Yüz yıl öncesinden bir Kur’ân’a dönüş reçetesi (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-1)

Bundan tam bir asır önce Sebilürreşad’ın 6 Mayıs 1336 (1920) tarih ve 463 numaralı nüshasında yayınlanan “Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde, Bediüzzaman Said Nursî bugün hâlâ tartışılmakta olan bir konuyu gündeme getirmişti.[1]

İnsanların dinde gösterdikleri ihmal ve gevşekliğin sebebi olarak şeriat kitaplarının Kur’ân’a ayna olacakları yerde – “mukallitlerin hatâsı yüzünden” – perde halini almış olmalarını gösteriyordu Bediüzzaman. Eğer insanlar dinlerinin zaruriyatını öğrenmek için başvurdukları kitaplarda doğrudan doğruya Kur’an’a yönlendirilmiş olsalardı, kaynağın kudsiyeti onların vicdanlarını uyandıracak ve harekete geçirecekti.

Bediüzzaman’ın bu problem için sunduğu iki çözümden[2] birisi “şeriat kitaplarını şeffaf bir tefsir suretine çevirip içinde Kur’ân’ı göstermek” idi. “Bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil” diyor ve Selef-i Salihînin kitaplarını, bilhassa İmam Malik’in Muvatta’ı ile İmam-ı Âzamın Fıkh-ı Ekber’ini bu konuda örnek olarak gösteriyordu.

Muvatta’ı niçin ve hangi özellikleriyle örnek gösterdiği konusunda Bediüzzaman bir açıklama yapmıyor. Ancak Faslı âlim Prof. Dr. Abdülkerim Akyevî, Risale-i Nur’un mütercimi İhsan Kasım Salihî’nin bir sorusuna cevaben yazdığı makalesinde bu hususu çok güzel bir şekilde açıklıyor.[3] Bu açıklamaların ana noktalarını şu şekilde özetleyebiliriz:

  • Muvatta’, en önce telif edilen fıkıh ve hadis kitabıdır; Etbâ’-i Tâbiînden olan müellifi İmam Malik, Sahabeye yakın bir zamanda, ihtilâflar henüz çoğalmamışken, Dârü’s-Sünne olarak bilinen Medine’de yaşamış, burada Sahabenin, bilhassa Hz. Ömer’in ilmine vâris olan kimselerden ilim almıştı. Eseri olan Muvatta’ ise hem fıkıh, hem hadis kaynağıdır, ancak asıl olan hadistir; böylece Nebevî sünnetin hüccet olma özelliği onda ortaya çıkar. Aynı zamanda, Nursî’nin “Kur’ân-ı Kerimin hakimiyeti” adını verdiği husus da tezahür eder. Şöyle ki:
  • İmam Malik, bir hususta fıkhî bir hüküm ortaya koyacağı zaman, eğer o konuda bir âyet varsa önce onu yazar. Sonra konuyla ilgili hadisleri alır. Onun peşinden Sahabe ve Tâbiînin sözlerini, arkasından da Medine ehlinin tatbikatını nakleder. Nihayet, bu konuda kendisinin bir reyi varsa en son olarak onu kısaca zikreder. Bu yöntem sayesinde Kur’an ve Sünnetten getirilen delillerle güçlenen ahkâm, pek çok fıkıh kitabında bulunmayıp da Nursî’nin işaret ettiği kudsiyet özelliğini kazanır.
  • Muvatta’da Kur’ân’ın hakimiyeti o kadar açıktır ki, İmam Malik, Kur’ân’ın zahirine aykırı gördüğü hadisleri, velev senedleri sahih bile olsa, terk eder.
  • İmam Malik, bunun yanı sıra, Kur’an, Sünnet ve Sahabe fetvâlarıyla delillendirdiği fıkhı âdâb-ı şer’iye ve ahlâk-ı İslâmiye bahisleriyle de mezcetmiştir.

Akyevî, özetleyerek aktardığımız bu görüşlerine, İmam Malik’in Muvatta’da sergilediği nezih ihtilâf ahlâkını, farklı düşüncelere verdiği değeri, kendisinde olmayan ilmin başkasında bulunma ihtimaline daima önem vermiş olmasını da ilâve ediyor ve bu ahlâkı yitirmiş olmamıza Bediüzzaman’ın esef ettiğini kaydediyor.

Prof. Dr. Abdülkerim Akyevî’nin derin bir vukufla yaptığı bu tahlil, Bediüzzaman’ın onca eser arasında niçin İmam Malik’in Muvatta’ını örnek gösterdiğini açıklığa kavuşturuyor. Gönül isterdi ki, ilmihallerimiz de dahil olmak üzere fıkıh kitaplarımız, dinin içtihada tâbi olmayan zaruriyat kısmında bu metodu takip etsin, okutanlar ve okuyanlar da aynı yolu izleyerek asıl kaynakla ve kaynağın kudsiyetiyle irtibatlarını sürekli şekilde canlı tutabilsinler.

Meseleye okuyucu açısından yaklaşacak olursak, dinin zaruriyatından herhangi bir mesele için bir kaynağa başvuran kimse için de “Şu veya bu âlimin bu konuda ne söylediğini değil, Kur’ân’ın ne dediğini anlamak maksadıyla o esere yönelsin” diyebiliriz. Bu takdirde müellifler de kamuoyunun bu arzusuna karşı bigâne kalmayacak, onların ihtiyaçlarına cevap verebilmek için eserlerini bu şekilde telif etmeyi tercih edeceklerdir. Bunun sonucunu ise Bediüzzaman şöyle tasvir ediyor:

Eğer cemaat-i İslâmiyenin hâcât-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ân’a müteveccih olsaydı, o Kitab-ı Mübîn, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu suretle nüfus üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.

***

“Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası”nın neşrinden bugüne kadar tam bir asır geçti. Bediüzzaman’dan epey zaman sonra da Kur’ân’a yönelmek ihtiyacını dile getiren yayınlar yapıldı, hattâ bunlardan bazıları toplumda geniş yankılar uyandırdı. Ne çare ki, toplumda geniş yankılar uyandıran yayınlar, Bediüzzaman’ın reçetesinde zikrettiği, ancak “zulüm” olarak niteleyip iltifat etmediği türden yayınlardı. Nitekim bunların büyük kısmı, yüzyılların birikimini yok sayarak insanları büyük bir irfan kaynağından uzaklaştırdılar, ama Kur’ân’a da çok fazla yaklaştıramadılar. Gerçi topyekûn ele alındığında bu çabaların toplumda genel mânâda bir Kur’ân hassasiyetinin vücuda gelmesini sağladığı söylenebilir; bununla birlikte, gelinen merhalenin, Bediüzzaman’ın hayal ettiği seviyede bir rağbetten henüz çok uzakta olduğu bir gerçektir.

Bu arada, Bediüzzaman’ın kendisi binlerce sayfalık bir külliyat telif etti. Risale-i Nur Külliyatı adını alan bu eserler toplumun bütün tabakalarında sadece okuyucu bulmakla kalmadı, aynı zamanda büyük bir cemaatin, sonra ondan dallanıp budaklanan cemaatlerin vücuda gelmesine vesile oldu.

Peki, Bediüzzaman Sebilürreşad’daki makalesinde teklif ettiği ölçüleri Risale-i Nur’da uyguladı mı?

Uyguladıysa hangi yöntemi veya yöntemleri takip etti?

Bu yöntemlerin okuyucu üzerindeki tesiri ve toplumdaki yankıları ne oldu?

Bediüzzaman’ın eserlerini okuyanlar Kur’ân ile buluşuyor mu?

Bu eserler etrafında toplanan insanlar bugün Bediüzzaman’ın ne dediğini öğrenmek için mi, yoksa Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek için mi okuyorlar?

Bu eserlerin ve bu okumaların toplumda “Kur’ân’ın hâkimiyet-i mutlakasına” katkıları ne seviyededir?

Bunlar ve benzeri sorulara ilerideki bölümde cevap aramak niyetindeyiz. Ancak, Risale-i Nur’a geçmeden önce, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’dan önceki hayatının kilometre taşlarına kısaca temas etmek aydınlatıcı olacaktır.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK


[1] Makalenin Latin alfabesiyle deşifresi için bkz. http://erisale.com/#content.tr.15.321

[2] Gerçi Bediüzzaman burada üç çözüm zikrediyor; ancak birincisi – günümüzde moda olduğu gibi – müellifleri şiddetli tenkitlerle gözden düşürüp ortada sadece Kur’ân’ı bırakmaktan ibaret olduğu için, bunu “zulüm” olarak niteliyor ve üzerini çiziyor.

[3] Abdülkerim Akyevî, “el-Muvatta’ fî Rasâili’n-Nur,” İşrakatu Nuriyye mine’d-Diyâri’l-Mağribiyye, s. 192-196.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: