Ramazan, İnsan-ı Kâmil yetiştirir!

Din, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, bilim ve sanat bir medeniyetin ayrılmaz parçaları. Medeniyetlerin oluşmasında tüm bu öğelerin hepsinin ayrı bir yeri var.

Din ise bir medeniyetin en temel öğesi belki de en başlıcası. Özellikle İslam Medeniyeti söz konusu olduğunda bu medeniyeti dinden ayrı olarak düşünmek mümkün değil.

Ramazan ve Ramazan ibadetleri İslam dininde geniş yer tutan bir olgu. Zaman dilimi açısından bakıldığında oniki ayın bir ayını bu dönem teşkil ediyor. Ramazan ibadetleri ise Allah’ın Kur’an’da vazetmiş olduğu ibadetler. Ayrıca Efendimizin (a.s.m.) sünnetinde geniş ve detaylı uygulama ve tavsiyeleri var.

Kur’an ve sünnet ile emredilen Ramazan ibadetleri ve Ramazan yaşantısı İslam Medeniyeti’nin oluşmasında, şekillenmesinde ve yaşanmasında nasıl bir etkiye sahip acaba?

Bu soruyu yönelttiğimiz Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Recep Şentürk, bize son derece aydınlatıcı ve doyurucu bilgiler verdi.

Genel bir soruyla başlamak istiyorum. Medeniyet nedir? Medeniyet deyince ne anlamamız gerekiyor?

Medeniyet “örgütlenmiş toplumsal hayat” manasına gelir. İbn-i Haldun’a göre medeniyet, içtima, beşeri, umran bunlar müteradif yani eş anlamlı kelimelerdir. Dolayısıyla bir yerde toplumsal hayat varsa, bir hiyerarşi, bir liderlik varsa, ahlak, hukuk veya sosyal ilişkileri düzenleyen kurallar varsa, basit de olsa iktisadi bir hayat varsa orada bir medeniyet oluşmuş denir. Din, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, bilim, sanat bunlar medeniyetin ayrılmaz parçalarıdır.

Medeniyet kelimesi etimolojik olarak medine ve din ile irtibatlıdır. Çünkü insanların sosyal hayatlarını düzenleyen kuralların kaynağı dindir. Medeniyetin en güçlü kaynağı dindir. Dolayısıyla mutlaka her medeniyet bir dinle irtibatlıdır. O din o medeniyetteki sosyal ilişkileri, siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki ilişkileri düzenleyen bir kaynak vazifesi görür.

Peygamber Efendimiz’le 1400 yıl önce temeli atılan İslam Medeniyeti, günümüze gelinceye kadar nasıl bir gelişme göstermiş, hangi evrelerden geçmiştir?

İslam medeniyeti Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından Kuran ve sünnetle kurulmuş bir medeniyettir. Hz. Peygamber’den (a.s.m.) önce Arapların bir medeniyeti yok. Dolayısıyla İslam Medeniyeti, medeniyetin olmadığı bir yerde ortaya çıkmış bir olgudur. Bu Allah Teâlâ’nın bir hikmetidir.

Niçin?

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Hristiyanlık Batı’ya gelmeden önce bir Batı Medeniyeti vardı. Hristiyanlık bu medeniyete monte oldu. Onun için biz bugün Batı Medeniyeti’nden bahsediyoruz ama Hristiyan medeniyetinden bahsetmiyoruz. Neden? Çünkü Hristiyanlıktan önce orada bir medeniyet vardır zaten. Dolayısıyla Hristiyanlık oraya eklemlenmiş oldu. Tabi bu eklemlenme esnasında Batı Medeniyeti dediğimiz Yunan, Roma medeniyetleri Hristiyanlığı bir nevi dönüşüme uğrattı. Batı Hristiyanlaştı ama Hristiyanlık da Batılılaştı. Romalılaştı ve Yunanlılaştı. Dolayısıyla her iki taraf da deforme oldu. Bir nevi iki arabanın çarpışması gibi bir şey oldu. Bunun neticesinde ortaya ne eski Hristiyanlığa tam olarak benzeyen ne de eski Batı Medeniyeti’ne benzeyen yeni bir şey ortaya çıkmış oldu.

Fakat Müslümanlık nokta-i nazarından baktığımızda İslam Medeniyeti’nden önce Arapların bir göçebe medeniyeti var ama bu medeniyetin çok gelişmiş düşüncesi, felsefesi, hukuku vs. yok. Ama bir edebiyatı var mesela. Hiçbir şey yok değil. Orada bir medeniyet var ama bu medeniyet asla evrensel bir medeniyet değil. Ve dünya çapında diğer üstün medeniyetlerle rekabet edebilecek seviyede bir medeniyet değil.

Ancak İslam’la beraber Hz. Peygamber’le (a.s.m.) beraber Kur’an’la ve Hz. Peygamberin mirasla bıraktığı sünnetle birlikte orada yeni bir medeniyet ortaya çıkıyor ve bu yeni medeniyet evrensel bir medeniyet olarak gelişiyor. Sadece Mekke’de yaşayan Arapları ya da kabileleri değil bütün insanlığı kucaklayan evrensel bir medeniyet çıkıyor ortaya. Ve ortaya koymuş olduğu düşünce ürünleriyle, ürettiği sosyal kurumlarla dünyanın diğer önde gelen medeniyetleriyle rekabet edip onları aşan bir medeniyet oluyor.

İslam medeniyetinin gelişmesi ve şekillenmesinde de Kur’an’ın ve sünnetin inşai işlevini görmekteyiz. Konstraktif, inşa edici bina edici rolünü görmekteyiz. Sünnet ve Kuran, medeniyet inşa edici güçlerdir. Ve bu sayede İslam Medeniyeti ortaya çıkıyor. Nitekim baktığımızda İslam Medeniyeti’ni diğer medeniyetlerden ayırt eden şey Müslümanların Kur’an’a ve sünnete sahip olmalarıdır.

İslam dinini yaşama adına oruç önemli bir ibadet. Yılın oniki ayından bir ayı bu ibadeti yerine getirmeye ayrılmış. Oruç, Kur’an tarafından emredilmiş bir ibadet. Peygamberimizin hayatında da çok ciddi manada bir yer tutuyor. Oruç ve genel olarak Ramazan’ın İslam Medeniyeti’nin, İslam toplumunun şekillenmesinde nasıl bir işlevi olmuştur?

Ramazan, İslam Medeniyeti’ne has bir olgudur. Ramazan’ın hem toplumsal hayat üzerinde sosyolojik olarak hem de fert üzerinde psikolojik olarak çok büyük tesirleri vardır.

Ramazan’da Müslümanlar açlıkta eşitlenir, hacda da çıplaklıkta eşitlenirler. Namazda ise secdede eşit hale gelinir. Mertebesine, zenginliğine, ilmine, statüsüne bakmaksızın herkes oruçta, hacda, secdede eşit hale gelir. Allah Teâlâ, herkesi buralarda eşit hale getiriyor.

Ramazan, İslam toplumuna şunu öğretiyor: Mülkiyet hakkıyla tüketim hakkı aynı değildir. Siz bir şeylere sahip olabilirsiniz ama ona sahip olmak otomatik olarak “siz bunları tüketme hakkına da sahipsiniz” manasına gelmez. Sahip olduğunuz şeyleri ancak Allah Teâlâ’nın müsaade ettiği kadar ve onun müsaade ettiği şekilde tüketebilirsiniz. Onun için Ramazan’da malınız mülkünüz var, buzdolabınız dolu, yemekler hazır ama Allah Teâlâ müsaade etmediği için yiyemiyorsunuz. Niçin? Sahip olmak demek onu tüketme hakkına da sahip olduğunuz manasına gelmediği için. Bu aynı zamanda sahip olduğunuz nimetlerin hepsinin Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu hatırlatıyor. Biz o mülkte misafiriz. Ev sahibi bize ne kadar müsaade ederse ancak o kadar tüketebiliriz.

Bu durum, içinde yaşadığımız asırda yani tüketimin hâkim olduğu ve pompalandığı, sınırsız bir tüketim çılgınlığı içinde yaşadığımız bir dönemde, insanların hayatın zevkini tüketimde aradıkları bir dönemde, ‘ne kadar çok tüketirsen o kadar büyük insan olursun’ denilen bir çağda paradigmayı tersine çeviriyor. “Yemediğin zaman, tüketmediğin zaman daha iyi insan olursun.” mesajı veriliyor.

“Yemediğin zaman, tüketmediğin zaman daha iyi insan olursun.” meselesini biraz açabilir misiniz?

İslam Medeniyeti’nin ideal insanı “insan-ı kâmil”dir. İslam eğitimi, “insan-ı kâmil” yetiştirmeyi hedefler. İnsan-ı kâmil de ihsan makamına ermiş insandır. İhsan makamına ermiş kişi de Allah’ı görüyormuşçasına yaşayan insandır. Allah’ı göremese bile Allah tarafından görüldüğünü düşünerek yaşayan insandır. Yani murakabe yapan insandır.

Aslında Ramazan bunun tam tecessüm ettiği somutlaştığı bir andır. Ramazan’da şunu kendimize hatırlatmış oluyoruz: Biz burada Allah Teâlâ’nın bizim için hazırladığı bir ortamda, O’nun murakabesi altında bir hayat sürdürüyoruz. O ye derse yeriz, yeme derse yemeyiz.

Bu tabi bir nevi Cennet’te vaki olan ilk imtihanla da irtibatlıdır. Cennet’te de Hz. Âdem ile Havva bir meyveyi yememekle imtihan edilmişlerdi. Biz aynı imtihanı Ramazan’da yaşıyoruz. Bize de Allah Teâlâ otuz gün yemeyeceksin diyor. Benzer bir imtihan burada yaşanmış oluyor. Dolayısıyla hayatın başlangıcıyla hani o Cennet’te vaki olan imtihanla irtibatlı bir başka imtihanı bir nevi burada yaşamış oluyoruz.

Batı medeniyeti tüketmeye, İslam medeniyeti ise tüketmemeye yönlendiriyor insanları. Bu açıdan baktığımızda iki medeniyeti neye benzetebiliriz?

İslami terminoloji açıdan değerlendirecek olursak Batı medeniyeti nefis medeniyeti, İslam medeniyeti ise akıl ve kalp medeniyetidir. Birisinde insan nefsine tabi oluyor, nefsin arzularını yerine getirdikçe daha mutlu olacağına inanılıyor. İslam medeniyetinde ise aklıyla kendini kontrol edip, kalbiyle davranışlarını kontrol edip helal dairede nefsinin arzularını tatmin edip nefsinin helal olmayan arzularını sınırladığı zaman insanın mutlu olacağına inanılır.

Batı dünyasında kim mutludur? Karnı tok olan insan, maaşı yüksek olan insan, iyi arabaya binen insan, iyi yerde yatan kalkan insan mutludur. Bu açıdan baktığımızda Hz. Peygamberin mutsuz olması lazım. Çünkü asgari ücretten daha az geliri var. Yatağı bile yok, çok basit bir evde yaşıyor. Bütün Ashab-ı Kiram’ın mutsuz olması lazım. Çünkü düzgün yol yok, sürekli savaş halindeler. Ama o zamana biz Asr-ı Saadet yani mutluluk çağı diyoruz.

Onları mutlu yapan şey nedir? Allah’ın ilmine sahip olma yani Marifetullah’a sahip olmalarıdır. Bir insan Marifetullah’a sahipse Muhabbetullah’a sahipse o adam mutludur. Bizim medeniyetimizdeki mutluluk anlayışı budur. Dolayısıyla Ramazan’da aç olan insan mutludur bize göre.

Ramazan’daki açlıkla Marifetullah ve Muhabbetullah arasında nasıl bir bağlantı var?

Tabi şimdi bu mevzuyu netleştirelim. Oruç, açlık değildir. Açlık sadece orucun bir boyutudur. Hz. Peygamberimizin hadisinde buyruluyor ki; “Nice insanlar vardır namaz kılarlar tek elde ettikleri yorgunluktur, nice insanlar vardır oruç tutarlar tek elde ettikleri açlıktır.” Dolayısıyla oruç eşittir açlık diyemeyiz. Açlığın ötesinde bir ibadettir. Açlık o ibadetin sadece bir boyutudur.

Malum orucun mertebeleri var. İmam Gazali, İhya-u Ulûmi’d-Din isimli eserinde bunu çok güzel ifade ediyor. Yememek, içmemeye “mide orucu” diyor. Bu avamı nassın orucudur.

Havas yani daha eğitilmiş daha bilinçli insanlar bütün azalarıyla oruç tutarlar. Allah’ın yasakladıkları her şeyden içtinap ederler. Ama bunun sadece yeme ve içme ile sınırlı olmaması lazım. Eliyle de oruç tutması lazım. Elin orucu var. Nedir elin orucu? Allah’ın yasakladığı şeyleri yapmamasıdır. Kulağın orucu var. Allah’ın yasakladığı şeyleri duymamasıdır. Gözün orucu Allah’ın yasakladığı şeylere bakmamasıdır. Bütün bu azaların hepsinin Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşması beden orucudur. Bütün bedenin orucu, külli oruçtur. Bu havassa aittir.

Bir de havassul havassın orucu vardır. O da kalbin oruç tutması. O nasıl oluyor? Bırakın Allah’ın yasakladığı şeyleri yapmamayı onları kalbe bile getirmemek, akla bile getirmemek. Hiç düşünmemek. Bu da havassül havasın orucu.

Dolayısıyla orucun bir ibadet olduğunu ve kalple tutulduğunu, mide ile değil kalple tutulduğunu asla unutmamız gerekiyor. Oruçlarımızı kalp orucu haline getirmek için gayret göstermemiz icap ediyor. Mideyle tutulan şey olan açlık kısmı, orucun minimum şartıdır. Onun daha ilerisine gitmeye çalışmak gerekiyor.

Ramazan’ın bir de yardımlaşma boyutu var. Ki bunun içinde zekat var, sadaka var, fıtır sadakası var. Ramazanın bu yardımlaşma boyutu İslam Medeniyeti’nin şekillenmesinde hangi müesseseleri meydana getirmiştir?

Normalde modern bir toplumda zenginler devlete vergi verir. Devlet de o verginin bir kısmını alt tabakalara harcar. Zenginler devlet kanalıyla ve mecbur oldukları için devlet üzerinden vergiyle alt tabakaya destek olmuş olurlar. Gelir dağılımı bu şekilde sağlanmaya çalışılır.

İslam’da vergiler kanalıyla veya sosyal devlet anlayışı kanalıyla devletin alt tabakalara veya mahrum insanlara bu şekilde yardım etmesi vardır. Ama İslam aynı zamanda devleti aradan çıkarıp zenginlerle fakirler arasında bir de ferdî bağ kurar. Bu da zekât dediğimiz şeydir. Zekât vergi değildir. Zekât ayrıdır, vergi ayrıdır. Zekât zenginin doğrudan fakire vermesi gereken destektir. Zekât, fakirin hakkıdır, devletin değil. Sosyal devlet anlayışına ilaveten Allah Teâlâ doğrudan zenginlerle fakirler arasında böyle bir sosyal sorumluluk kanalını açmıştır.

Osmanlı’ya baktığımız zaman Ramazan medeniyeti tam hakkıyla yaşanmış. Ramazan’a ait uygulamalar yapılmış. Mesela Enderun teravihleri, Sürre alayları… Günümüzde Osmanlı’nın yaşadığı Ramazan medeniyetinin yeniden yaşanabilmesi için fert ve devlet bazında neler yapılması gerekiyor?

Günümüzde Ramazan eğlenceleri diye aslı astarı olmayan şeyler yapılıyor. İbadet ruhuna uyan şeylerle Ramazan’ı ihya etmek gerekir. Eğlenceyle, musikiyle Ramazan’ın bir alakası yoktur. Onlar ibadet değil ki. Tamam, insan müzik dinleyebilir ama “ben Ramazan’ı ihya ediyorum” diye klasik müzik dinlemenin bir sevap tarafı da yoktur. Böyle bir eğlence endüstrisinin Ramazan içine sızması ve ondan kendine bir pay alması gibi bir durum ortaya çıktı maalesef.

Ramazan medeniyetini, Ramazan’ın kimliğine uygun eski geleneğimizden alacağımız şeylerin bir kısmıyla ihya edebiliriz. Bu konuda medyaya büyük görevler düşüyor. Medyadaki Ramazan programlarında genellikle yemek tarifleri veriliyor.

Akşama ne yiyeceğiz diye düşünerek oruç olmaz ki… Sabahtan akşama kadar ‘akşama ne yiyeceğim’ diye düşünülüyorsa bunun ibadetle ne alakası kaldı. Onun için Ramazan’da güzel yemekler yeme planı ve programları yapılmasından ziyade Ramazan’ın bir ibadet ayı olduğu bilinerek buna göre programlar ve planlar yapılmalıdır.

Bu babdan olarak Ramazan’da ibadetlerin vurgulanması, sosyal yardımlaşmanın daha fazla teşvik edilmesi, Kur’an’la olan irtibatın daha sağlam kurulabilmesi için tefsir derslerinin daha fazla yapılması, hadisle olan irtibatın kurulabilmesi için hadis derslerinin daha çok yapılması ve özellikle Ramazan fıkhı diyebileceğimiz oruçla ilgili, zekâtla ilgili ahkâmın daha güzel bir şekilde insanlara öğretilmesi, bunların daha güzel bir şekilde devam ettirilmesi gerekir.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: