Ateist ile Mü’min’in Farkı!
Asrımıza damgasını vurmuş olan Bediüzzaman Hz.’nin şu “ÎMAN, insanı İnsan eder, belki de Sultan eder” sözünün de bir HAZİNE değerinde olduğunu geç yaşlarda anladım.
Dolayısıyla, ateist (yani, inanmayan) ile inanan arasında dağlar kadar fark olduğunu da geç öğrenmiş oldum. Sadece bu nedenle bile ben çok şey kaybettim, fakat şu genç neslin daha erken fark etmesi ve daha iyi idrak etmesi için, diğer konuları erteleyerek, bugün öncelikli olarak bu konuyu ele almak istiyorum.
Derin ve çok önemli mevzuların her seviyeye kolayca anlatılmasında, Kur’ânî bir prensip vardır. Bu da önce herkesin kolayca anlayacağı bir kıssa veya hikâye anlatmak, anlatılmak istenen ağır ve önemli konuyu da o kıssa ve hikâyeye bina etmektir. Şimdi; bu ilginç ve ciddi konuyu bina edeceğim hikâyeye, tam olarak odaklanmanızı istirham ediyorum.
***
İdamın henüz kaldırılmadığı yıllarda, bir idam mahkûmu Haydarpaşa’dan trene bindiriliyor. O günkü padişah, başkentte infâz edilecek olan o idam mahkûmunun, son gününü en güzel bir şekilde yaşaması için, trende ona özel kompartıman hazırlattırıyor. İçerisine de o mahkûmun en sevdiği şeylerden müteşekkil, mükellef bir sofra donatıyor. Etrafına da o mahkûmun emrinde çalışacak, hatta sıcak bastığında yelpazeleyecek görevliler bile tahsis ediyor. Kısacası bu kişinin, son gününün krallar gibi geçmesi için, âdeta seferber olunuyor.
Bu tren tam kalkmak üzere iken, pürtelâş bir yolcu daha geliyor. İstasyon şefine şöyle yalvarıyor. “Efendim ne olur, trenin kapılarını açtırın. Beni de mutlaka bu trene alın. Evet, tren tamamen dolu, hiç boş koltuk yok, ben de biliyorum. Olsun, ben 10-15 saat ayakta da giderim, bir köşeye çömelerek de giderim, yeter ki beni alınız. Çünkü, ben padişahın lütfuna mazhar oldum. Bir an evvel başkentte olmam lâzım. Şu elimdeki beraatı orada beni bekleyen görevlilere gösterdiğimde beni, ömür boyu bana tahsis edilmiş olan çiftliğime, o çiftliğin içindeki köşklerime, atlarıma ve arabalarıma kavuşacağım. Anamı, babamı ve tüm sevdiklerimi de oraya götürmüşler. Hepsine de kavuşacağım. N’olur, beni trene bindiriniz, ne olur efendim… v.s.” ..gibi yalvarmalarına dayanamayan istasyon şefi, o yolcuyu da o trene alıyor…
***
Saygıdeğer dostlarım, şimdi biraz daha dikkatli düşünelim:
Bu trende bizi, yani bugünkü konumuzu ilgilendiren iki önemli yolcu var.
Birincisi İDAM MAHKÛMU, fakat o trende krallar gibi ağırlanan bir yolcu.
İkincisi ise trende en çok müşkülâtla ve sıkıntılarla yolculuk eden, fakat Ankara’ya gittiği zaman, Padişahın görevlileri tarafından karşılanarak, kendisine tahsis edilmiş köşklere, çiftliklere, atlara, arabalara ve tüm sevdiklerine kavuşacak olan bir yolcu…
Şimdi sizlere can alıcı bir soru soracağım:
Bu upuzun tren yolculuğunda, acaba krallar gibi ağırlanan birinci yolcu mu daha huzurlu ve mutludur?
Yoksa, 10-15 saatlik upuzun bir yolculuk için numarasız biletle binen, ayakta ve çömelerek giden o ikinci yolcu mu daha huzurlu ve daha mutlu olur?…
CEVAP: Elbette ki “ayakta veya çömelerek seyahat eden İKİNCİ yolcu” çok daha mutludur, değil mi? Çünkü birinci yolcu, her ne kadar (geçici olarak) krallar gibi ağırlansa da, İDAM edilmeye gidiyor ve bunu da biliyor. Bu acı âkıbet onun beynini, her dakika kemirecektir. Kendisine yapılan hizmetlerden bile zevk alamayacaktır. Trenin yavaş gitmesini hatta durmasını arzu ettiğinden, hızlı gitmesi bile ona batacaktır…
O ikinci yolcu ise ömür boyu sürecek bir köşk ve çiftlik hayatına, hatta tüm sevdiklerine kavuşmaya gidiyor. Ayakta durmalar ve çömelmeler bile ona sıkıntı vermeyecek. Trenin hızlı gitmesi ise ona sürür katacaktır. Mutlak kavuşacağı güzel istikbalini bildiğinden, hayalleri ve rüyaları ile de mutlu ve huzurlu olacaktır…
Şimdi bu hikâyeden, GERÇEĞE dönelim:
Ateist yani inanmayan kişi, aynı o birinci yolcu gibidir. Ölümü; en iyimser bir düşünceyle “bir idam, bir adem, yani bir yok oluş” zannettiğinden, sevdiklerinin ölümleri de ona her zaman azâp olacak, kendi ölümü ile her şeyi kaybedeceğinden, sürekli bir ıstırap çekecek. Bunu unutmak için içkiden ve uyuşturucudan medet umacak. İçtikçe de daha kötü felâketlere sürüklenecektir. Hiçbir yönetimi beğenmeyecek, her şeye muhalefet edecek. Hele hele, ara sıra da olsa vicdanının sesi ona “..milyarlarca inanan insanların dedikleri gibi, yâ bir de Âhiret hayatı var ise Ebedî bir Cehennem azabına düşersem” endişesi de, onu büsbütün kahredecektir…
İNANAN ve inandığı şekilde, bu dünya yolculuğu sonrasına hazırlanan kişi ise burada (trendeki ikinci yolcu gibi) sıkıntılar ve zorluklar çekse bile, nasılsa ebedî Cennet saadetlerine ve tüm sevdiklerine, hattâ yüce Peygamberine kavuşacağına inandığı için, sıkıntı ve zorluklardan bile lezzet alacaktır. Ona yapılan zulüm ve haksızlıkların, Mahkeme-i Kübra’ya havale edileceğini bildiğinden, müsterih olacak, yani intikam ıstırabı çekmeyecektir.
Âhiret hayatlarına çok iyi hazırlanan maneviyat büyüklerinin, “ölümün bir düğün gecesi ve VUSLAT” yani güzelliklere kavuşmak olduğunu söylemeleri, işte bu sebeplerledir.
Yusuf AS’ın; dünyada mutluluğun en zirvesindeyken ölümünü istemesi de, işte bu sırdandır. İnancının da zirvesinde olduğundan, Âhiretteki Cennet hayatının, dünyanın sultanlığını bile gölgede bıraktığına, çok net inandığı içindir ki, ölümü tercih etmiş…
Bediüzzaman Hz.’ne sorulan; “..Üstadım, şu anda gerçekten kıyamet kopmaya başlasa, siz ne yapardınız?” sorusuna karşı. “Kardaşım Zübeyr, yap bir kahve de Yüce Rabbimizin Kudret ve Calâl esmâlarının tecellilerini seyredelim, derdim” cevabını vermesi de işte bu İNANCIN verdiği huzur ve mutluluktandır…
Şimdi tekrar yukarıdaki “ÎMAN, insanı İnsan eder, belki de Sultan eder” sözünü tekrar düşünelim.
Acaba, inançsız bir sultan mı daha huzurlu ve mutludur, yoksa İNANÇLI bir vatandaş mı daha huzurlu ve mutlu olur?…
Olay işte bu kadar nettir. Vesselâm…
A. Raif Öztürk