Allah’ın Nuruyla Bakmak: “Feraset” Ne Demektir? Nasıl Olur?

Ey iman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız, Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir kabiliyet, bir nur verir.” (Enfal, 29)

Mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Olayları dar açıdan değerlendirenlere “At gözlüğüyle bakma!” deriz. Bu deyim o kadar sık kullanılıyor ki, atların mükemmel bir görüş yeteneği olduğunu bize unutturuyor. Halbuki atlara takılan “at gözlüğü”, onların bu üstün yeteneğine set çekmek içindir.

Gerçekten de, ata gözlerini birbirinden bağımsız kullanabilme kabiliyeti bahşedilmiştir. Yani atlarda her göz, bağımsız olarak ayrı cisimleri görebilir. Bu durum atlara, yanlardan, önden ve arkadan görüntü sağlar. Göz merceği kafa yapısının dışına yerleştirilmiş atın gözlerinin her biri, etrafı 160-170 derecelik açıyla görür. Dolayısıyla toplam 320-340 dereceyi bulan görüş açısıyla at, insanlara kıyasla çok daha geniş bir sahayı aynı anda görme imkânına sahip olur.

İşte atların bu özelliği, Kur’an coğrafyasının önemli bir kavramı olan “feraset”i izah etmektedir. Normalde derin bakış sahibi olmaya basiret dendiği halde, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde “Müminin ferasetinden sakınınız” diye buyurması elbette boşuna değildir. Feraset kelimesinin kökü olan feras, at demektir; dolayısıyla feraset, atın üstün görüş gücü anlamını içinde barındırır.

OLAY VE KİŞİYE YÖNELİK FERASET 

Feraset kavramının atın görüş gücüyle ilişkisini mü’mine uyguladığımızda, bakılmakta olan şey bir olaysa bu olayın önünü, arkasını (zahirini ve perde arkasındaki sebeplerini) görebilme anlamı kadar; geçmiş, şimdi ve geleceği aynı anda görüp değerlendirebilme anlamı da çıkar. Dolayısıyla feraset dendiği zaman, hem “derinlikli” hem de “kuşatıcı” bir bakışla bakabilme kastedilmiş olur.

Mesela, feraset sahibi biri, herhangi bir olaya baktığında daha sürecin başlangıcında olayın nasıl bir sonla neticeleneceğini görüp sezebilir. Said Nursî’nin “Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de (ücretli işçilik) parçalayacaktır” veya daha 1908 yılında söylediği, “Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” gibi sözleri, ferasetin ne derece keskin olabileceğine dair verilebilecek çarpıcı örneklerdir. Bu derece feraset sahibi olabilmek için mazi, şimdi ve istikbalin çok derin bir kavrayışla aynı anda kuşatılabilmesi şarttır. Ayrıca, fıtrat ve tekamül kanunlarına da çok derin bir şekilde vakıf olmak gerekir.

Feraset ehli, olaylar kadar kişileri de keskin bir nazarla etüt edebilirler. Kişilere yönelik feraset, onların yüzlerine, konuşma üsluplarına ve hallerine bakarak kalpleri hakkında güçlü sezgilere ulaşabilme yeteneğidir. Bu durum ferasetin aynı maksada hizmet eden üç vasıtasının da (göz, kulak ve kalp) en üst düzeyde kullanıldığını ifade eder. Eğer bunlardan biri ya da ikisi eksik olsa, mesela sadece kafa gözüyle bakılsa, bundan feraset çıkmaz; bakılan kişiye yönelik değerlendirme, sadece onun cismi ve zahirî görünümüyle sınırlı kalır. Bu da gösterir ki, ferasetin asıl mahalli kalptir. Mü’min ancak “kalp gözü”yle bakarak, karşısındaki insanın içindeki (kalbindeki) asıl manayı görebilir. Dolayısıyla, feraset dediğimiz şey, özü itibariyle “kalpten kalbe” gerçekleşen bir olgudur. Olayların da bir nevi kalbi (ruhu) olduğunu düşünürsek, burada da yine bir çeşit kalpten kalbe bir kavrayışın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa kâinat(ın olayları) ile insan(ın hareketleri) arasında bir benzerlik bulunmaktadır.

“MÜ’MİNİN FERASETİ” NE DEMEKTİR? 

Öncelikle belirtmek gerekir ki, her insanın kendine göre bir feraseti olabilir. Bu noktada tecrübe, önemli bir açılım sağlar. Örneğin, tecrübeli bir öğretmen, yıllar içinde kazandığı marifetle öğrencinin ne diyeceğini ve ne yapacağını bilebilir. Ya da tecrübeli bir esnaf, hangi müşterinin malı satın alacağını, hangisinin uzun bir pazarlıktan sonra bile hiçbir şey satın almadan dükkândan çıkıp gideceğini sezebilir. Veya tecrübeli bir devlet adamı, toplum içinde ne tür gelişmelerin ülkenin geleceği açısından sıkıntı oluşturacağını önceden görüp tedbir almayı düşünebilir.

Bununla birlikte, ferasetin maddi âleme ve manevî âleme bakan iki boyutu vardır. Eğer kişi gözünü ve kulağını dört açtığı kadar kalbini de devreye sokarsa, bu her iki boyutta da mesafe kateder ve nazarı keskinleşir. Burada göz, kulak ve kalbin ne kadar ortaklaşa çalıştığı ve aktif biçimde birbirlerine destek verdiği önemlidir. Bunların beraberce çalışması, maddî ve manevî âlemlerin aynı anda algılanması ve birbirleri üzerindeki etkilerinin daha iyi fark edilmesini sağlar.

Bu anlattığım husus, mü’minler kadar, bir dereceye kadar mü’min olmayanlar için de geçerlidir. Özellikle dünyevî meselelerde. Bir örnek vermek gerekirse, hâlâ çözümlenmemiş bir sorun olan başörtüsü sorununda, ehl-i dünyanın başörtünün üniversiteye girmesi halinde bu ülkede bir şeylerin daha geri dönülemez biçimde değişeceğini hissetmeleri, onlar açısından bir tür “feraset” olarak görülebilir. Veya, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Meclis’e davet edilen ama daha sonra kendisine önerilen görevi kabul etmeyip Şark’ta kendi halinde inzivaya çekilen Said Nursi’nin bir türlü rahat bırakılmaması ve ardından ana gövde itibariyle “iman hakikatleri” hakkında masum kitaplar yazdığı halde, bu kitapların onların yapmak istediklerine ve kurmak istedikleri hayat tarzına en büyük engeli teşkil edeceğini görmeleri de bir tür feraset olarak değerlendirilebilir.

Burada ferasetin hangi kulvarda keskinleştiğini belirleyen husus, kalpte taşınan “kaygı”dır. İnsan neyin kaygısını çekiyorsa, kalbinde ona dair sezgileri güçlenir. Eğer ehl-i dünya gibi bu dünya hayatında nefsin haz ve lezzet anlayışına göre laik bir hayat kurmayı planlamışsanız, kaygı, korku ve hassasiyetlerinizin —dolayısıyla ferasetinizin— bu kulvarda gelişmesi de gayet doğaldır. İşte bu nedenle, ehl-i dünyanın feraseti esas olarak dünyevî meselelerde ama özellikle kendi nefsî arzu ve heveslerine yönelecek maniaların bertaraf edilmesine yönelik olarak keskinleşmiştir.

“ALLAH’IN NURUYLA BAKMAK” 

Mü’minin ferasetine gelince, burada apayrı ve asıl olan ferasetten bahsediyoruz. Çünkü mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Böylece mü’min geçmişi karanlıklar içinde büyük bir mezarlık, geleceği de fırtınalar içinde derin uçurumlar gibi görmekten; etrafının da müthiş canavarlar ve ejderhalarla çevrili olduğu vehminden kurtulur. Geçmişin nuranî insanların taht-ı riyasetinde olan ibadet, hizmet, sohbet ve zikir meclisleri olduğunu, geleceğin de yüksek dağların ardında büyük bir ziyafet ve seyir yerine açıldığını, etrafında canavar ve ejderha zannettiği mahlukların ise insanın hizmetine verilmiş uysal hayvanlar olduğunu anlar.

Bu açıdan bakıldığında, mü’minler olaylara, eşyaya ve insanlara “gündüz gözü”yle bakarken, ehl-i inkâr gece gözüyle bakan kimselere benzerler. Mü’min açısından ortamı gündüz yapan sebep, kalbindeki iman nuru sayesinde hem kendisi ile hem de mahlukat ile Sâni-i Zülcelal arasındaki nispetleri (intisapları) fark ederek, bu bağlantıları okuyabilir hale gelmesidir.

Mesela, bu okuma yeteneği sayesinde mü’min, yeryüzünde görünen temizlik ile Allah’ın Mütahhir ismi arasındaki bağlantıyı okur. Annelerin şefkatinde O’nun merhametini görür. Canlıların rızıklarının hiç şaşmadan kendilerine ulaştırılmasından rezzakiyetin boyutlarını kavrar. Atomun ve gezegenlerin direksiz duruşlarından, Kayyum ismini idrak eder. Böylece, dünyada meydana gelen olayların aslında manevî âlemden maddî âleme doğru yansıyan neticeler olduğunu anlayarak, bütün işlerin başı ve sonunun kendisine bağlandığı bir Allah tasavvuruna kavuşur. Özellikle O’nun sünnetullahı (âdeti) hakkındaki kavrayışı derinleştikçe de, olaylara dair feraseti artar.

Bu okumada Müslümanların elinden tutup onları ferasetin zirvelerine taşıyan vasıta ise, Kur’an-ı Kerim’den başkası değildir: “Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır).” (A’raf, 203) Bir örnek vermek gerekirse, tarihin seyri konusunda mü’minlerin feraseti Kur’an’daki kıssalar sayesinde keskinleşir. Örneğin, ehl-i dünya için bir toplumun rahat ve konfora erişmiş olması hiç de tedbirli olunması gereken bir vakti hatırlatmaz. Çünkü keyif ve eğlence zamanıdır. Ama vahye muhatap olan bir mü’min, şükretmeyen toplumların en rahat ve konfora eriştikleri dönemde ilahî gazabı üstlerine çekerek helak edildiklerini bildiği için —eğer toplum bu özellikleri taşıyorsa— derin bir endişeye kapılır.

“ALLAH’TAN KORKARAK HAREKET ETMEK”

Bu yola girmiş olan en avamî mü’minin bile feraseti, ehl-i dünyanın en havassı olanlardan daha keskin ve daha isabetlidir. Namaz kılmayan insanın nursuzluğu (güvenilmezliği ve istikrarsızlığı), haram yiyen birinin uğrayacağı akıbet ya da zevke sefaya dalan bir topluluğun akıbeti hususunda, en avamî mü’min bile feraset gösterir. Belki buna dair enteresan tarihî örnekleri ya da bilimsel bulguları söyleyemez ama sezgilerinde çok büyük olasılıkla haklı çıkar. Buna karşın, inançsız biri bilgiçliğiyle baskın çıksa da, iddialarının boşa çıktığına zaman içinde kendisi de şahit olur. Çünkü biri Allah’ın nuruyla, ötekisi nefsinin zulmetiyle bakmaktadır.

FERASET VE HÜKÜM 

Peki ferasetin bir sınırı yok mudur? Örneğin, feraset bir ilim gibi görülüp onun üzerine hüküm bina edilebilir mi?

Hemen ifade etmek gerekirse, feraset delil sayılamayacağı için feraset üzerine bir hüküm de bina edilemez. Mesela, mü’min de olsa “Ben ferasetimle şu kişinin kalbinde inkar tohumları taşıdığını görüyorum” diyerek o kişiyi tekfir etmeye yönelemez. Bu konuda Hz. Peygamber’in Üsame’yi “Kalbini yarıp baktın mı?” (es-Sira, VI, 34) diye azarlaması oldukça manidardır. Ayrıca, kendisi de “Ben insanların kalbini açıp bakmak için gönderilmedim” diye buyurmuştur.

O halde, feraset ehli, karşısındaki kimsenin duruşundan, konuşması ve üslubundan nasıl bir insan olduğunu çıkarsa (sezse) bile, bu doğru zanlarını kesin bir delil olarak öne sürme hakkına sahip değillerdir.

Bu konuda icraatta bulunabilmek için Hızır Aleyhisselam gibi gaybî hakikatlere tam bir vukufiyet sahibi olmak gerekir ki, onun bu ilmi de ferasetten ziyade vahyî bir nitelik arz etmektedir. Nitekim, Kehf Suresi’nde Hazreti Musa’ya yaptıklarının izahını yaparken, “Ben bunları kendiliğimden değil, Allah’ın emriyle yaptım” (Kehf, 82) demesi, onun ilminin feraset-üstü bir noktada olduğunu ve âdeta kaderin hükmî tecellileri doğrultusunda istihdam edildiğini göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.

Her şeye rağmen, Allah korkusuyla hareket ederek takva dairesi içinde bulunan bir mü’mine Allah’ın hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir (sezgi) kabiliyeti vermesi, inananlar açısından çokça şükredilmesi gereken bir husustur.

Mü’minin ferasetinin sakınılacak bir noktaya ulaşmasında iman nuru ve vahiyle birlikte üçüncü önemli unsur ise, takvadır. Nasıl ki ehl-i dünya kalbinde dünyevî ve nefsî menfaatlerinin kaygısını taşıyorsa, mü’minler de kalplerinde Allah korkusu taşırlar. Bu korku ya da kaygı, onları Allah’ın razı olacağı şekilde hareket etmeye, haram ve şüpheli şeylerden sakınmaya, nefsinin arzularını meşru sınırlar içinde tatmin etmeye, maddî ve manevî temizliğe dikkat etmeye, ibadet ve zikirle meşgul olmaya, Peygamber’in (a.s.m.) sünnetine göre yaşamaya yönlendirir. Böylece mü’min, hem nefsinin firavniyetini kırar hem de Allah’ın emir ve yasaklarını kendi nefsi üzerinde tatbik etmekle duygu ve düşünce olarak O’na daha fazla yakınlaşır. Bu mücahede sonucunda mü’minin kalbi, şüphe ve tereddütlerden kurtularak pürüzsüz bir ayna halini alır; ve olaylara ve insanlara Allah’ın baktığı gibi bakmaya başlar ki, “Allah’ın nuruyla bakmak” ifadesinde kastedilen mana budur.

 Ömer Baldık / Moral Dünyası Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: