Dudaksız adama mum üfletmek…
“Modern tıp, antidepresanı, sorunlarımızı çözmek için değil, baskılamak ve üretkenliği yeniden elde etmek için kullanıyor.” (Zübeyir Tercan, Holografik Bakış)
Ne çok tartışıyoruz. Ne çok ikna çabası. Belki ikna değil peşinde koşulan, kendini isbat. O yüzden böylesine şehvetli. Doğru yerde olduğunu önce kendine isbat etmeye çalışıyorsun. Bunun için gerekirse kalp de kırıyorsun, diş de. Dişin de kırılıyor tabii. Fakat eline geçen nefretin yorgunluğundan fazlası değil. Geceleri daha rahat uyuyor musun? Belki. Belki bu kem yorgunluk da huzur kadar rahat uyutuyor. Ancak, şahidim, sabahları yumrukların sıkılı uyanıyorsun. Kimse üzerine gelmezken bile içinde bitmeyen bir kavga var. Böyle bir hayat iyi gitmiyor. Stres uyumsuzluğunun delilidir. Bir terslik olduğunu gösterir. Ters giden birşeyler var. Yanlarından geçerken sürtündüğün nesneler var. Üzerinde birikmiş şu gerilim, yüzündeki kırışıklık, kalbindeki kırık, tenindeki çizik… Hepsi bundan.
Dipsiz bir kuyuya düşer gibi yaşıyorsun. Etrafında olan binlerce şey, beyninde dönen binlerce fikir ve sende hepsini aktarmaya yetmeyecek kadar az parmak, az hız, az cümle, az kelime. Azsın arkadaşım. Yetmiyorsun bu dünyaya. Kabul et. Neden bu hırs? Cevabı belli: Bitirmek için. Az sürede çok şey yapmak için. Oluyor mu bari? Ha? Doğru cevabı bulmuşsun gibi geliyor mu bari? Yok! Binler kere yok yok. O halde ne yapmalı? Belki bitirmeye çalışmamalı. Bitmeyecek çünkü. Asla hepsine sahip olamayacaksın sahip olunacakların. Asla hepsini sevemeyeceksin sevileceklerin. Asla hepsini göremeyeceksin görüleceklerin. Asla hepsini söyleyemeyeceksin söyleneceklerin. Galiba sessizlik de böyle böyle böyle mantıklı bir hale geliyor. Yorgunluk duvarına çarpınca vazgeçişler ahlak oluyor. Yetinmek daha fazlasını arzulamaktan güzel duruyor.
Babam çok az konuşurdu. (Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu.) Daha küçükken hayret ederdim ondaki bu hale. Çünkü küçüklüğümden beri gevezeliğimle bilinirim. Susmam için yalvarıldığında bile susmakta zorlanırım. Hatırlıyorum: Abim bazen “Beş dakika birşey söylemeden durabilecek misin?” derdi bana. Denerdi beni. Yapamazdım. Eziyet gibi gelirdi. O beş dakikayı dikkatimle bitiremezdim. Unuturdum. Öyle birşey denediğimizi unuturdum. Her detay ona ses olarak tepki vermemi gerektiriyordu sanki. O zaman yazmayı da bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Şimdi seviyorum. Kalemle yazarken yavaştım yalnız. Yazım da çirkindi. Çok da hata yapardım. Katlanamazdım uzun süre yazmaya. Beynimde olaylar daha hızlı, kalbimde ilhamlar coşkun, ama kalemle onlara yetişmek zordu. Pes ediyordum. Yazmak için başına oturduğum cümlelerin çoğu ben onları yakalayamadan akıp gidiyordu. Şimdi gitmiyor mu? Sanki gelişme var. Onparmak yazarken sanki yetişebiliyorum onlara. Belki beynim de biraz hız kesti. Ortada bir yerde buluştuk. Öyle ya. Yaşlanmak önce kusurlarınla barışmaktır.
‘Dudaksız adamın mum üflemesi…’ Mürşidim kullanıyor bu örneği. Yapılacak iş çok zor olmayabilir. Ama sizdeki bir eksiklik veya ziyadelik o işi sizin için zor kılar. İşte bu yüzden babamın sessizliğine hayret ediyordum. Bir insan bütün gün konuşmadan nasıl durur? O sessizlikte nasıl sıkılmaz/boğulmaz? Bunlar babama dair bugün bile hayret ettiğim şeyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam demiş ki: “El-veledü sırru ebîhi./Çocuk babasının sırrıdır.” Fakat babam da benim için bir sırdı. O bende bir sır okuyor muydu, görüyor muydu, arıyor muydu bilmiyorum. Ben büyüdükçe onun sırrına daha çok yaklaşıyorum. Ama aynı zamanda yaklaştıkça gizemi artıyor. Sessizliği daha sevimli gelmeye başlıyor.
Oraya doğru aktığımı hissediyorum. Büsbütün sustuğum zamanlar da olacak galiba. Ölümden de önce. Şimdilik insanlardan kaçma suretinde bir yalnızlık arzusu var. Sosyalmedya beni daha konuşkan kıldı, bu doğru, ama her yeni şeyin bir ifratı olur. Muhtemelen ondan da bıkacağım. Geçmişte bıraktığım pekçok yeni şey gibi bu da mazide kalacak. Onu da unutacağım. Orada da unutulacağım. Ve abim artık ‘beş dakika’ tutmayacak. Epeydir tutmuyor zaten. Yirmi yıldan da fazla geçti üzerinden. Bu da biraz o sırra yaklaştığımı göstermez mi? Belki…
Yalnız kendi kafanın içinde yaşamak. Değiştiremediğin, zaten sana çok da aldırmayan dünyanın ilgisinden/kavgasından soğumak. Ellerinin küçüklüğünü farketmek. Belki çokları acıyacaklar halinize: “Vah, vah… Öyle yalnız, kurudu kaldı, bir baltaya da sap olamadı. Yazık!” Evet, haklısınız, ama bir de benim açımdan düşünün: Baltalarınız çok yorucuydu. Ve belki de sap başkalarının elinde daha fazla araçsallaşmak istemedi. Yalnız takılmak arzu etti ki yalnızlığın hikmet-i hilkati kendisini daha açık gösterebilsin. Çokluk can acıtıcılıktı. Hemcinslerini kesmek canını acıtıyordu. Vurduğunda kendisi de sarsılıyordu. Olamaz mı bütün bunlar? Bütün bu sürtünmeler, kırmalar, kırılmalar sapı baltalıktan soğutamaz mı?
Siyer kaynaklarında buna dair birşey görmedim ama hep merak ederim: Acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvveti evvelinde Hira’da bağrına sığındığı o yalnızlıklar nasıl çekiştiriliyordu Kureyş’te? “Vah, vah… Mecnun olacak galiba!” mı diyorlardı? Hz. Hatice anneme acıyorlar mıydı? “Bahtsız kadın, gün görmedi, kocası da kendisini dağlara vurdu” falan? Cahiliyeden herşey beklenir. Ya bugün öyle yalnızlıklara çekilseydi Aleyhissalatuvesselam?
Cık, cık, cık. Uzay asrındayız ya arkadaşım. Üretim çağındayız. Toplumdan uzak kalamayız. İzin vermezler. Psikologlarımız/psikiyatrlarımız ona aman verirler miydi sanıyorsun? Belki de asosyal damgasını yapıştırıp, üzerine birçok yeni teşhis de katıp, tedaviye çalışırlardı? Sahi kim anormal, kim normal, bu norm kimin normu? Kim karar veriyor bu türden şeylere? Bana “Girişken ol. Uyanık ol. Sakın baban gibi naçar olma!” diyen kişi babamın zekatı kadar ‘adam’ sayılmazdı ki gözümde! İlgisizliğiyle döverdi babam onu. İlgisizliği herşeyden daha karizmatikti.
Ahmet AY – hicbisey.com