül hal entaka min lisanil-mekal” (İnsanin hali dilinden daha konuşkandır) arap ata sözü insanın işi, ağzının nasihatinden fazla te’sirıni gösterir demektir. Bediüzzaman hazretlerinin “Eğer biz ahlak-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’alimile izhar etsek, (İslam ahlakının ve iman hakikatlerinin mükemmelliğini işimizle göstersek) o zaman sair dinlerin tâbileri ve milletleri elbette cemâatlerle İslâma  girecekler. Belki de küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri dehalet edecekler. (dahil olacaklar.)” sözü ne kadar manidardır değil mi? Ziya Paşanın da; “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” mısrası, iddiamızı teyid ediyor. Evet biz güzel ahlakın özelliklerini ortaya koymak için, ilk önce kalbimize gözümüz ve kulağımızla bir şeyler almağa çalışırken, söylediklerini pratiğe koyanların sözlerini almaya çalışacağız.

Manen ilerlemiş zatlarla beraber bulunmanın farkları:

Ben icazet (diploma) aldıktan sora ruhen terakki eden zatların yanlarında kalmasa idim, kapkara cahil kalacaktım. Yani ilmini pratiğe dökmüş kimselerin yanında oturup, onlardan teori ile pratik dersini beraber almasa idim kapkara cahil kalırdım diyen büyük âlim Ataullah Efendidir. İşte âilesinden sağlam terbiye alan bir ilkokul öğrencisinin nasıl bir toplantıdaki insanları şaşırttığını görelim.

Toplantıdakilerden birisi zenginlerden meşhur bir adamı sitayişle överken çevredekiler ona haklısın dedikleri halde altı yaşındaki çocuk ortaya atılmış, hayır ben onu sevmiyorum, o adam iyi birisi değil. Ona ne için sorduklarında? O da, ben  işittim ki, o adam içki içiyormuş içki içen iyi birisi olabilir mi demiş? Aynı çocuk bir gün öğretmenler salonunda, öğretmenini sigara içerken görmüş. Öğretmeni sınıfa gelince, çocuk parmak kaldırıp, öğretmeni, ne istiyorsun sorunca, öğretmenine: Öğretmenim bu sınıftan ayrılmak istiyorum demiş. Öğretmeni nedenini sorunca, ben seni sigara içerken gördüm, korkarım ki senin o kötü tiryakiliğini bana da öğretirsin de ondan. İşte sağlam terbiye alan çocuk nasıl yaşlı adamların yanlışlarını bulup onları uyarabiliyor. Hatta, öğretmenine de nasihat edip ders verebiliyor.

Teoriyi pratiğe dökmenin ehemmiyeti daha iyi anlaşılması için, Asr-ı saadetten bir örnek vereyim: Peygamberimize (a.s.m.) Kur’an-ı Kerim ilk nâzil olmaya başladığı devirlerde, islâmiyeti yaymak için çevredeki kasaba ve köylerde yaşayanlara Kur’an’ı Kerim okumak icap ediyordu. Peygamberimiz (a.s.m.) da bunu gerçekleştirmek için ara sıra sahabeleri toplayıp, Kur’an-ı Kerim’i daha fazla ezber bilenleri oralara gönderiyordu. Bunu gerçekleştirmek için, yine bir gün sahabeleri topladı. Onları dinledikten sonra yaşlılardan bir sahabi daha çok ezber bildiği meydana çıktı. Peygamberimiz (a.s.m.) ona, şu tarafa git de onlara Kur’an Kerimi oku buyurdu, daha sonra genç sahabelerden biri itiraz edip Peygamberimiz (a.s.m.) a; Ya Resûlallah ben gencim, ondan daha fazla ezberleyebilirdim. Fakat ben bildiğimle amel etmeden, yani bildiğimi pratiğe dökmeden daha başka sure ezberlemiyorum deyince: Bu sefer Peygamberimiz (a.s.m.) ona; madem sen pratiğe o kadar önem veriyorsun, haydi sen git diyerek onu gönderdi. İşte asr-ı saadetten verdiğimiz bu örnek, bize  bilgilerimizi pratiğe dökmenin ne kadar mühim olduğunu gösteriyor.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: