İslami Fikirlerin Tecdidinde Bediüzzaman’ın Gayreti ve Rolü

FÂS-RABAT SEMPOZYUMUNUN BİR HÜLÂSASI

17-18 Mart 2000 tarihlerinde asıl ismi Mağrib olan Fâs’ın başşehri Rabat’ta, iki gün devâm eden ve yirmi kadar âlim ve profesörün teblîğleriyle iştirâk ettikleri bir sempozyum tertib edildi. Sempozyumun munazzımı: V. Muhammed Üniversitesi’nin İnsânî İlimler ve Edebiyat Fakültesi’nin İslâmî Eğitimler bölüm başkanı Prof. Dr. Ahmed Ebu Zeyd idi. Bu zât; aynı zamanda İstanbul’da Eylül 98’de icrâ edilen sempozyuma da iştirâk edenlerdendi.

Tanzim edilen bu sempozyumun ismi: “Ondördüncü Hicrî Asırda İslâmi Fikirlerin Tecdîdinde İmâm Bediüzzaman En’Nursî’nin Cehdi, Gayreti ve Rolü”.. Bu târif mâlumâtı; hem fakülte kapısında hem de iç salonda iki bez afiş hâlinde ta’lik edilmişti. Lisânı Arapça olan ve ciddî bir hazırlığı muhtevî bu sempozyumda nazar-ı dikkati celb eden mühim bir-iki husus şöyle idi:

Evvelâ: Teblîğlerin umûmunun nihâyetinde söz tecdîde müncer… Yâni: Her âlim, farklı bir mevzûda teblîğini arzederken -sempozyumun da ismi olması hasebiyle- en nihâyetinde sözü tecdîd mevzûuna bağlıyor ve İmâm Nursî; bu hususta tecdîdî bir izâh olarak bu asra ne hediye getirmiş suâline cevâb vererek hâtime veriyordu.

Sâniyen: Üstâdımızı umûmen “İmâm En Nursî” diye yâd ediyorlardı.

Sâlisen: Teblîğ arz eden âlimler arasında; kim ki, belli bir vakitten beri Üstâdı tanımış, Nurlara bir âşinâlığı var, o zât; kendisine verilen yarım saatlik vakti bir fırsat, bir ğanimet bilip, vaktini bir mevzûya hasretmekten çok en ehemm mes’elelere (şahs-ı mânevî, müsbet hareket, zamanın cemâat zamanı olduğu, gibi) birer cümle ile dahi olsa temâs ederekten hazır yeni cemâate geniş bir hülâsa takdim etmeyi tercih ediyorlardı ki; hakikatte enseb ve ahsen şekli de buydu. Onlar, ‘müsbet hareket’e (Menhecun meğtedil) diyorlar.

*  *  *

İlk gün sabahleyin evvelâ, bir iftitah celsesi nâmında mûtâd bir açılış oturumu oldu. Kısa süren bu oturumun başında, içinde bulunduğumuz fakültenin dekânı Prof. Dr. Said Bin Said; yaptığı kısa teşekkür konuşmasının bir yerinde şöyle diyordu:

“İslâmiyyette tecdîd mes’elesi her ne kadar esâsattan bir mes’ele değilse de, on dört asırdır devâm edegelen bir mes’ele olduğu için bir nevî lüb hükmüne geçmiş….

İnşaallah, bu gibi gayretler, Türkiye’deki ilmi hey’et ile Mağrib’teki ilmi hey’et arasında, yâni maşrıktan mağribe bir köprüye, bir muhabbete, bir kaynaşmaya vesile olur…

Daha sonra Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım Es Salihi de kısa bir teşekkür konuşması yaptı ve akabinde sempozyumu tanzim eden zât sıfatıyla kürsüye gelen Prof. Dr. Ahmed Ebu Zeyd şöyle diyordu:

“Bizler, bu işe ilk niyet ettiğimiz zaman, içimizde bir tereddüt ve bir havf vardı. Zirâ biz, burada Nur’ları bilen ancak iki-üç kişi idik ve bol kitabımız da yoktu. Bu niyetimizi Türkiye’deki ihvânımıza arz ettik. Onlar da bize kitabları gönderdiler. Kitablar geldi ve mevzûlara göre teblîğ hazırlayacak Prof. arkadaşlara tevzi’ ettik. Lâkin Nur’lar okunup, İmâm Nursî’ye ıttıla’ peydâ edince:

..Derin, amîk bir fikr-i islâmi ile.. ve ulvî, yüksek bir mücâhid âlim ile.. ve önder, rehber bir müceddid müfekkir ile.. ve hakîm bir mürebbî, bir pedagogla karşılaştılar… Artık havf ve tereddüt zâil oldu..

İmâm Nursî’nin yegâne menbaı, masdarı, istinâd ve istimdâd noktasının Kur’an olduğunu beyânla şöyle diyordu:

O, (İmâm Nursî) Kur’an’la beraber yaşıyordu. Kur’an sâyesinde yaşıyordu. Kur’an için yaşıyordu… Kur’an; yalnızlığında enîsi.. ferdâniyet, mücâhede, mihnet ve ibtilâsında da yegâne refîki idi..

Ve bu mânâyı tamamlarken diyor:

O Zât (R.H.); hem hayâtında.. hem sülûkünde.. hem resâilinde.. hem de fikrinde Rabbâni bir zât’tı.

İmâm Nursî ve Risâle-i Nur Mağrib’e yeni giriyor. Temennimiz; bu gibi vesîlelerle hem gençler arasında hem de üniversite câmiasında intişârıdır.”

*  *  *

Burada iftitah oturumu hitâma erdi ve herkesin elinde mevcut programda da ifâde edildiği üzere bir çay faslı verildi. Havanın da açık olmasından istifâde ederek hem dinleyenler, hem de âlimlerle beraber fakültenin bahçesine çıkıldı. İşte ikili ikili muhabbetler, tanışmalar burada oldu. Bunlara bir misâl:

Hatırlanacağı gibi, geçen sene yazın neşr olan bir lâhikanın içinde Arapça orijinali ve Türkçe tercümesiyle derc edilen bir mektubda, Cezâyir’in Vehran şehrinden Nur’a âit ihtisâsâtını ve kendi hâl-i garîbini arz eden Prof. Dr. Aşrâtî Süleyman, o mektubunun bir cümlesinde, bu satırları neyin akabinde kâleme aldığını ifâde ederken şöyle diyordu:

Yâni: “Risâle-i Nur’lar mukàvemet edilmez Kur’ânî ruhuyla beni selbetti; beni benden aldı götürdü. Ben bundan böyle kendimi hep Nur’larla meşgul hâlde görüyorum.”

Prof. Aşrâtî’yi, İstanbul’da son tertib edilen sempozyum’a da dâvetli olmasına rağmen iştirâk edemediği için biz de gözlüyor ve bekliyorduk. İşte ilk defa bu çay faslında kendisini gördük ve tanıştık. Sungur Ağabey kendilerine mektublarını takdim ettiler ve bu mektubun Türkiye’de umûm vilâyet ve kazalarda binlerce nüsha hâlinde neşr olup okunduğunu, hatta Orta Asya, Türkî Cumhuriyyetler ve Rusya’da dahi intişâr ettiğini söyleyince bir çocuk misâli sevinç ve heyecânı görülmeğe değer bir manzara teşkil ediyordu.

*  *  *

Bu çay faslından sonra oturumlara geçildi.. İlk oturumda bahsi geçen Prof. Aşrâtî Süleyman’ın da teblîği vardı. Mevzûu : “İmâm Nursî’nin Hayâtına Dâir Bâzı Hâşiyeler” Bu başlık altında Nur’a âit en mühim mes’elelere birer cümle ile dahi olsa temâs ederek geniş muhtevâlı bir teblîğ arz etti. Teblîğinin bir yerinde “Mehdiyyet” mes’elesini ele alırken şöyle bir îzâh getiriyordu:

“Bu güne kadar efkârda şöyle bir söz vardı, deniliyordu ki; ‘merâk etmeyin, mehdi gelince işler hâllolur, mehdi gelir ve işleri hâl eder..’ Bu sözdendir ki; ümmette bir havâlecilik ruhu hâkim idi. İmâm Nursî gelmesiyle diyor ki : ‘Hayır; mehdiyet, bir şahs-ı mânevîdir ve bu şahs-ı mânevînin vazifesinden her mü’minin omuzunda bir hisse var.’ Dolayısıyla her Mü’min; omuzundaki o hisseden, kendini bir gayrete, bir faâliyete mecbur hissediyor ve böylelikle o havâlecilik ruhu da izâle olmuş oluyor.”

Prof. Aşrâtî, Mehdiyet mes’elesinde İmâm Nursî’nin getirdiği yeni tecdîdî îzâhı bu cümlelerle dile getiriyordu.. Buna mümâsil, daha bir çok mes’eleleri de ifâdeye çalıştı.

Prof. Aşrâtî, Bir senedir Nur’ları okuduğunu söyledikten sonra şöyle bir cümle ile hâlini ta’rif ediyordu:

‘Kendimi ilk defa, İslâmiyette âlem hükmüne geçmiş fikirlerden birinin önünde sarsılıyor gördüm.’

Kendisi çok heyecanlı ve coşkulu bir zâttı. Bu heyecan ve coşkusuna bâriz bir misâl:

Oturumların hemen akabinde, münâkaşa dedikleri fakat müzâkere bâbında, bazı suâllerin sorulduğu veyâ ihtisâsatların arz edildiği bir fasıl vardı. Bu fasılların birinde, dinleyicilerden biri bir suâl sordu. Suâl, divândaki hey’ete olmasına rağmen Prof. Aşrâtî şevkinin sevkiyle yerinden fırladı ve divândan mikrofonu eline alarak, uzun, mufassal ve müdellel bir cevâb verdi. Cevâbını bitirirken Üstâdı tavsîf sadedinde şöyle diyordu:

“O, sülûkünde fezz bir misâl; Yâni, tek ve yekta bir misaldir. O; ancak Kur’ânî bir akıldır.”

*  *  *

Daha sonra mikrofona, beyaz bir mahâlli Fâs kıyâfeti giymiş cüsseli bir zât geçti. Bu zât; Prof. Dr. Muhammed Er Rûgî. Kendisi fıkıh Profesörü. Teblîğinin başlığı:

‘Fıkıh ve usullerini takdim şeklinde İmâm Nursî’nin getirdiği tecdîd’.. Bu başlık altında hazırladığı teblîğine de Nur Külliyâtı’ndan mevzû olarak Muhâkemat’tan Yedinci Mukaddime’yi seçmiş. Evvelâ başlarken, meâlen dedi ki:

“Keşke ben bunu Türkçe’sinden okuyabilseydim. Maalesef okuyamamışım. Fakat okuyamama rağmen diyorum ki: ’İmâm Nursî’nin her bir cümlesi bir külliyâttır, Yâni bir kàidedir.

Siz İmâm Nursî’nin cümlelerini okuduğunuz zaman -bir kàideler manzûmesiyle karşılaşırsınız. İmâm Nursî’nin her bir cümlesi bir metne başlık olabilecek mâhiyyettedir.” dedi ve geçti cümle cümle okumağa..

“Mübalâğa ihtilâlcidir.” duruyor ve diyor:

“Evet bu iki kelimelik bir cümledir, fakat bu, başlı başına bir hükümdür.” diye cümle cümle okuyup, İmâm Nursî’nin nasıl her cümlesinin başlı başına bir kàide ve bir hüküm olduğunu îzâh ediyordu.

“İmâm Nursî’nin te’lifâtı; âsâr-ı Rabbâniye ve nefehât-ı Kur’âniyeden başka bir şey değildir” meâlinde şöyle diyordu:

Ve Fıkıh Profesörü muhterem Er Rûgî devâmla:

 “Ve ben şimdi şehâdet ederim ki; O, Rabbâni ve Kur’âni bir Zâttı. Buna en bâriz delilim de, O’nda müşâhede ettiğim, Kitâbullah olan Kur’ân’a idâme-i nazarıdır.”

“O; Kur’an’dan sâdece te’sirlenmemiştir, Hayır, O; Kur’ân’ı bütün hususâtıyla istiâb etmiştir.”

“Ulvî hikmetler.. Parlak teşbihler.. İlmî emsâller.. Terbiyevî kıyaslar.. Tasavvufi işâretler.. O’nun âsârında müşâhede ettiğimiz bu şumûliyetin yegâne menbaı; Kur’an’dı.”

Er Rûgî Muhâkemât’ı okuması ve ondan hazırlanması sebebiyle, İmâm Nursî’nin cümleleri nazar-ı dikkatini celbetmiş, o cümleleri tavsîf ihtiyâcı hissetmiş olacak ki nazımlı bir cümle ile:

“Cümlenin mebnâsında iktisâd, fakat mânâsında fasıl.. az sözle çok mânâları ifâde edebilmek..” diyerek, o cümlelere hayranlığını ifâde ediyordu…

Kıymetdar Profesör Er Rûgî teblîğinde, bizim dahi ilk defa duyduğumuz farklı bir vecheye nazarları çevirerek dedi ki: “Şimdiye kadar hep dedik, Risâle-i Nur Kur’an’dan mülhemdir.. Risâle-i Nur Kur’ân’ın bir şuaıdır, diye.. bu böyle olmakla beraber Risâle-i Nur’un tertib ve tanzimi dahi Kur’ânîdir. Ve bunun izâhını meâlen şöyle yapıyordu:

“Mâlum; Kur’an’da Mekkî ve Medenî sureler arasında icmâl-tafsil farkı vardır. Evvel nâzil olan Mekkî sure ve âyetlerde bir icmâl, bir hulâsa, bir fihristelik hâli var. Esâsât var, lâkin mücmelen var. Fakat zaman geçtikten sonra nâzil olan Medenî sure ve âyetlerde ise tamâmen bir tafsîl, bir îzâh, bir şerh hâli var, esâsât mufassalen zikr edilmiş.”

Er Rûgî burada sözü alıyor, getiriyor İmâm Nursî’ye ve diyor:

“İmâm Nursî de ilk te’lif ettiği eserlerinde, -Muhâkemât, Lemeât gibi- bir icmâl, bir hulâsa, bir fihristelik hâli var. Fakat zaman geçtikten sonra te’lif edilen eserlerde ise, tamâmen bir tafsil, bir îzâh, bir şerh hâli var, mes’eleler mufassalen zikr edilmiş..

Bu böyle olduğu gibi; Risâle-i Nur’da mushafî tertib dahi var. Nasıl?” Prof.Er Rûgî bunun da îzâh ve isbâtını yapıyor:

“Mâlum Kur’an; Mushaf olarak başlarken evvelâ, Fâtiha suresiyle başlıyor. Fâtiha suresi, Mekkîdir ve bir hulâsadır, enmûzectir, bir öz ve bir fihristedir. Fakat hemen ardından gelen Bakara Sûresi ve akabindeki üç sure medenîdir ve tamâmen bir tafsilât, mufassalât, îzâhât ve şerh..”

Er Rûgî, burada yine sözü alıyor ve getiriyor İmâm Nursî’ye, eserlerine ve diyor:

“İmâm Nursî de bir mevzûya başlarken evvelâ sizi bir metinle karşılıyor. O metin; dersin hulâsası, enmûzeci, özü ve fihristesi hükmünde… Fakat hemen akabinde ‘Çünki.. Meselâ.. Zirâ.. Evet.. Mâlumdur ki.. Hem.. hem.. Ve keza.. Hâkeza’ gibi ifâdeler altında tamâmen bir tafsilât, mufassalât, îzâhât ve şerh. Bedî’ ve Mu’ciz olan bu tertib-tanzim dahi Kur’ânî bir tertib-tanzimdir.”

Bu uzun îzâhâtı verdikten sonra, Er Rûgî bu mevzûyu şöyle bitiriyordu:

“Tertib ve tanzim hususunda kim ihtisâs sâhibi olmak ve en ince teferruâtına kadar âşina olmak istiyorsa, ona yegâne tavsiye; İmâm Nursî’yi esâs ve rehber ittihâz etsin. Zirâ O; bu bedî’ ve mu’ciz tertib ve tanzimi dahi Kur’an’dan istiskà etmiştir.”

Üstâd’ın Eski Said hayâtını ele alan Prof. Mahzun, Fâs’ın Miknâs şehrinde Tarih profesörüydü ve İmâm Nursî’nin Eski Said diye tâbir ettiği İlk Hayâtı’ndan bazı câlib-i dikkat hâdiselere temâs ederek tarihî açıdan uzun bir tahlil yaptı.

*  *  *

Öğleden sonra geldiğimizde, baktık kürsüde cüsseli, sakallı, haşmetli bir zât var. Sesi tok hem sözü tok, dinleyen cemâati de hâkimiyeti altına alaraktan gür sesle bir teblîğ arz ediyor. Bu zâtın ismi; Prof. Dr. Fâruk Hammâde. Aslen Suriyeli, Yirmi beş sene evvel, o günkü oradaki hâdiseler sebebiyle, Fâs’a, (Mağrib’e) gelmiş. Herkesin tanıdığı, meşhûr bir hadis profesörü. Teblîğinin başlık itibâriyle mevzûu:

‘İmâm En Nursî’nin Fikrine Göre Tabîat, Kevn Ve Kâinâtın Bir Eser Olarak Delâlet Ettiği Mânâ Ve Hedef’

Mevzûuna şöyle bir paragrafı girizgâh yaparak başladı:

“Asrın başında Avrupa’dan eserek İslâm âlemini kuşatan.. meş’um çekirdekler taşıyan ve neticede ilhad ve zındıkayı intâc eden.. elinde delil olarak da madde ve fenleri isti’mâl eden bir fırtına vardı. Bu fırtına karşısında nice dâhi insanlar şaşakaldılar. Bâzısı kapıldı, bâzısı yıkıldı. Fakat İmâm Nursî dâimâ ayaktaydı ve onların ıskat etmeğe çalıştıkları mes’eleyi İmâm Nursî (Bi-Nefsi’l-Silahi) silâhın ta kendisiyle, madde ile, fenlerle isbât etti. Kendi tabiriyle, tabiiyyunları boğan aynı yerde âb-ı hayat bulmuş ve çekirdekten hakikata ve nur-u mârifete yetişmiş.”

Teblîğinde muhtevâ olaraktan bu zât; Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinden en cân verici parağrafları seçmiş ve bu paragrafların her birini bir delil olarak arz ediyordu. İşte bu delillere geçmeden evvel meâlen şöyle diyordu:

“Biraz sonra delillere geçeceğiz. Fakat bu deliller; öyle sizin bildiğiniz Matematik veyâ Kimyâdaki gibi (yani; iki kere iki dört eder.. veyâ bu bunu, bu da bunu intâc eder, gibi..) deliller değil.. belki bu deliller, ‘Risâle-i Nur’un ‘cemâlî’ yönü vardır ki; aklı iknâ’ ederken kalb ve ruhu da beraber götürüyor. Bu deliller böyle delillerdir.” diyerekten geçti delillere..

Külliyât’ın muhtelif yerlerinden, Âyet’ül Kübrâ’dan, Yirmiikinci Söz’den, Kuddüs isminden, Onbirinci Söz’den, Münâcat’tan, tefekkürî bahisleri i’tinâ ile seçmiş ve gayet fasîh bir Arapça ile bunları okuyordu. Zaten siz; Külliyât’taki cümleler okunduğunda, bu cümlelerin Üstâd’a âid olduğunu hemen hissediyorsunuz.

Bu zât; kürsüdeki hâliyle de bir teblîğ arz ediciden çok, zerrât-ı vucûduyla konuşan bir insan hâli sergiliyordu.

Prof. Fâruk, bir delil bâbından bir parağrafı okuduktan sonra elini masaya vuruyor ve diyor: “Biz bu güne kadar İmâm-ı Râzî’den, Sekkâkî’den, Zemahşerî’den, Cürcânî’den, Gazâlî’den hep okuduk. Fakat böyle ifâdelere rastlamadık. Sizden duyan, gören var mı? Ben görmedim, rastlamadım..”

Üstâdımızın; Nur’un muhtelif yerlerinde, bütün kâinâtı bir şecere hükmünde gösteren ifâdelerinden birini okurken: Bütün kâinâtın mütenâsik bir şecere hükmünde olması husûsunu ifâdeyle: “Ben bu tarz bir fikr’e O’ndan sebkat edenlerin hiç birinde rastlamadım.” diyordu.

  • İmâm Nursî; Kâinâtı delil olarak bir fevkalâdelikle kullanmıştır.
  • Nur’un delilleri: Şübhe ve rayb getirmeyen kàtı’ delaletler, sâtı’ şehâdetlerdir.

Kanâatını izhâr ettiği bir paragraf arasında şöyle diyordu: “Neden bu asırda gençler o kadar İmâm Nursî’nin etrâfında pervâne gibi cezb, celb oluyorlar. Zirâ Risâle-i Nur; hem bu asırdaki hem de gelecek asırlardaki gençlerin içlerindeki suâllere cevâb vermiştir. İmâm Nursî; hem bu asırdaki hem gelecek asırlardaki gençleri işbâ’ etmiştir, doyurmuştur. Siz İmâm Nursî’nin eserlerini okuduğunuz zaman, mevzû ne olursa olsun, bahis ne olursa olsun, İmâm Nursî sizi bir paragrafla karşıladıktan sonra bir bakmışsınız ki sizi bir misâl ile kâinâtın bir safhasına götürmüş.. bu ya gecedir, ya gündüzdür.. ya nebâtâttır, ya hayvânâttır.. ya kıştır, ya yazdır, ya bahardır, ya güzdür.. mutlaka kâinâtın bir safhasından âleminize bir pencere açmış.

  • İmâm Nursî bütün bu Nurları  görüyor, bu Nurları yaşıyor, bu Nurlarla coşuyor, sonra bu Nurları te’lif  ediyor.
  • O’nun hayâlinde, gözünde, basîretinde hep kâinât vardı ve telezzüzünü hep kâinâttan alırdı. Hissiyâtını hep kâinâta hasretti ve kâinâtla coştu. Zirâ O; bütün kâinâtı, ‘mücessem bir Kur’ân-ı Rabbânî’ olarak görüyordu.

Dr. Fâruk; Nurlardan okuduğu mebhasler, kendisini de alıp götürürken, Arapça’daki o selîs kelimâtın te’siriyle mevzûdan hiç ayrılmak istemiyor ve mebhası, -az uzaması bahâsına- nihâyetine dek tamamlamak istiyordu. Meselâ; Üçüncü, Dördüncü ve Altıncı Mektubların baş kısımlarından:

“İşte gece vakti, şu garîbâne dağlarda; sessiz, sadâsız, yalnız ağaçların hâzînane hemhemeleri içinde kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.” gibi ifâdeleri iştiyakla okuyordu. Ne var ki, ona verilen vakit yarım saat idi.. Coşku ve heyecanına binâen, akabinde Irak’tan gelecek olan Prof. Muhsin Abdülhamid gelemediği için onun da yarım saatlik vaktini Prof. Fâruk’a verdiler, lâkin yine kifâyet etmeyeceğine dâir kanâati gelince, artık Muhterem prof.; mevzûyu, yarıda esefle kesiyor ve iki elini yana salarak “Acâib fikirler…” diyerek başka bir mevzûya geçiyordu..

İmâm Nursî’nin düşünceleri gibi hissiyâtının dahi hassâsiyetini naklederken İmâm Nursî için birkaç sıfâtı şöyle bir siyâk-ı kelâmla derc ediyordu:

“İmâm Nursî’nin; duyguları hassâs.. kalbi müteyakkız ve hüşyâr.. gönlü rakîk ve ince.. fikri ise mütenebbih ve uyanık bir Zât’tı.”

Bu arada kendisinin dahi lezzetle okuduğu, Onyedinci Söz’den Ahmed-i Cezerî’nin şiiri veyâ Pencereler’den ‘Parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti’ gibi mebhasler vardı ki; Dr. Fâruk’tan istimâ’a değer mebhaslar idi. Ve bu deliller mâbeyninde o beliğ Arapça’sına hülâsa bir meal ile şöyle diyordu:

“İmâm Nursî; bâzen oluyor, ecrâmdan, ulvî eşyâdan, büyük büyük cirmlerden misâl veriyor.. bâzen de oluyor, en nahîf, en cüz’î eşyâdan dahi size ibret tabloları açabiliyor” diyerek; Üstâdımızın Ondördüncü Söz’de buyurduğu:

“Hem nihâyetsiz kibriyâsıyla beraber, gayet cüz’î ve hakìr umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hâriç bırakmıyor.” cümlesinin bir şerhi mânâsında yine Üstâdımızın :

“Elsiz bir böceğin eliyle ipeği giydiren… Zehirli bir sineğin eliyle balı yediren….” ifâdelerini okuyarak cüz’î-küllî hadsiz delâilin Nur Külliyâtı’nın her tarafında mebzûliyetini hayranlıkla ifâdeye çalışıyordu.

Ve kelâm; Nurlarda kesretle bulunan ordu veyâ İlâhi asâkir ve cüyûş misâllerine gelince heyecanlı Profesör’ün üslûbu değişiyor. Enfüsî bir esefe kalb olan bir üslûbla evvelâ; Nur’dan alâkalı bahisleri, meselâ: ‘Muazzam bir orduy-u sübhâni… nebâtât taburları.. hayvânât fırkaları..’ gibi mebâhisi okuyor ve i’tirâfla:

“Hadd-i zâtında bu ordu, askercik, ceyş misâlleri Kur’an’da varmış. Fakat biz bu güne kadar görememişiz. Âyette denilmiyor mu: yerler, gökler O’nun ordusu hükmünde.. Maalesef biz, bunu bu güne kadar görememişiz. Cenâb-ı Hakk; İmâm Nursî’ye ihlâsına binâen, O’na, kevn ve kâinâtla yepyeni bir kapı açmış, fakat bu kapı bu güne kadar daha kimseye açılmamış bir kapı…”

Külliyât’tan sâdece dört kitâb, Yâni; Sözler, Mektubât, Lem’alar ve Şuâlar’ı okuduğunu ifâde ettikten sonra bir âyetin tefsirinde, ‘İlk olarak İmâm Nursî’de görülen garîb bir üslûb’ diyerek, Onbeşinci ve Yirmidördüncü Söz’lerde derc edilen; (Rabbu-s semâvâti vel ard) tâbir ve tefsirinin îzâhında Üstâdımızın :

“…zemin, âsumâna nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakàretiyle berâber mânen ve san’aten bütün kâinâtın kalbi, merkezi.. bütün mu’cizât-ı san’atın meşheri, sergisi.. ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrâkıyesi.. ve nihâyetsiz faâliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve ma’kesi.. ve hadsiz Hâllâkıyet-i İlâhiyenin, hususân nebâtât ve hayvânâtın kesretli envâ’-ı sagîresinde, cevvâdâne îcâdın medâr ve çarşısı.. ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnûâtın küçük mikyâsta nümûnegâhı.. ve mensûcât-ı ebediyenin sür’atle işleyen tezgâhı.. ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı.. ve besâtîn-i dâimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dâr ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur..” ifâdelerini okuyarak.. Yâni; ‘arz, kâinâtın kalbi olması veyâ kalbi kalıba denk tutmak’ ifâdelerinin üstünde ısrarla duruyor ve:

“Ben bu güne kadar, bu âyeti tefsir ederken bu tarz ifâdelere ne bir müfessirin tefsirinde, ne de bir müellifin eserinde rastlamadım..” diyordu.

Teblîğinde mühim bir yeri olan bahar misâllerini mest olurcasına okurken: “Şâirlerden ve büleğâdan dahi, -en fazla kullandıkları sermâye olmasına rağmen- baharı bu derece güzel tavsif eden çıkmamış.” diyordu.

Ve hedefe geçecekti Dr. Fâruk, fakat geçmeden evvel, ardı sıra her biri bir delil olarak üst üste paragrafları takdim etmesine binâen araya bir hâşiyecik düştü ve :

“ Evet; biz diyoruz, her tarafı delildir Nur Külliyâtı’nın.. Üst üste delillerdir. Lâkin bu delillerdeki üst üstelik, insânı ta’ciz eden, sıkan bir üst üstelik değil; Hayır.. belki, Azar-azar, rıfkla, mülâyemetle, insanı kucaklarcasına… bu deliller, böyle delillerdir.” diyerek İmâm Nursî’nin bu delillerle hedefi ne idi? dedi ve hedef kısmına geçti.

Hedef kısmını îzâhla diyordu

“İmâm Nursî, insânı; bir îmân seviyesine ulaştırmağa çalışıyor ve diyor: ‘İnsan bu îmân seviyesine ulaştığı zaman artık evâmire imtisâl, nevahîden içtinâb hususunda, evâmir ve nevâhî ile insicâm üzere hareket etmeğe zâten kendini mecbur hissedecektir.’ Yani; Allah’ı bu derece bir ta’riften sonra diyor ki; ‘Ey İnsan! Sen ki; halife-i arzsın.. zîhayâtın kumandanısın.. nasıl Rabbinden tegâfül edebilirsin?’ diye teşrîî evâmire imtisâlin lüzûmunu ve ehemmiyetini ihtarda bulunuyordu. Demiyor namazda eller böyle kaldırılmalı.. rükûa şöyle gidilmeli.. secde böyle yapılmalı. Belki diyor ‘kalb böyle olmalı..’ Zirâ İmâm Nursî buyuruyor ki; ‘…kalb-i beşer, şecere-i hilkatin çekirdeği hükmünde…” Çünkü; O’nun zamanında asıl mes’ele, îmân veyâ küfür mes’elesi idi. Onun yegâne maksadı; îmânın ikàmesi ve esâsâtın ihyâsıydı.

Ve hâtimeden evvel hülâsa hükmünde şöyle bir cümle ile bitiriyordu:

“İmâm Nursî; Tabîat, kevn ve kâinâttaki bu delilleri; o materyalist, maddeci mülhidlere birer delil şehâbları kıldı.. tâlib ve râğib mü’minlere de ziyâdâr nurlu birer hüdâ kıldı..” ve hitâm duası okuyarak hâtime verdi.

Sempozyumda teblîğ arz eden iki hanım profesörden biri; Prof. Dr. Mehdiyye Emnuh’tu. Bu hanım İstanbul’daki son sempozyuma da iştirâk etmiş. Ve bir müddetten beri Nurları biliyor ve okuyor. Teblîğinin bir yerinde hülâsaten bir cümle hâlinde şöyle diyordu:

“İmâm Nursî’yi bölmemek gerek. O’nu tâ’rif ederken, takdim ederken bölmemek gerek.. İmâm Nursî, bir tefsir yazmış, fakat sâdece bir müfessir midir?.. Hayır!. Kelâmdan bahs etmiş, sâdece bir kelâmcı mıdır? Hayır!. Felsefeden bahs etmiş, sâdece bir felsefeci midir? Hayır!. Tasavvuftan bahs etmiş, sâdece bir sofî midir? Hayır!. Fıkıhtan bahs etmiş, sâdece bir fakìh midir? Hayır!..

Peki, İmâm Nursî nedir?.” diye sordu ve kendisi cevâben:

“İmâm Nursî bunların umûmudur. Siz O’na baktığınız zaman O’nu ihâtî bir nazarla kucaklamak gerek.. Bizim yaptığımız hatâ; herkes: kendi gözlüğünden bakıyor, İmâm Nursî’yi bir kalıba koymaya çalışıyor. Hâlbuki Nursî bir kalıba girmez.” Orada bulunan ve Nur’ları belki ilk defa dinleyen arkadaşlarına da bu sözleriyle îmâen diyordu ki; “İmâm Nursî, diyemezsiniz ‘şu hususta âlimdir veyâ bu hususta müceddiddir’ diye.. Hayır; O, umûm sâhâlarda müceddiddir.”

? ? ?

Sempozyumun ikinci günü, sabah geldiğimiz zaman kürsüde yaşlı bir zât vardı. İsmi; Prof. Dr. Et Tühêmî er Râci El Hâşimî..

Rabat’ta kırâat Profesörü. Teblîğinin mevzûu: İmâm Nursî’nin Fikrine Göre Nazm-ı Kur’ânî.. İşârât’ül İ’câz’dan, muhtelif mebhaslerden nazm-ı Kur’ânî ile âlakalı olan paragrafları seçmiş, teblîğine mevzû etmiş. Ayrıca, salonun sağ köşesinde bir asistanıyla beraber, duvarda tepegözle slayt gösterisi şeklinde, şemalar hâlinde hazırladığı Üstâd’ın ifâdelerini lisânen bize anlatırken duvarda da gözümüze hitâb ederek bir nevi ders veriyordu. İhsan Kasım Ağabey’in ifâdesiyle ‘Onun önünde hepimiz talebe olduk, o bize ders verdi gibi..’ Sözü İmâm Nursî’ye getirmek için, evvelâ nazm-ı Kur’ânî mevzûunda seleften bazı misaller verdi ve sözü Üstâd’a getirerek ‘İmâm Nursî nazm-ı Kur’ânî mevzûunda bu asra tecdîdî bir îzâh olarak ne getirmiş’ bâbını tafsil etmek için şemalarına geçti. İşârât’ül İ’câz’daki o misallerden bir misâl: Er-Rahman Er-Rahim; Bu iki sıfâtın lafza-i celâlden sonra zikirlerini îcâb eden münâsebetlerden birisi şudur ki: Lafza-i celâlden celâl silsilesi tecellî ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemâl silsilesi tecelli ediyor. Evet herbir âlemde emr u nehiy, sevâb u azâb, tergîb u terhîb, tesbîh u tahmîd, havf u recâ gibi pek çok fürûât, celâl ve cemâlin tecellîsiyle teselsül edegelmektedir. İkincisi: Cenâb-ı Hakk’ın ismi, Zât-ı Akdes’ine ayn olduğu cihetle; lafza-i celâl, sıfât-ı ayniyeye işarettir. Er-Rahim de, fiilî olan sıfât-ı gayriyeye îmâdır. Er-Rahmanödahi, ne ayn ne gayr olan sıfât-ı seb’aya remizdir. Zirâ Rahman, Rezzak mânâsınadır. Rızk, bekàya sebebdir…”

İkinci bir şemaya geçecekken araya şöyle bir mânidâr cümle koyarak geçiyordu Prof. El Hâşîmi: “İmâm Nursî’nin de buyurduğu gibi, Mâlum Kur’ân’ın dört esâs unsûru var. Tevhîd, Nübüvvet, Haşir, Adâlet’le ibâdet.. Fakat biz bugüne kadar, bu hususu talebelerimize arz ederken diyorduk ki; ‘Kur’ân’ın bu dört esâsı; Kur’ân’ın umûmunda ve uzun surelerinde vardır.’ Fakat İmâm Nursî İşârât’ül İ’câz eserinde diyor: ‘Hayır!. Bu dört esâs “Kur’ân’ın hey’et-i mecmuasında bulunduğu gibi; Kur’ân’ın surelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında, hattâ kelimelerinde bile sarâhaten veyâ işâreten veyâ remzen bulunmaktadır.” dedi ve geçti bir ikinci şemaya.. “Bismillahirrahmanirrahim”in başında bulunan (Be) ve onun da noktası.. mânâlar ondan infisâl eder hâlde.. en anlamayan insanın fehmine müheyyâ kılarcasına bir teblîğ. Dinleyen cemâate bir atf-ı nazarda bulunduğunuz zaman koltuklarda uyuyan veyâ yaslanan kimseye rastlayamazdınız. Herkes koltuklarda doğrulmuş, pür dikkat dinliyordu. Genç üniversite talebeleri, hocalarının anlattığı şemaları süratle kağıda dökebilmek için gayret sarf ediyorlardı. Daha sonra İşârât’ül İ’câz’ın muhtelif yerlerinden, Nazm-ı Kur’ânî ile alâkalı mebhaslarden, bilhassa ‘İ’câz’ın bir harfte dahi tesbit ve isbat edilmesi’ hususunda, Üstâdımızın ‘Nûn-u Na’budu.. Li mustekarrin’deki Lâm..’ gibi ifâdelerini tafsilâtıyla, bir hayret hâli içerisinde arz ve takdim etti.

? ? ?

Mısır-Kahire’de Hizmet-i Îmâniye ve Neşriyât-ı Nuriye ile alâkadar olan Abdülkerim Kardeş de, Rabat’taki bir yayınevi ile anlaşarak getirdiği otuza yakın Arapça Nur Külliyâtları ve küçük Risâlelerden de takrîben yüzer adet kitabı Fakültenin avlusunda, salonun kapısının önünde teşhîr ediyordu. Demek ki bu Zât; Prof. El Hâşimî, teblîğinde nazarları İşârât’ül İ’câz’a celb etmesinden olacak ki, teblîğinden hemen sonra dışarıda, İşârât’ül İ’câz’lar’ın tükendiği müşâhede edildi.

? ? ?

Sempozyum’da ikinci bir Hanım Profesör olan Âişe Hilâlî’nin mevzûu ise; “İmâm Nursî’de yakîn’e vûsul yolları.” Yaşlı ve tasavvufa mensub bu Hanım’ın Nurlar’la tanışması ve teblîğine hazırlanması şöyle oluyor:

Sempozyum hazırlıklarının başında munazzım Prof. Ahmed Ebu Zeyd kendi bölümünde hadis hocası olan bu Hanım için kendince diyor ki; ‘bu Hanım, Nurlar’ı duysa ve okusa, kendi bölümünde çok hizmet eder’. Bu niyetle ona da ‘yakîn’ mevzûunu veriyor ve sempozyumun târihini ifâde ederek bu târihe kadar hazırlanmasını istiyor. Fakat geçen zaman içerisinde ciddî bir hazırlık yapamayan bu Hanım; sempozyumun ilk günü gelip o hârika ve ciddî çalışmalar ihtivâ eden teblîğleri dinleyince bir hüzün ve bir esef hâli ile otele gidiyor.

Akşam otelde, evvelce arzettiğimiz diğer bir Hanım Profesör olan Mehdiyye Hanım ile sohbet ederken, cümle arasında Mehdiyye Hanım soruyor: “İmâm Nursî’nin ‘Hanımlar Rehberi’ diye bir Risâlesi var, duymuş musun?..

‘Duymamışım’ diyor Âişe Hanım.

Bunun üzerine Mehdiyye Hanım Bir ‘Hanımlar Rehberi’ çıkarıp hediye ediyor. Odasına geçen Âişe Hanım, o gece bir acz hâleti içerisinde ‘Hanımlar Rehberini’ bitiriyor. O hâletinden olacak ki ciddî de anlıyor. Ertesi gün takdim ettiği teblîğinde; ‘İlmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin’ ve ‘dört hatve’ gibi birkaç husûsu arz ederek yakìn mevzûuna temâs ettikten sonra bakiye-i vaktini hep Hanımlar Rehberi’nden mes’eleleri işleyerek tamamladı.

Teblîğinin bir yerinde şöyle bir cümle geçti: “Ortalıkta böyle bir söz dolaşıyor, ne derece doğrudur, bilmiyorum.. Deniliyor ki; ‘Her büyük insanın arkasında bir kadın vardır’ diye.. Doğruluğu ne derecededir bilmiyorum ama, buna binâen ben de diyorum ki: “İmâm Nursî’nin de hayâtı boyunca en te’sirli muallimi, Üstâdı, O’nun vâlidesi olmuştur.” Ve Külliyât’dan da buna delil olarak Yirmidördüncü Lem’a’nın âhirinde derc edilen ve aynı zamanda Hanımlar Rehberi’nde de geçen şu paragrafı Arapça’sından okudu:

“…Evet insanın en birinci üstâdı ve te’sirli muallimi, onun vâlidesidir. Bu münâsebetle ben kendi şahsımda kat’î ve dâimâ hissettiğim bu mânâyı beyân ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım hâlde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdetâ maddî vücûdumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sâir derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini, aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve rûhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esâsiye müşâhede ediyorum….”

Ve bu bahsi bitirirken de, çocuk terbiyesi sadedinde, arka sıralarda oturan hanımlara hitâben: “İnsan merak etmez mi, İmâm Nursî gibi bir Zât, acaba çocukken nasıl terbiye edilmiş?” diye bir suâl sordu. Cevâbı verirken, Üstâdımızın vâlidesinin abdestsiz hiç emzirmediğini vs. gibi hususları nakl etti. Bu Hanım da teblîğini arz ettikten sonra -gayr-ı ihtiyâri- nazar ve efkârın Hanımlar Rehberi’ne teveccühüne binâen, dışarıda, teşhîr masasındaki Hanımlar Rehberleri tükeniyor.

? ? ?

Sempozyumda İmâm Nursî’nin Edebiyât vechesini ele alan Vecde Üniversitesi’nde Edebiyât bölüm başkanı Prof. Dr. Hasan El Emrânî..

El Emrânî; evvelâ, İmâm Nursî’nin müceddidiyetini ta’rif ederken diyordu; “O; bütün sâhâlarda müceddidtir. Müceddid; sâdece bir sâhâda değil, belki ilm-i îmânda olduğu gibi içtimâiyatta, siyâsette, hukukta dahi tecdîd yapandır. Müceddid o ki; hayâtın bütün cevânibinde müceddid ola..”

İmâm Nursî’nin edebiyât vechesine geçerken;

“Risâle-i Nur’a ilk nazar eden, Bediüzzaman’ın bedî’ bir edib olduğunu hemen idrâk edecek

“…Eğer istersen, hayâlinle Nurşîn karyesindeki Seydâ’nın meclisine git, bak: Orada fukara kıyâfetinde melikler, pâdişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Pâris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libâsı giymişler ve ifritler adam suretini almışlar ilâ âhir…” ve diyordu;

“Bu kadar uzak iki mesâfe beyninde, yâni, kendi memleketi olan Van, Nurşîn’den tâ Pâris’e uzanan bir mîzânda iki medeniyeti nasıl latîfane ve belîğâne kıyaslıyor.”

? ? ?

Sempozyumda süratli konuşmasıyla nazarları kısmen celb eden, kısmen de uzaklaştıran, Prof. Dr. Muhammed Hurubât ise, bir felsefe profesörüydü ve mevzûu da Tabîat Risâlesi idi. Kelimesi kelimesine tetkik ettiği Tabîat Risâlesi onun için bir ummandı. Misâller, teşbîh ve tesbitler muhterem Profesöre göre tamâmen orijinaldi. Ve Tabîat Risâlesi penceresinden Nur Külliyâtına ve İmâm Nursî’ye nazar edip şöyle diyordu;

 “İşte şimdi diyebiliriz ki; İmâm Nursî, mevsûî bir dâiredir.” Bu mevsûî dâire tâbirini yine kendisi îzâh ediyordu:

 “İmâm Nursî; ilmin bir husûsiyetinden veyâ ilmin yolundan veyâ bir ilmin bir cüz’ünden bahseden bir âlim değildir. Tefsîr ilminin eczâsından, ilm-i kelâmın husûsiyâtından veyâ akìde ilminin cüz’iyâtından tekellüm eden âlimlerden de değildir. Belki O, bütün ilimlerin emâmında ve önünde, bütün ilimlerden külliyetiyle tekellüm eden bir âlimdir.”

İmâm Nursî’nin Felsefî nazarından bahsederken dinleyenlerin hayallerini, eserlerin te’lif edildiği zaman ve mekâna götürüyor ve diyor;

“İmâm Nursî; koltuğuna kurulup ihtiyâç ve arzularının karşılanarak, fincanını yudumlayıp, beyaz sayfalar üzerinde akıcı ve seyyâl kâlemlerle eser te’lif eden müellifler nev’inden değildir. Belki O; mâlum olduğu vech ile, hayâtı boyunca hep hapislerde, menfâlarda, mahkemelerde, tehditler altında, murâkebe ve müzâyakalar içinde bu bâhir âsârı te’lif etmiştir.”

Genç Profesör; İmâm Nursî’nin misâllerle mevzûyu dağıtmadan îzâhını şöyle ifâde ediyordu;

“İmâm Nursî’nin bir mevzûda getirdiği müteaddit emsâl ve kesretli şevâhidin umûmu, hep beraber o mevzûda maksûd olan gâyeye hizmet ediyor ve nazarları, bâhir bir şekilde.. câzip bir üslûb ile.. ve metin efkâr ile.. ve rasîn bir tahlîl ile aslî maksad olan mevzûdaki i’câzı ilmîye tevcîh ediyor. Misâller ne kadar teaddüt etse de ve şevâhidin üslûbları ne kadar tenevvü’ etse de, bu hüküm asla değişmiyor. Okurken misâllerin teaddüdü ve şehâdetlerin tenevvüü, seni mevzûun haricine çıkarmak değil, bilakis mevzûun vahdet ve bütünlüğünü daha çok hissettiriyor ve iknâ’ gâyesine doğru tamamlıyor. Ne vakit İmâm Nursî; merhaleyi iknâ’a ulaştırdığına dâir kàni’ olduğunda, o muhatap maddeci tabîatpereste, onu ihtizâza getirecek ve sarsacak suâller soruyor ve âhirinde de kâfî ve mukni’ cevâp ile hâtime veriyor.”

? ? ?

Sempozyumun son oturumundan evvel siyâhi bir profesör olan Muhammed Emin İsmâilî’nin teblîği vardı. İsmâilî, bir akìde profesörüydü. Teblîğine başlarken:

إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتًا لِلّهِ حَنِيفًا وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكِينَ

Âyetini okudu ve İbrâhim (A.S.) yalnız başına bir ümmet olduğunu ve bu sıfatın bir kısım evliyâullaha da şâmil bir sıfat olduğunu söyledikten sonra şöyle bir cümle ile bağladı:

 “İmâm Nursî; bütün ümmetin yükünü omuzunda hisseden, yalnız başına, tek başına bir ümmettir.”

Ve bu mevzuu, bir suâle cevâb verirken şöyle anlattı:

“Ey suâl soran zat! Siz suâli sormadan evvel bir şeyi unutmamanız gerekir.” diyerek hepimizin hafızalarına bir harita çizmeğe başladı.

“Üstâd’ın zuhûr devrinde, yâni asrın başında İslâm âlemi ne haldeydi.. Fâs, Cezâyir’de Fransız’lar.. Libya’da İtalyanlar.. Mısır’da, Pâkistan’da İngilizler.. Osmanlı parçalanmış.. harb devâm ediyor.. Bütün İslâm âlemi bir parçalanma, bir çöküntü, bir dümûr hâli arz ediyordu. Ruhlar hep mütessirdi.

İşte, böyle bir hâlette birisi çıksa, dese ki; ‘hiç merak etmeyin.. İttihâd-ı İslâm yeni baştan kurulacak.. yeni bir nesil, yeni bir ceyl yetişecek.. bütün bu zulmânî safhalar Nûrânî sahnelere dönecek.’ O günde; biri böyle sözler söylese, ona ne derler: ‘ona deli derler.’ Zira o günde ona da mecnun dediler.”

Ve suâl soran zâta dönerek: “siz suâl sorduğunuz zaman, bügünden bakıp suâl sormayın, o güne gidin, o günden nazar edin. Eğer öyle yapacak olursanız suâli sormadan, kendiniz cevâb verirsiniz.” Ve burada sözü mevzuuna getirerek: “işte İmâm Nursî, böyle bir hâlette, böyle bir devrede, tek başına, yalnız başına bütün ümmetin yükünü omuzunda bilerek gayret etti. İşte O, bu yalnızlığında tek başına bir ümmetti.”

Sempozyumun genç teblîğcilerinden biri olan Dr. Abdülkerim Akvî; İmâm Nursî’nin İttihâd-ı İslâm ve Fikir bütünlüğü mebhaslerini tahlil ediyordu. Teblîğinde Nur Külliyâtı’ndan mebhas olarak Yirminci Lem’a’daki ‘Mühim ve müdhiş bir suâl ve yedi sebeb içindeki cevâbı’, ‘Zindân-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir? gibi mevzûları teferruâtıyla hazırlayarak bu husustaki Üstâdın nazarını takdim ediyordu.

? ? ?

Son oturuma geçildiğinde ise kürsüde Prof. Dr. Abdülaziz Şehbar’ı gördük. Onu 98 sempozyumu’nun akabinde Türkiye’ye gönderdiği ve bir lâhika içinde tercüme edilerek neşredilen mektubundan tanıyorduk. Mektubunda şöyle diyordu:

“…Ben Üstâd Said Nursî’nin sıdk’ını talebelerinin ahlaklarında görünce ve Risâle-i Nur’un İslâmın şerefini binâ etmede te’siri bana tebeyyün edince ve yine Nur Kardeşlerimin hareket ve tasarruflarında Risâle-i Nur’un Nurunu hissedince, Allah için nezrettim ki, Risâleleri İspanyolca’ya tercüme edeyim ve Tatvan’a avdetimde hemen bu işe başlayacağım.

Ve eğer Allah (c.c.) ömrümü uzâtırsa bununla iktifâ etmeyeceğim. Belki Risâleleri İbrâniceye tercüme edeceğim. Tâ ki, ehl-i dalâlete karşı hüccet olsun…”

Yâni; Ahirette ‘bizim lisanımıza tercüme olmamış demesinler..’

Hakikaten bu zat; memleketine döndüğünde, Arapça küçük Târihçe-i Hayat’ı İspanyolca’ya tercüme etmiş, bitirmiş. Şimdi de kendi gayretleriyle tab’ına çalışıyor.

Mevzûu olan İmâm Nursî’nin Ehl-i kitabla olan münâsebâtına geçmezden evvel; ‘küre-i arz üstünde Said Nursî, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur, nerelere, hangi vesilelerle, ne derecede, nasıl ulaşmış?’ diyerek Külliyât’ın tercüme edildiği lisanları saydı ve internet üzerindeki araştırmalarından bahisle kısa bir hülâsa yaptı ve Üstâd’ın ehl-i kitabla münâsebâtını okudu ve anlattı. Teblîğinin bir yerinde cümle arasında şöyle bir kelâmla, bizim için normal, fakat onlar için pek garîbe bir hâl zikretti. Dedi ki;

“Ben Türkiye’ye gittim. İstanbul’da, Bursa’da derslere iştirâk ettim. Oralarda, yüzlerce üniversite genci bir araya geliyor, ders yapıyor, sohbet ediyor ve dağılıyorlar. Fakat bu kadar genç, kapıdan nasıl giriyor, nasıl çıkıyorlar hissetmiyorsunuz.”

Prof. Şehbar, bu sözleriyle şunu demeğe çalışıyordu: Risâle-i Nur’un kendisi İslâm âleminde garîb ve bedî’ karşılandığı gibi, Nur’un sükûnet ve itmi’nân veren ders tarzı da bir o kadar garîb ve bedî’ karşılanıyor.

Sempozyumun hitâmından evvel; Prof. El Arabî, teblîğinde İmâm Nursî’nin te’lifâtında medeniyete dâir fikrî bâzı esâslara temâsından sonra teblîğlerin takdîmi nihâyet buldu.

Hem âlimlerin, hem de talebelerin arzu ve ricâları üzerine İhsan Kasım Ağabey’in tercümesi refâkatinde Sungur Ağabey bâzı hâtıralar nakletti. Sungur Ağabey, hürmet ve ta’zimlerini arz ettikten sonra “bu gün burada, bizzât şâhid olduğumuz siz kıymetdâr profesörlerin ve yüksek Din âlimlerinin bu hârika tebliğlerini, beyân ve ifâdelerini, Üstâd Bediüzzaman Said Nursî Hz.’lerinin Risâle-i Nur’da yazdığı gibi; ‘O Risâleler, benim malım değil, Kur’ânındır. Siz, hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyâde hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz.’ gibi yüzler beyânını aynen tasdik edici te’yidler hükmünde gördük. Sizler; Üstâd Bediüzzaman’ı görmediğiniz, O’ndan ders almadığınız veya Talebeleriyle görüşmediğiniz halde, bir kısım Risâleleri okuyarak, tahkikat ve tedkikat netîcesinde bu hükümlere, bu kanâatlara varmışsınız. İnşâallah; bu hizmetler, birer çekirdek olur da, İslâm âleminde ve insanlık dünyâsında ulvî, nûrânî binler sümbülleri netîce verir ümîdindeyiz.’ vs.. takdimatta bulundu.

Ve son oturumun başkanı Prof. Dr. Fâruk Hammâde; o nutk-u belîği ile, hem bir hâtime, hem bir duâ, hem bir münâcât bâbından Onikinci Nota’yı okudu. Arabî Mesnevî’deki o ifâdeleri, meselâ; …. …. … gibi ifâdeleri o has üslubuyla öyle okudu ki; vaktin gecikmesi ve dinleyenlerin de yorgunluğuna rağmen, bir on dakikalığına herkesi başka bir âleme götürerek tam bir “Hitamuhu Misk”ömânâsında hayırla tamamladı.

? ? ?

Sempozyumdan sonra İhsan Kasım Ağabey’den naklen dinlediğimiz ibretli bir vâkıa şöyle:

Son oturumda, dinleyenler arasında Abdurrahman Vâfi isminde Arap âleminde ve Fas’ta divânlarıyla meşhur olmuş şâir bir zât bulunuyormuş. İhsan Kasım Ağabey’le evvelden tanışan, fakat ilk defa Nur Külliyâtı ve İmâm Nursî’ye âid bir şey dinleyen bu zât; Sempozyumdan çıkarken İhsan Kasım Ağabey’in koluna giriyor ve diyor:

“İhsân! Ben o teblîğleri dinlerken, dinledim, küçüldüm.. dinledim, küçüldüm.. dinledim, küçüldüm, dayanamadım çıktım.. Şimdi kanâatım geldi ki; mutlaka bu zât’ın bu eserlerini, bu fikirlerini okumak bana farz oldu.”

Ertesi gün, Cum’a namazına Prof. Aşrâtî, İhsan Kasım, Ahmed Ebu Zeyd, beraber arabada giderlerken Aşrâtî; kendinden bahisle diyor ki; ‘ben, bir sene evveline kadar, kendi kitâbımdan başka bir kitabtan ne okur, ne anlatır, ne de misâl verirdim.. her yerde kendi kitablarımı nazara vererek konuşurdum. Başka kitabları öyle mâlumât olsun diye okur geçerdim. Fakat ne olduysa oldu.. Bu bir senedir, kendi kitâbım dahil, ne bir kitabtan okuyorum, ne bir kitabtan anlatıyorum, ne de bir kitabtan konuşuyorum, illâ Risâle-i Nur.. her yerde Risâle-i Nur’dan okuyor, Risâle-i Nur’dan anlatıyor, Risâle-i Nur’dan konuşuyorum.’ Aşrâtî; bunu, Risâle-i Nur’un önünde ne derece küçüldüğünün bir emâresi olarak ve ‘ne halde idim, ne hâle geldim..’ diyerek söylüyordu. Ön koltuktan bunu dinleyen Ahmed Ebu Zeyd, Aşrâti’ye ‘Sen Nur’ları okuyarak küçülmüşsün, bak! adam dün dinleyerek küçüldüğünü ifâde etti.’ diyerek latîfede bulunuyordu…

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: