Başkanlık Sisteminin İslamiyet Ve Tarihimiz Açısından Tahlili (I)

1. KUVVETLER AYRILIĞI VE BAŞKANLIK SİSTEMİ

Günümüzde başkanlık sistemi deyince, başkan olacak şahsın, devletin üç erkini yani yürütmek, yasama ve yargı erklerini tek başına üstleneceği manası verilmektedir. Bu anlayış tamamen yanlıştır. Devletin üç temel fonksiyonu olan yasama (teşrî’), yürütme (icrâ) ve yargı (kazâ) görevini hangi organlarla ve nasıl yürüteceği, kuvvetler ayrılığı prensibi gereği, bütün demokratik sistemler açısından açık ve net bir hadisedir. Başkanlık sisteminin asıl odaklandığı erk, yürüme organıdır. Demokratik sistemlerde, Amerika ve Fransa dâhil, başkanın yasama yahut yargı sistemi bulunmamaktadır.

İslam’da devlet nizamının üç prensibi bulunmaktadır:

Hukukî, siyasî ve sosyal bir düzen ve otoriteyi temsil eden devlet müessesesinin İslâm hukukundaki önemli özelliklerine kısaca temas edelim.

1) Devlet nizâmında hâkimiyet Allah’a aittir. Yani hukukun kaynağı Allah’ın irâdesidir. Bu sebeple Müslüman devletlerde tam anlamıyla yasama organı yoktur. Sadece Allah ve peygamberinin tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılabilir. Konuya bütün ayrıntılarıyla ilerde değineceğiz.

2) Kur’an, Peygamber’e ve O’nu takip edenlere eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını değişik yerlerde tavsiye etmektedir. Kur’an’da “Allah katında en hayırlınız, O’ndan en çok korkanınızdır” denmekte ve ruhban sınıfını şiddetle reddetmektedir. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır esasını kabul etmektedir.

3) Devlet nizâmının önemli bir özelliği de, itaat ve teslimiyettir. Merkezî bir otoriteye itaat edilmeden devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmektedir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” ifadesi bu teslimiyeti ifade eder. Çok az istisnaların dışında İslâm hukukunda devlete itaat, dinî bir görev olarak kabul edilmiştir. Kur’an, açıkça ülül-emre itaati emretmektedir.

4) İslam hukukunun kabul ettiği önemli bir anayasa hukuku prensibi “şûrâ” esasıdır. Devlet idaresinin en önemli temeli kabul edilen şûrâ prensibi, devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması manasını ifade eder. Yetkili meclisi teşkil eden fertlere “ehl-i hall ve’l-akd” denir. Bu konuya ileride tekrar döneceğiz. Bu zikredilen dört temel özellik dışında, İslâm hukukunda devlet nizâmının başka özellikleri de vardır. “Dinde zorlama yoktur” esasıyla getirilen hoşgörü prensibi; insanlar arasında ırk ve renk, farkını reddeden evrensellik esası ve “iyiyi emret, kötüyü önle” şeklinde özetlenen sosyal reformculuk özelliği bu arada zikredilebilir.

Acaba özel manada başkanlık sistemi, İslamiyet ve tarihimiz açısından nasıl yürümüştür? Bu soruyu cevaplandırdıktan sonra, günümüzdeki başkanlık sistemlerini de özetleyerek kanaatimizi açıklayacağız.

2. HZ. PEYGAMBER VE DÖRT HALİFE DÖNEMİNDEKİ HİLÂFET VE BAŞKANLIK SİSTEMİ İLE MUKAYESESSİ

2.1 Hz. Peygamber’in Statüsü

Hz. Peygamber, Allah’ın elçisi ve vahyin tebliğcisi olması hasebiyle, diğer halifeler yahut devlet başkanı sultanlarla kıyaslanmayacak geniş yetikleri bulunmaktadır. Bu dönem istisnâi bir dönemdir. Zira Hz. Peygamber, sınırlı yasama (teşrî’), yürütme (icrâ) ve yargı (kazâ) görevini üstlenmiştir. Osmanlı hukukunun kaynakları hakkındaki incelemelerimize geçmeden önce, kendi tabiriyle Flemenk gavuru olan Hollanda’lı bir gayr-i müslim hukukçunun Osmanlı hukukunun mahiyeti ve kaynakları hakkındaki mütâlaasını ibret olsun diye, II. Abdülhamid’e arz ettiği lâyihasından özetleyerek buraya almak istiyorum:

“Müslümanlara göre hukuk, ilâhî emirlerden ibârettir ve bunlar da dinî ve dünyevî emirler olarak ikiye ayrılır (ibâdât-muâmelât). Bunlar birbirinden ayrılmaz. Kur’ân, Müslümanlara göre şüpheden uzak ve ilâhi emirleri muhtevi mukaddes bir kitapdır. Kur’an’da mevcut olan hukukî hükümler, ayrıntılı hükümler veya genel esaslar tarzında hukukun bütün alanlarını kapsar. Kaynağı ilhâm değil vahiy olan Kur’ân, Hz. Muhammed’e indirilmiş ve o da tebliğ etmiştir. Kur’ân öyle bir kitabdır ki, her harfi ve her hükmü, bütün zemin ve zamanlarda geçerlidir. Hristiyanların Kitab-ı Mukaddes’i gibi sadece hukuk nizâmının esaslarını değil, hem esaslarını ve hem de değişmeyen bir kısım tafsilî hükümlerini de câmi’dir. Sünnet ise, Hz. Peygamber’in fill, söz ve hareketleridir. Bunların Kur’an’dan farkı, vahiy yoluyla değil, ilhâm yoluyla Allah tarafından kalbine ilkâ edilmiş olmasıdır. Müslümanlara göre, Hz. Muhammed bir beşerdir; ancak doğru sözlü ve vazifeli bir nebî ve resûldür. Bütün güzel ahlâkı ve gelmiş geçmiş ilimleri Allah’ın ihsânıyla zatında cem’ ettiğinden mümtaz bir insândır. Kur’ân’ın tebliğcisidir. Dinin tamamlayıcısıdır.”

“Ehl-i İslâm indinde hukuk, evâmir-i ilâhiyeden ibâret olup bunlar da umûr-ı diniye ve dünyeviyeden mürekkeptir. Bu iki sınıf evâmir, yekdiğerinden ayrılmaz ve birbirine merbut ve gayr-i münfek bir haldedir.”

Bütün bu izahlara göre, Hz. Peygamber, yürütme, yasama ve yargının başıdır. Bu özellik, diğer Halifelere tam olarak intikal etmemiştir.

2.2 Dört Halife ve Diğer Halifelerin Statüleri ve Başkanlık Sistemiyle Kıyaslanması

Hz. Peygamber’den sonra gelen devlet başkanlarına halife denmektedir. Devletin üç erkinden sadece yürütme gücüne sahiptirler. Sadece İslamiyet, müçtehid olmak şartıyla, devlet başkanlarına belli davalarda yargı yetkisi de vermiştir. Dört halife bu yetkilere sahiptirler. Ancak yasama yetkileri asla bulunmamaktadır.
İslam’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Devletin işlerinin yürütülebilmesi için öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’an’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.

“Şûrâ meclisi”nin üyeleri (ehl-i hall ve’l akd) nasıl teşkil edilecektir?

Bu konu zamana ve zemine terkedilmiştir. İlk dönemlerde “ahlak, fazilet, ilim ve tecrübe” gibi vasıflarla temâyüz etmiş bulunan şahıslar, şûrâ meclisinin tabiî üyesi kabul edilmiştir. Sahabe ve tabiîler devrinde hep bu esasa uyulmuştur. Abbasiler’de, Selçuklular’da devletin üst yöneticilerinden teşekkül eden Divân’lar bu görevi ifa etmiştirler. Osmanlı devletinin Tanzimat’a kadarki döneminde ise, Divân-ı Hümâyûn bir şûrâ meclisi olarak devletin önemli işlerini yürütmüştür. Şûrâ meclisi üyelerinin en azından şu vasıfları taşıması gerektiği belirtilmektedir: Tam ehliyetli olmak, hür olmak, ilim sahibi bulunmak, dindar, güvenilir ve dürüst olmak (âdil olmak) devletin vatandaşı bulunmak.

Sosyal münasebetlerin çoğalması, devlet işlerinin artması ve her sahada mütehassıs kimselere ihtiyaç duyulması sebebiyle “şûrâ” görevinin, branşında uzman olanlardan seçilmiş üyelerden meydana gelen milletin kalbi hükmündeki bir meclis tarafından ifa edilebileceği görüşü, Tanzimat sonrasında ağır basmış ve Osmanlı Meclis-i Mebusanının kurulması ve Meşrûtiyetin ilanında bu görüş şer’î bir dayanak teşkil etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde konuyla ilgili çok kıymetli vesikalar bulunmaktadır.

Şûrâ meclisinin kararları nasıl bir hukukî mahiyet arz etmektedir?

Kitap ve Sünnetin açıkça hüküm vaz ‘ettiği konularda, şûrâ, mevcut hükümleri icra için kararlar alabilir. Hakkında açık bir hüküm bulunmayan meselelerde ise, şûrâ meclisi, birinci derecede rol sahibidir; meseleler müzâkere edilir ve ortak içtihad karara bağlanır. Kararda ittifak şart değildir, çoğunluk yeterlidir. İlk devir uygulamaları ve konuyla ilgili dinî emirler, cemaate yani çoğunluğa uyulmasını emretmektedir. Kesin nass (dinî metin) bulunmayan meselelerde, içtihadî kaynakların ürünü olan örfî hukuk esas alınacaktır. Ancak burada bir problem daha vardır: Devlet başkanı (halife, sultan veya padişah) ile şûrâ üyeleri farklı görüşleri ileri sürerlerse, devlet başkanına ait görüşün ağırlık kazanıp kazanmayacağı meselesi tartışmalıdır. Türk hukuk tarihinde, Türklerin kendilerine mahsus devlet anlayışının da tesiriyle, devlet başkanının (sultanın) görüşüne ağırlık verileceği esası benimsenmiş ve uygulanmıştır. Divân-ı Hümâyûn veya Meclis-i Mebusan’ın kararlarına rağmen Padişah’ın görüşünün tercih edildiği hadiseler arşivimizde numuneleri çok olan durumlardır. Hz. Peygamber, Uhud savaşından önceki şûrâda kendi fikrini değil şûrâ meclisinin fikrini tercih etmiştir.

İslâm hukukunda ve eski Türk devletlerinde “şûrâ” meclisinin vasfı yani devletin şekli nedir? Cumhuriyet var mıydı?

Yapılan araştırmalar, mevcut devlet şekillerinden hiçbirinin İslam’ın öngördüğü devlete tam olarak uymadığını göstermektedir. Monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde bir heyette kendini göstermektedir. İslam’da ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki İslâm milletinin vekili durumundadır. Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. Ettiği takdirde kendisine temsil yetkisi veren Müslümanlar onu görevden alabilecektir. Osmanlı Padişahlarının hal’ında mutlaka fetvaya başvurulmasının sebebi budur. Halife veya sultanın, hâkimiyeti Allah’tan doğrudan değil halk vasıtasıyla almış sayıldıkları için, İslâmî devlete batıdaki anlamıyla teokratik bir devlet nazarıyla bakılamaz. İslam’da halkın İrâdesinin üstünde ilahî İrâde bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın İrâdesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten râşid halifeler, hem bir halife hem de dindar bir cumhur reisi idiler.

İslâm hukukunun anladığı manada ideal devlet, sadece râşid halifeler zamanında görülmüştür. Daha sonra zikredilen vasıfları taşıyan ideal bir devlet gelmemiştir. Ancak ideal olmasa da Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da birer İslâmî devlettirler. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devlet idaresini (Meşrûtiyetin ilânına kadar) kayıtsız şartsız mutlak bir monarşi olarak vasıflandırmak mümkün değildir. Zira mutlak monarşide hâkimiyet hükümdardadır ve hükümdar ise mutlak monarşide hiçbir bağlayıcı kurala bağlı değildir. Hâlbuki başta Osmanlı Padişahları olmak üzere, bütün Müslüman Türk sultanları, şer’î şerif denilen hukuk ile kayıtlıdır ve asıl hâkimiyet sahibi olan Allah’a ve onun kanunlarına karşı manen de olsa sorumludur. Son dönemdeki Osmanlı idaresi dindar bir meşrûtî rejim olarak vasıflandırılmaktadır.

Bediüzzaman’ın şu tesbiti manidardır:
“Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

Şu tesbitleri de unutmamalıyız.
“İslamiyet, Dîn’i devletten ayırmadıktan başka, ayrılmasını bile yasaklamış olduğundan, hem akâid-i diniyye ve ibâdât ve taâta müte‘âllik ve hem de a‘mâl ve harekât ve kisb ve vasiyet mısillü umûr-ı dünyevîye âit ahkâmı cami‘dir.

Padişah olan zât, devletin hem hâkim-i mutlakı, hem kuvve-i askeriyesinin emîr ve kumandan-ı a’zamı, hem de birinci imamıdır. Hükûmet, hudûd-ı şer‘iyeyi icra ve vergi tarh ve tahsiline nasıl me’mur ise, ahâlinin ibâdât ve taâtını ve aldıkları abdestin usûl ve erkânı üzere almalarını teftiş ve tetkik etmeye mecbur ve me’mûrdur. Bir de kâfirlere hürriyet ve müsaâdât verir. Lâkin hûkûmet kâfirleri ehl-i İslâm üzerine emir ve hüküm ve tasallutlarını mûcip olacak me’muriyetlere nasb edemez ise de kendi dindaşları üzerine tahakküm etmelerini mûcip me’muriyetlere tayin (9) edebilir. Bundan başka mecâlis-i mülkiye ve hatta menâsıb-ı devletin en yükseklerine ve hıristiyan devletleri nezdinde sefâret-i seniyye silkine dahil olabilir. Lâkin hiçbir vakit vâli yahut kâdı veya kaymakam olamaz. Zira mâdem ki, devletin maksâd-ı aslî, ihâk-ı hâk ve evâmir-i ilâhiyeyi tenfiz ve icrâ etmektir. Ve bu evâmiri celîle ise, ya Kur’an-ı Azimüşşan yahut sünnet-i seniyyenin ahkâm-ı kâtıasından ibârettir. Ve mâdem ki, küffâr, işbu ahkâm-ı celîlenin mefrûziyetini münkirdir, bu sebepden padişah-ı İslâmın tebe’a ve ra’iyyesi bulunan küffar umûr-ı şer‘iyeye müte’allık işlere karıştırılmaz.”

O halde dört halife, hem ordunun komutanı, hem icrâ gücünün başı ve hem de kısmen de olsa bazı yargı yetkileri bulunan şahsiyetlerdir. Yasama yetkileri yoktur. İçtihad hakları vardır.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: