“Ramazan Yürekli” İnsan Olabilmek!

Ramazan, hayatın akışını değiştirir. Hayata bir yardımlaşma, sevgi ve merhamet hâkim olur. Keşke Ramazan yüreklerimize de gelse… Ramazan yüreklerimize de gelse, sağanak sağanak rahmet yağsa üstümüze… Ramazan yüreklerimize de gelse, tüm günahlarımız tövbe iksiriyle yıkansa… Ramazan yüreklerimize de gelse, yüreklerimiz “kardeşlik” duygusuyla birleşse…

Kültürümüzde insan “merkez değer”dir. “Ahsen-i takvim” üzere halk edilmiş “eşref-i mahlukat”tır.

Her şey insana “musahhar”dır, onun yardımına verilmiştir.

Kur’an’ın bu yaklaşımı sebebiyle, Osman Gazi’nin maneviyat önderi Şeyh Edebali, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözünü ebediyetin alnına çakmıştır.

Osmanlı Devleti, bu sözü yüreğinin rehberi yaptığı dönemlerde gelişmiş, büyümüş, zenginleşmiş, bu sözün rehberliğini unuttuğunda ise tökezlemiş, duraklamış, nihayet hedefini (insanı) yitirip yıkılmıştır. Avrupa ise, “bizden biri”nin belirlediği insan eksenli yapılanmayı alıp kendini geliştirmiştir.

Her neyse… Ben galiba eski insanımızı özlüyorum.

Fazilet sahibiydi, şefkatliydi, sabırlıydı, hoşgörülüydü, gözleri sevgiyle bakardı, yardıma muhtacın yardımına karşılıksız koşardı.

Aradan çok zaman geçmedi; çok zaman geçmedi, ama çocukluğumda tanıdığım “insan”la bugünün insanları arasında büyük farklar var.

İNSAN PLANINDA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ

Değişimden korkan biri değilim, hatta değişimden yanayım. Ama bozulmuşluğu, kokuşmuşluğu, sapmışlığı ve kaybolmuşluğu “değişim” olarak kabullenmeye de asla niyetim yok.

Mademki varoluş sebebimiz “insan” olmaktır, elbette çocukluğumda tanıdığım “insanlar”la, şimdi tanıdığım “insanlar”ın “insanlık”larını karşılaştıracağım.

Bir çırpıda, ama üzülerek belirtmek zorundayım ki, geçmişte tanıdıklarım (Müslümanı, Hıristiyanı, Musevisiyle) daha “insan”dılar.

Daha sevecen, daha acıyan, daha duygusal, daha sempatik, daha yardımsever…

RAMAZAN TOPLUMU

Azınlıkların henüz tümüyle İstanbul’u terk etmedikleri yıllarda Halıcıoğlu’nda otururduk. Çok sevdiğimiz, çok iyi görüşüp konuştuğumuz Rum komşularımız vardı. Yılbaşlarında biz onlara armağan verir, kandil gecelerinde onlar bize “kandil simidi” getirir, Müslümanca Ramazanlarla Hıristiyanca yortuları birlikte kutlardık. İftar sofralarına birlikte oturur, iftar sonrası yapılan yemek duasına birlikte “âmin” çekerdik.

Bu tavrımızı ne Hıristiyan ruhbanlardan, ne de Müslüman hocalardan hiç kimse “küfür” olarak damgalamaz, hatta iki tarafın ruhanileri bu konuda cemaatlerini teşvik bile ederlerdi.

Çok iyi kaynaşmışken, aramıza önce Kıbrıs girdi. Sonra “Atatürk’ün Selanik’teki evinin Rumlar tarafından bombalandığı” yalanı manşetlere çıktı. Kışkırtılan kalabalıklar sokağa döküldü. Rum evleri ve dükkânları yağmalandı.

Bu olay iki tarafın (Türkler ve Rumlar) arasına kasten sokuşturulmuş bir fitne idi, ama karşılıklı anlayış ve sevgiyle ve zaman içinde aşılabilirdi. Çünkü toplumlar, aralarındaki farklılıkları, tarihten gelen alışkanlıkla renk cümbüşüne dönüştürmüşlerdi.

Fakat barışmalarına fırsat verilmedi. Bazı Hıristiyan fanatikler düşmanlığı körükleyici tavırlar sergilerken, kimi (Bediüzzaman’ın ifadesiyle) “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” dindarlarla, kendisinden daha ucuza mal satan Rum rakibini bir şekilde bertaraf etmek isteyen uyanık tüccarlar, “Müslüman kardeş, Müslümanlardan alışveriş et!” yazılı levhaları dükkânlarına asma gafletini gösterdiler. (Bu din tacirliğinin sonradan envai çeşidi çıktı.)

Bu arada da ortalığı karıştırmak isteyen uzaktan kumandalı bazı gazeteler, sözde din gayretiyle, Hıristiyan komşuları incitici yayınlar yaptılar. Müslüman-Hıristiyan diyaloğu koptu. Aralarındaki sevgi ve anlayış köprüsü uçtu. Hatlar keskinleşti. Yunanistan’a göçmek zorunda kalan komşumuz Vasilya Teyze’nin (ya da buna benzer bir isimdi de bizim kolayımıza böyle demek geliyordu) Müslüman komşularına sarılarak dakikalarca ağladığını bilirim.

İki taraf da politikacıları ve sorumsuz yayınları suçluyorlardı. Ama film bir kez kopmuştu: Giden renklerden hiç biri geri dönmedi. Uyanık Müslümanlar İstanbul’dan zoraki giden Rumların mallarını ucuza kapattıkları için sevinirken, gerçek Müslümanlar sevdikleri komşularını kaybetmenin acısını yaşıyorlardı. Renksiz kalmıştık.

SEVGİYİ YAŞATMAK ZOR, ÖLDÜRMEK KOLAYDIR

Sevgi bir kez öldürülürse, yeniden dirilmesi çok zordur. Emek ve gayret ister. Farklı toplumların uyum içinde yaşamasını sağlayan unsur sevgiydi; politik ve ekonomik sebeplerle öldürüldü. Onun öldürüldüğü yerde ise düşmanlıklar yeşerdi.

Rumlar eskisi kadar yoğun şekilde İstanbul’da yaşasalardı, kuşkusuz Kıbrıs sorununun çözümü daha rahat olur, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi çok daha kolay gerçekleşirdi.

Şimdi zaman zaman yüreğimiz, yakın tarihte ürettiğimiz ve öncelikle başka renklere yönelttiğimiz düşmanlıklara takılıyor.

Zaman zaman sevgisizlikten boğuluyoruz!

Hep böyle olur: Sizden olmadıklarını varsaydıklarınızdan başlattığınız nefret seferiniz, git gide sizden olanların limanına ulaşır.

Nihayet sıra size gelir, size de bulaşır ve yüreğiniz çöle dönüşür.

Ramazan çöle dönüşmüş yürekleri yumuşatma günleridir.

Bir kamuoyu yoklamasına göre, nüfusumuzun yüzde seksen beşlik (sürekli olmasa bile Ramazan’da arada bir oruç tutanlarla birlikte) ekseriyetle Ramazan’ı yaşıyoruz.

Yaşıyoruz, ama acaba tüm derinliği, manası, ruhi ve bedensel yansımaları, kavrayıcılığı ve kuşatıcılığıyla yaşayabiliyor muyuz? Bu tür bir Ramazan’ı yaşayabilmek, biraz daha “yürek Müslüman’ı” olup “Ramazanlaşma”ya bağlı gibime geliyor.

RAMAZAN YÜREKLİ OLMANIN ANLAMI

Eskiden tam yıl “Ramazan yürekli Müslüman’ı” idik. Bu yüzden daha fazla merhametliydik. İnsan hem Müslüman olup hem de inancını yüreğinden yaşarsa, Allah onu tepeden tırnağa merhamete dönüştürür.

İnsan “merhamet”e dönüşünce, ne mi olur?

1. Kendine merhamet eder. İçki, kumar, uyuşturucu, hatta sigara gibi zararlı alışkanlıklardan kendini de, yakınlarını da uzak tutmaya çalışır… Ebediyetini tehlikeye düşürmemek için “Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” (Allah’ın emrini tutup yasaklarından sakınma ülküsü) mantığıyla yaşar…

2. Ailesine merhamet eder. Eşine, çocuklarına ve tüm aile efradına sevgiyle yaklaşır.

3. Akrabalarına merhamet eder. İmkânları nispetinde onları korur, gözetir, ihtiyaçlarına koşar.

4. Komşularına merhamet eder. Komşuları açken, muhtaçken, “Rabbena hep bana” anlayışı içinde salt kendine yaşamaz. Komşularıyla salt maddî varlığını değil, manevî varlığını da paylaşır. Dertlerini dinler, sırlarını tutar, onları teselli eder, çözüm üretmeye çalışır.

5. Fakirlere merhamet eder. Tüm kazandığını kendine harcamaz. Sadece mecbur olduğu fitreleri, zekâtları değil, “gönlünden kopan”ları da verir.

6. Kâinata merhamet eder. Ne havayı kirletir, ne çevreyi. Kâinatın gelecek nesillerden ödünç alınmış bir emanet olduğunu, ayrıca tüm varlıkların Allah’ı tespih ettiğini bilir, ona göre davranır, asla tahrip etmez.

7. İnsana merhamet eder. Kendi hakkının-hukukunun yanı sıra, başkalarının hakkını-hukukunu da korur.

8. Varlığa merhamet eder. Öncelikle “kul hakkı” gözetir. Yalnızca “farz” ibadetlerle inancını sınırlamaz, sınırsız bir idrak ile sosyal hizmetlerde de bulunur. Kitap dağıtır, öğrenci okutur, parasızlıktan evlenemeyen sevdalıları evlendirir vs.

9. Herkese karşı nazik olur. Trafik kuralları konusunda hassas davranır. Elbisesi, çorabı, dişleri, saçları ve bedeni daha temiz olur, daha düzgün yaşar.

10. Yerken, içerken, çevresindeki insanları da dikkate alır; onları iğrendirecek hareketler yapmaktan sakınır. İnandığı dinin, insanı “hayatın merkezi” saydığını bilir ve nasıl bir inanca sahip olursa olsun, her insana “insan” olarak saygı duyar…

11. Başkalarını yargılayacağına kendi olumsuzluklarını yargılar. Başkalarını suçlamak yerine kendi nefsini suçlamayı seçer. Başkalarını yadırgamaz, kendini yadırgar. Başkalarını çekiştirmekten uzak tutar nefsini; cihadı “kendi nefsiyle mücadele” olarak algılar. “Mü’minin mü’mine gülümsemesi sadakadır” hükmü çerçevesinde her bakışını tebessümle süsler.

12. Anne-babasının değerini bilir, onları yalnızca “Anneler Günü”nde, “Babalar Günü”nde değil, tüm zamanlarda hatırlar.

13. Şeyh Edebali’nin, “İnsanı yaşat ki, devletin yaşasın” öğüdünde, “Her insan kendi varlığı içinde bir devlettir” anlamını okur, hikmetine ulaşır, sırrını çözer ve her insana “devlet” gibi davranır.

YÜREKLERE GELEN RAMAZAN

Keşke Ramazan yüreklerimize de gelse…

Ramazan yüreklerimize de gelse, sağanak sağanak rahmet yağsa üstümüze…

Ramazan yüreklerimize de gelse, tüm günahlarımız tövbe iksiriyle yıkansa…

Ramazan yüreklerimize de gelse, yüreklerimiz “kardeşlik” duygusuyla birleşse…

Ramazan yüreklerimize de gelse, hem yüzümüz, hem de yüreğimiz gonca gonca çiçek açsa…

Ramazan yüreklerimize de gelse, Ramazanlaşsak, insanlaşsak, vicdanlaşsak da, kendi içimizden taşıp birbirimize karşı zaman zaman hissettiğimiz nefretleri aşsak…

Tüm hayatımızı “adam gibi” yaşasak; yaşasak ve yaşatsak!

O zaman ortamımız Osmanlı insanının birbirleriyle ilişkileri seviyesinde ilişkilenecek…

İnsan ve devlet dengesi mükemmel seviyede kurulacak…

Temel hak ve özgürlükler hem birey, hem devlet çapında işlerlik kazanacak…

O zaman Avrupa Birliği’ne filan ihtiyaç duymadan yaşayıp gideceğiz!

Osmanlı insanının “yürek Müslüman’ı” olduğu dönemlerde, Osmanlı Devleti de yürekleşmiş, “yürek devleti” olmuştu. “Yürek devleti”ne olduğu ölçüde büyümüş, gelişmiş, zenginleşmiş, güçlenmiş, geniş bir hayır müessesesine dönüşüp her inançtan insanı sevgiyle kucaklamıştı.

Şimdi ise yüreğimiz, yakın tarihte ürettiğimiz ve öncelikle başka renklere yönelttiğimiz düşmanlıklara takılıyor. Zaman zaman sevgisizlikten boğuluyoruz!

Hep böyle olur: Sizden olmadıklarını varsaydıklarınızdan başlattığınız nefret seferiniz, git gide sizden olanların limanına ulaşır.

Nihayet sıra size gelir, size de bulaşır ve yüreğiniz çöle dönüşür.

Ramazan-ı Mübarek, ramazanlaşıp “Ramazan yürekli Müslüman”a dönüşmek için büyük bir fırsattır.

Mübarek olsun.

Yavuz Bahadıroğlu

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: