Kaderin Her Şeyi Güzeldir
Gönülle ve akılla bilen insan, hayatın olumsuz gibi görünen cilveleri karşısında asla ümitsizliğe düşmez. Dalgaları hiç kesilmeyen ve ard arda gelen bir olaylar okyanusunda yaşıyoruz. Kâinatın her köşesinde, en ince noktasına kadar bir akış var. Bir toparlanış, bir dağılış ve ardından yıkılış ve çözülüş var. Gelenler, gidenler o kadar çok ki, yine de dünyanın uyumu bozulmuyor, hiçbir zaman yer darlığı yaşanmıyor.
Dünyaya gelirken, kendi istek ve irademizle gelmediğimiz gibi, giderken de yaşamak istemediğimiz için ölüyor değiliz. Getiren götürüyor. Varlıklar, bütünüyle ezelde çizilmiş olan ilahî bir programa uyarak gelip gitmekte. Yaratılmış olan her şey Allah’ın eseri. Bizim bilmediğimiz nice sonsuz hikmetlerle dolu. Ama biz insanlar, olayların mutlak anlamı ve genel hikmetinden çok, kendimize ait olan yönünü görür, onunla meşgul oluruz. Kendi fayda ve zararımıza göre olaylara hayır ve şer diye hükmederiz.
Yüce kitabımız bu ruh halimizi şöyle anlatır:
“Sizin hoşunuza gitmeyen öyle şeyler vardır ki, onlar hakkınızda hayır olabilir. Yine hoşlandığınız öyle şeyler vardır ki, hakkınızda şer olabilir. İşin hakikatini Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
Yine Kur’an-ı Kerim’de Kehf Suresi’nde Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın bir seyahati hikâye edilir. Ve ard arda üç hadise anlatılır ki, bunların her biri mutlak gerçeği ile görünüşü arasındaki hayır ve şer anlayışlarını açıklaması bakımından dikkat çekicidir.
Biz hayır ve şerri ancak Allah’ın emri sayesinde tayin edebiliyoruz. Yani bize yapılması emredilen şeyleri hayır, yasaklanan şeyleri de şer olarak tanımaya mecburuz.
Kader denilince hemen akla ölçü ve miktar geliyor. Her şeyin güzelliği ve kemâli bu ölçüye tâbidir. Mesela bir elbisedeki güzellik, o kumaşın bir terzinin takdiri ile biçilip dikilmesi neticesinde ortaya çıkıyor. Bakışımızı elbiseden çekip onu giyecek olan insana çevirelim bir de. İnsanın bütün organları en güzel şekilde, yerli yerinde yaratılmıştır. Gereken büyüklükte tasarlanmış ve düşünülebilecek en güzel yerlere konulmuştur. Bunların her biri bir kaderi, planı ve programı göstermektedir. Ne elbise, bu şekil ve güzelliği kendi kendine kazanmıştır, ne de insanın vücudu. Bunlar hep bir plan, bir programın işaretidir. Yani ilahî bir kaderden gelip, onu göstermektedir.
Bir kitaba baktığımızda da durum bundan pek farklı değildir. Kitabın tamamının belli bir gaye için yazıldığını, bütün bölümlerin, paragrafların, cümlelerin, hatta kelime ve harflerin hep o gayeye göre dizildiğini görürüz. Yazılan her harf, yazarın gözünün önündedir ve onun bilgisi dâhilinde, onun takdirine göre planlanmıştır. Bu kâinat da kudret kalemiyle yazılmış ilahî bir kitaptır. Atomlar bu kitabın mürekkebi hükmündedir.
Bir binanın inşası sırasında kullanılan kalıplar, içlerine dökülen harcın taşmasına engel olduğu gibi, kaderin manevî kalıpları da bu dünyada maddeyi ve eşyayı belli bir ölçüye göre şekillendirmiş, sınırlandırmış, en faydalı bir hâle sokmuştur.
Elimizde tuttuğumuz kalem ve onun içindeki mürekkep, emre hazır bir şekilde bekler. Ne yazmak istersek kalemin ucundan o dökülür. Mesela meyve kelimesini yazmayı dilediğimizde, harflerin şekli, sıraları ve büyüklükleri hep takdir ettiğimiz tarzda ortaya çıkar. Bu cansız ve şuursuz mürekkep maddesi, iradeden mahrum olan kalem, bu yazının yazarı olamayacaklarından, mürekkebin zihinde tespit edilen bir programa göre döküldüğünü, her akıl sahibi rahatlıkla anlar, görür ve bilir.
Bir meyve kelimesinin yazılmasında zihnî bir plan ve program esas olduğu gibi, bir ağacın başındaki gerçek bir meyvenin yaratılmasında da Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle takdir edilen şekil ve özellikler esas olmaktadır.
Evet, yaratılmış olan her ne var ise; insan, hayvan, ağaç, yıldız, dağ, her biri birer kudret kelimesidir. Kaderin programına göre yazılmış ve yaratılmışlardır.
Kader, Allah’ın her şeyi bilmesi ve yazmasıdır. Bir başka ifadeyle, kâinatın plan ve projesidir. Kadere inanıyorum demek, Allah’ın her şeyi bildiğine inanıyorum demektir. Olmuşlar, olanlar ve olacaklar, ne varsa hepsi kader defterinde yazılıdır. Kaza ise, yazılanın başa gelmesi, bir başka ifadeyle kaderde yazılan bir hükmün infazıdır, gerçekleşmesidir. İrade ise, insandaki seçme kuvveti, önünde var olan şıklardan birini tercih etme kabiliyetidir.
Bizim nerede, ne zaman, ne yapacağımız yazılmıştır. Şimdi okumakta olduğunuz satırları yazmak da kaderimizde vardır. Yazdığımız anda bu hüküm infaz edilir ve kaza olur. Yazmak ya da yazmamak konusunda bir tereddüt geçirdikten sonra yazmaya karar verdiğimizde, bu da irademizi gösterir.
Kader ikiye ayrılıyor: Iztırârî kader, ihtiyarî kader diye. Iztırârî kaderde bizim hiçbir etkimiz yok, o tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, rengimiz, dilimiz, şeklimiz, kabiliyetlerimiz, hepsi ıztırârî kaderin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz ve bu kaderden dolayı da bir sorumluluğumuz yoktur. İkinci kısım da ihtiyarî kadere bağlıdır. Onu da Allah’ın bize verdiği iradeyle biz tercihimizi nasıl yapacak ve neye karar vereceksek, Allah ezelî ilmiyle onu öyle bilmiş ve öylece yazmıştır.
Kalbimiz çarpar, kanımız temizlenir, hücrelerimiz büyür, çoğalır ve ölür. Vücudumuzda bizim bilmediğimiz birçok işler yapılır, bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Bunlar uyuduğumuz zaman bile devam eder. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki; kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, yürümek gibi fiiller de var. Zayıf da, cüz’î de olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir kuvvetimiz var.
Bir yol kavşağında, hangisinden gideceğimize biz karar veriyoruz. Yollar önümüzde ama gideceğimiz yolu seçmek bize ait. Hayat yolu da böyle, kavşaklarla dolu. Bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan seçtiğimiz yoldan ve işlediğimiz her bir suçtan ve günahtan sorumlu olan da biziz.
İşte irademize dayalı olan çirkin isteklerimizle bozmasak, yıkmasak ve dağıtmasak, kaderin her şeyinin ne kadar güzel olduğunu göreceğiz.
Bazen başa gelen ve dışarıdan bakıldığında, çirkin gibi görünen şeyler var, ama onların da sonuçları güzel. Kışın fırtınası, karı, yağmuru, çamuru olmasa, baharın çiçeğini, yaprağını, kelebeğini görebilir miydik? Bir su damlasından süzülüp bu dünyaya gönderilen ilk hâlimizi bir düşünelim. Kendi başımıza bırakılsaydık, almamız gereken organları biz seçmek zorunda kalsaydık, ne acayip bir mahlûk ortaya çıkardı, kim bilir? Bir düşünün.
Fakat kaderimizi yazan Allah, sonsuz merhamet sahibi olduğu için, bizi kendi hâlimize bırakmadı. Sonsuz ve sınırsız ilmiyle hayatımız için gerekli her şeyi planlayıp O yarattı. Kâinatı bize uygun, bizi de ona uygun bir şekilde O yarattı. Başımıza görünürde çirkin bir hâl gelirse bilelim ki, o ya bir hatamızın karşılığıdır veya mahiyetini bilemeyeceğimiz bir imtihan içindir.
Evet, hikmet gözü dikkatle bakıp, ibretle görmeli, dilimiz:
“Deme şu niçin böyle. Yerincedir ol öyle. Bak sonuna, sabreyle.” demeli.
Selim Gündüzalp / Zafer Dergisi