Deizmin çukurları merdivenleşirken…

Baudelaire Paranoyası’nda geçen bir cümle var: “Dünyan altüst olmuşsa ardından belli bir özgürlük duygusu gelir.” Ben bu tarz bir özgürlüğü tattığımı anımsıyorum. Seneler önceydi. Tuhaf zamanlardı. Ben de tuhaftım. Yıkmıştım. Hem de pek fena yıkmıştım. Ama rahatlamıştım.

Daha ilk anından itibaren, yani ne yaptığımın farkına vardığım andan itibaren, zerre miktar pişmanlık yoktu içimde. Mutluydum. Döndüğüm eşiğin dehşetinden daha çok umursadığım şey dönemeyecek olduğum eski düzendi. Yıkmanın şehveti de tam olarak buradan kaynaklanıyor bence. Düzeni korumak zordur. Yıkılansa geri gelmez. Yükü tekrar omuzlamak yok. Gemileri yakmışsın. Geride bıraktığından daha zor ne olabilir ki önünde? Bir kaçışa sahip olduktan sonra varılacak yer önemsizleşiyor.

Doğduğun günden beri korumaya çalıştığın kurgunun yapmacıklığı, kurgu giriftleştikçe/büyüdükçe artan ilişki ağı ve o ağı korumak için muhtaç olduğun çaba, yitirmemen gerektiğini düşündüğün insanların sevgisi, insanların hatrı, insanların saygısı, insanların… Bu nedir biliyor musun? Her sabah borçlu uyanmak birilerine veya birşeylere. Sonra, işte dediğim gibi, veresiye defterinin yanında kibritle oynamaya başlıyorsun. Delirmek değil bu. Roma’yı yakmak Roma’yı yönetmekten daha kolay görünüyor sadece.

Bütün bunlar kalmaya çalışmaktan. Kalmaya çalışmak içimizdeki herşeyi dengesizleştiriyor. Akarken böyle değiliz. Dünyada sonsuza dek kalacakmışsınız gibi davranmak, akıntıya kapılmış giderken kenardaki çalılıklara tutunmaya çalışmak gibi, can yakıyor. Daha fazla kalma çabası daha çok el kanaması. Daha çok yara. Daha çok kırgınlık. Daha çok ayrılık.

Akışına bıraktıkça rahatlar insan. Boşvermek değil bu söylediğim. Boşvermek tevekkülü ararken düşülen çukur. Boşvermekten aşkın birşey tevekkül. Bir yüzü kadere iman etmeye bakıyor. Mürşidimin örneklemesiyle ‘yükü sırtından indirip gemiye bırakmak’ gibi. Boşvermekse kendini/yükünü denize fırlatmaktır. Öyle ya! Yük dediğim şeyin içinde sevdiklerin de var. Kim sevdiklerini denize atmakla mutluluğa erişebilir? Ancak bir nihilist der bu ‘herçi bad abad’ı. Karamsarlığı nihilisti merhametsizliğe getirir.

Ama ’emanet etmek’te bu yok. Emin bulduğun bir ele bırakıp tevekkül etmek bu açıdan boşvermenin sahip olamayacağı bir avantaja sahip. İman bize bu avantajı da sağlıyor. Allah’a bıraktığın her işinde aslında kendine de şunu söylüyorsun: “Daha fazla tutmaya çalışma! Görüyorsun. Çok yoruldun. Hem ellerin de hep yarabere. Bırakmakla rahatla biraz.”

Söylediklerime şaşma arkadaşım. 6. Söz‘ün fısıldadığı fırtınalı zamanlardayız. Yahut da fırtınayı burada değildi. Akıl sahibi olmakla fırtınamızı dünyaya biz getirdik. (Tıpkı bir gün cennete/cehenneme yükümüzle gideceğimiz gibi.) Bizden başka böyle telaş eden de yoktur. Bu fırtınanın rahatlaması ancak tevekkülle olur. Yani akla değer verdikleri hakkında düşünmeyi bırakması için ikinci bir alan/imkan açmakla.

Birşeyleri de ardında bırakmalısın. Hepsini kalbine sığdıramazsın. Çünkü sınırlısın. Gördüğün her yüz aklında kalamaz. Duyduğun her tatlı söz kulaklarında saklanamaz. Elbette unutacaksın bazı gözlerin renklerini. Siluetler belirsizleşecek. Hatıralar karışacak. Çünkü hatırlamak da bir tutmaktır. Yolcu olana kalmaya dair her çaba acı verir. Yolcunun psikolojisi lazım biraz bize. Eşyayla yolcu gibi ilişki kurmak. Ne çok bağlanmak, ne çok kırılmak, ne çok aldırmak/aldanmak. Aslolmadığını farketmek. Bize lazım olan bu. Ve sonra: Tutamadıklarını sahibine emanet etmek.

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir.

Bediüzzaman, iman ve küfür muvazeneleri yaparken, anlattığı her hikayede ehl-i küfrü temsil eden karakterin karamsarlığına nazarımızı çevirir. Yapısı gereği etkilenmeye bu kadar açık olan insan, eğer iman sahibi de olmazsa, kalmaya çalışmakla karamsarlaşır. Çünkü bir yanıyla sürekli gittiğinin, yani her çabasının boş olduğunun farkındadır.

Aynaya her baktığında farkettiği yeni kırışıklıklar, solgunluklar, aklar… Çalıların bıraktığı izler, yaralar, gamlar. Güzel ki faniliğimizi bir nebze unutturandır bize. Daha güzelin varlığı güzelin de umududur. Güzel varlığa daha güzel olmaya çalışmakla tutunur. Ahirete inanmayan önce bunu yitiriyor. Daha güzeli olmayan güzelliğin elinden gitmekte olan olduğunu düşünüyor. Bu gidiş, önce karamsarlık, ilerisinde daimî bir küsmek ve sonrasında kemikleşmiş bir öfke şeklinde kendisini gösteriyor. Kâfirin Allah’a düşmanlığının da buradan geldiğini söylüyor Bediüzzaman.

Karamsar insandan korkarım. Allah’a inansa bile ‘Allah yokmuş gibi’ konuşmasından tanırım onu. Karamsar insanla sohbet etmek zehirlenmektir. Öyle hissederim. Nihilizme çok yaklaşmıştır. Şefkatini yitirmiştir. Bu yüzden dengesizdir. Karamsar için herşeyin rengi pek kolay değişir. Gaybın varlığına imanını yitirdiği ve olup olacak herşeyin onun gördüğü şekle münhasır olduğunu zannettiği için amansızdır da. Esfeli’s-safilini alâ-i illiyyin bilir.

Örneğin: Kaos/karmaşa, aklı başında herkes için bir çukurdur. Kimse daha kötüye talip olmak istemez. Oraya düşmek istemez. Belirsizliğin dibidir. Herşeyin, her an başa gelebilmesidir. Anarşidir. Kestirilmezliktir. Korkudur. Yeistir. (Halbuki ümidin/hayalin bile aklın kestirmesine ihtiyacı vardır.) Fakat karamsar, kaosu dahi bir merdiven gibi görmeye başlar. Olan zaten kötüyse ve bundan daha kötüsü olmayacaksa, neden kaos denenmesin? Belki de daha iyi birşey olacaktır? (Hele bir de imansızsa zaten varlığın da bir kaos içinden şu anki haline geldiğine iman etmektedir.)

Ardında bıraktığından daha kötüsüne iman etmez ki, başına geleceğinden korksun da, teenni ile hareket etsin. Cennet ve cehenneme iman etmenin böylesi bir güzelliği de olduğunu düşünüyorum. ‘Daha kötüsüne’ ve ‘daha iyisine’ iman etmiş olmak, yaşanılanın tek kıstas olduğu bir cehennemden kurtarıyor bizi. Özgürlük, yükü denize atmakta değil, gemiye bırakmakta. Muhatap olduğun her anı sağlam bir kazığa bağlamakta.

Biraz da bu yüzden deizmin gerçek bir mutluluk arayışından doğduğunu düşünmüyorum. Getireceğini de düşünmüyorum. Deizm bir kaçıştan doğuyor. Nereye varacağı umursanmayan bir kaçıştan. Tedavisi de kendisi üzerine yapılacak tartışmalarda yatmıyor. Bu insanlara tekrar yüklerini bırakmayı seçecekleri kadar güvenli bir gemi sunmak gerek.

Ahmet AY – risalehaber.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: