Bilim Tarihinin En Büyük Yalanı: Sebeplerin, sonuçları yaptığına İnandırılmışız!

“Modern – Seküler – Lâik Bilim/selliğe hâkim olan Materyalist – Natüralist – Determinist Epistemolojinin, telkin ve tekrara dayalı, zihnimize dayattığı subliminâl altmesaj ve endoktrinasyonları neticesinde; zihnimiz formatlanıp, yeniden programlanarak; bu virüslü mesaj ve kodlar neticesinde; sebeplerin, sonuçları yaptığına / yapabileceğine inandırılmışız!..”

Ayhan KÜFLÜOĞLU – metabilgi@metabilgi.org – 03.Nisan.2024

1600 – 1700’lü yıllarda, Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeninde doğup ve sonra, kültür ve coğrafyadan bağımsız olarak, tüm dünyayı hegemonyası altına alan ve başka bir epistemoloji, başka bir bilim anlayışı kabul etmeyen, üstelik reddeden; Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Epistemolojisi; Ateist-Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Felsefî Paradigmalar zemininde temellendiği için; gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerini dile dökerken, aksiyomatik olarak, “özne ve failsiz” cümle ve ifadeler inşa eder. Yani: “Tanrı yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin işleyişine karışmıyor(muş)” altzemin ve kontekstinde, ifadeler kulanır. Yani “evrendeki faâliyet ve sonuçlar, Tanrı’nın fiil ve eseri değil(miş)” bağlamında, cümleler inşa eder. Bilinçaltı zihne; bu alt/subliminâl mesajı, telkin ve ilka, kod ve programlayan; kirli – virüslü ifadeler kullanır; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza usulca fısıldar.

Halbuki, “Tersine Mühendislik” Yöntemini kullanıp; “sonuçlar”dan, “sebepler”e gidersek; gözü olmayanın, “görmeyi” ve “görme fiili”ni bilmesi ve buna göre bir  “göz” yapması veya “kulağı” olmayanın, “sesi” ve “işitme fiili”ni, bilmesi ve buna göre bir “kulak” yapması; mantıken muhâl ve mümtenî olması gibi; atom ve molekül veya sistem ve organizasyon olarak; “göz, kulak, bilinç, akıl” gibi duyu ve hislerden yoksun; yani “kör, sağır, şuursuz ve akılsız” ve en önemlisi, “cansız” olan kâinattaki “madde, kuvvet ve enerji”nin; göz ve görme, kulak ve işitme, akıl ve akletme gibi, fiil ve eser ve sonuçlara; “sebep” olmaları, olabilmeleri; mantıken muhâl ve mümtenî’, imkânsızdır…

Sırf eser/sonuçlardan önce geldikleri için ve devamlı, sonuçlarla bitişik ve ardarda/ardışık geldikleri için ve sonuçlara (nesne ve eserlere), “ısı, ışık, çekme – itme, basınç” gibi kuvvet uyguladıkları için, bunlara “sebep” ismi vermek ve sonra, sonuçlara, “sebep” olduğuna, olabileceğine inanmak, ma’kûl değil. Sebeplerin, sonuçları yaptığına ve meydana getirdiğine inanmak, mantıklı değil.

Sonuçlara, sebep olduğuna inandığımız bu “somut madde ve enerji” ve “soyut kanun ve mekanizmalar”, gözümüzün önünde olduğu için, arkasındaki dağ gibi “Büyük Kuklacı”yı gözümüzden gizleyen bir kibrit çöpü gibidir ki; gözümüzün önünde durduğundan, arkasındaki koca dağdan daha büyük görünüp, o dağı görmemize mâni, yani perde olmaktadır. Oysa, hayvan değiliz ki; sadece gördüğümüzle yetinelim, sadece gördüğümüze inanalım! Şapkadan tavşan çıkıyor diye, şapkanın tavşan doğurduğuna inanalım!…

Bir bilardo topunun hareketini, diğer bir bilardo topunun çarpmasıyla, nedenselleyebilir ve aklı, buna ikna edebiliriz ama milyarlarca bilardo topunun (yani atomların), “kütleçekim – elektromagnetizma vs…” rüzgarlarının, bilardo toplarını birbirine çarptırması sonucunda; ortaya, meselâ bir “insan” veya “ağaç” çıkmasını; Bilim/sellik Epistemolojisinin, bu analitik – tikel – indirgemeci, varlık tasavvur ve kurgusuyla açıklayamayız. Bu determinist – natüralist epistemoloji ve ontolojisiyle, nedenselleyemeyiz.

Zarların devamlı altı altı gelmesi gibi, devamlı gerçekleşen bu olayları; yani zarların devamlı düşeş gelmesini “tesadüf”le de açıklayamayız! Zarlarda bir hile ararız yani. Olanlar, arasıra olsa, tesadüfe verilebilir belki ama kâinatta zarlar devamlı düşeş geliyorsa; halâ tabiî sebep ve tesadüflerle olduğunda ısrar etmek, inattan başka birşey değil! Yani: Evrendeki bu fiil/faâliyetleri; atomlara, muhalif yönlerden gelen etkiler sonucu; bu atomların çarpışma – birleşmeleriyle açıklayamayız. Çeşitli yönlerden birbirlerini itme-çekme ve çarpışma-yapışma-ayrılmalarıyla nedenselleyemeyiz; aklı buna inandıramayız.

Evrende devamlı olagelen bu fiil ve olayları, “doğa, fizik – kimya kanunları”yla da açıklayamayız. Çünkü ve zaten: “Kanun” varsa; madde – enerji ve atomları, o kanuna uymaya sevkeden bir kuvvet, bir fail ve programlayıcı var demektir. Çünkü: Soyut ve zihnî olup, hiçbir somutluk ve maddîlikleri olmayan; yani fiziksel bir vücud/mevcudiyetleri olmayan “Doğa Kanunları”nın; somut maddeye etki edip, o madde ve enerji ve atomları, bir yerlere sevketmesi ve üç boyutlu belli koordinatlarda durdurup, “canlı insan” inşa etmesi, hattâ “cansız masa” bile inşa etmesi; “kanun” (Doğa Kanununun) tanımı icabı imkânsızdır. Çünkü dediğimiz” gibi; “soyut ve zihnî” yasa ve kanunların, “somut ve haricî” maddeye, kuvvet uygulamaları ve madde ve atomları, belli noktalara yönlendirmeleri ve bir noktada sabitlemeleri mümkün değildir.

Çünkü: Zihnimizdeki kanunu, kâğıda yazıp; meselâ “Kırmızı ışıkta duracaksın” kanunu var diye; zihnimizdeki, kâğıt üstündeki o kanuna, akılsız-cansız atomlar uymaz; bu kanunda bir yaptırım kuvvet, yani emir ve zorundalık görmezler.

O hâlde: O kanunu yazan, o kanunun uygulama ve müeyyidesini de yazıyor ve madde’ye uyguluyor, yaptırıyor ki; “madde” o kanuna, “haberi olmadan” uyuyor! O hâlde: Kâinatta sabit ve genelgeçer olan kanunları yazan ve atomlara emredip, atomları kudretiyle sevkeden ve emir-kural-kanunlarını uygulatan bir “kanunkoyan”, bir “Hâkim–i Hakîm” var…

Başka bir örnek: Anne karnındaki bebeğin, gelecekte doğunca süt emmesini amaçlayan, plânlayan ve bilen bir sebep, yani Rabbimiz; o bebeğe, daha doğmadan anna karnında parmağını emme stajı yaptırarak, bu dünyaya hazırlıyor… Demek: Ancak geleceği plânlayan ve bilen biri, “şimdi ve geçmişi” yazabilir; senaryonun bütününü bilen biri ancak, bu kurguyu tutarlı olarak tasarlayıp, yazabilir ve maddeye o rolü verebilir. İnsan ve hücrelerini, o yöne sevkedebilir; hücreleri, önceden belirlenmiş koordinatlara çekebilir ve/veya itebilir…

Başka bir yazının konusu olmak üzere, buraya şu notu da düşmek gerekiyor ki; sebeplerin, kâinattaki fonksiyon ve hikmet ve rolü biraz netleşsin:

Birşeyin yokluğunun sebebi, varlığının da sebebi demek değildir… Yani: Katil, katl/maktulün “sebebi” diye; aynı katil, o “maktul yaşarken de, yaşamasına sebepti” diyemeyiz Aynen bunun gibi: Meselâ suyun yokluğu, bitkiyi susuz bırakmak; bitkinin kurumasına, ölmesine “sebep” oluyor diye (yani ademî sebep); aynı “su” için, “bitkinin yaşamasına ve büyümesine de sebeptir” diyemeyiz! Bu, mantık kurallarına aykırı olur…

Elhasıl: Kâinatta hiçbirşey, “mümkün” olduğu için olmuyor. Ama biz, devamlı olageldiği için, “mümkün(müş)” zannediyoruz! Bu, bize zihnimizin bir oyunu!

Bugünkü aklımızla, 15 yaşında dünyaya doğsaydık: “Beni buraya kim getirdi, nereden geldim, niye geldim!?… Aaa! Çok tuhaf!; Yumurtanın içerisinden ‘kuş’ çıkıyor!… Ayağımla basıp, elimle ufaladığım, renksiz, tatsız, kaba topraktan; çeşitli renk ve tatta, sanat eserleri çıkıyor!…” diye herşeye, her yere hayretle bakardık. Ama doğarken başlayan ülfet ve alışkanlık, bakışımızı büküyor! Herşeyle kurmamız gereken ünsiyeti kuramamamızın bedeli, ülfetimizle ödeniyor maalesef!…

Evet; herşeyin bir bedeli var: “Kâinattaki herşey; tabiî sebeplerle, yani maddenin tabiât ve özellikleri icabı, kendi kendine (yani failsiz ve ustasız) ve tesadüfen olması mümkün ki oluyor; oluyor ki demek ki olması mümkün” şeklindeki; kısırdöngüsel (kuyruğunu ısıran yılan gibi, fasid daire); yani delil ve müddeâ, sebep ve sonucun devamlı yerdeğiştirdiği totolojik, fasid kıyasına inanırsak; kendini gerçekleştiren inanç (veya iddiâ, kehanet) gibi; bize herşey öyle görünür. (Birileri beni takip ediyor veya insanlar, beni sevmiyor diye inanan birinin; insanlardan gördüğü her davranışı, öyle yorumlama ve anlamlandırma, yani öyle görmesi gibi.)

Elhasıl: “Allah yok(muş), görmüyor(muş), bu işleri o yapmıyor(muş)!” gibi inanır veya davranırsak; Rabbimiz de bize, öyle davranır! “Yok(muş)” gibi davranır! “Ben kulumun zannı üzereyim…” Hadis-i Kudsî’sine bu açıdan da bakılabilir.

Önceki yazılardan: “Sormadığımız sorunun, cevabını göremeyiz… Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz… O hâlde; doğru cevaplardan önce, doğru soruları sormayı öğrenmeliyiz… Neyi ararsan, onu bulursun… Aradığın şeyi, kaybettiğin yerde ara… Doğru soru, ilmin yarısıdır…” gibi ifadeleri hatırlayanlarımız vardır muhakkak. İşte biz de; olaylara, olanlara, olgulara doğru sorularla yaklaşırsak, ancak o zaman görebiliriz, oradaki, olanlardaki cevabı! Yoksa; “Bu son paragrafta kaç tane ‘s’ harfi var?” sorusunu sormadan; o cevabı aramayız, görmeyiz, farketmeyiz!…

O hâlde kâinata bakarken, doğru soru nedir?, Evrene hangi soruların ışığında bakarsak, cevaplar görünür olur ve anlam arayışı son bulur?

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: