KÂİNAT ve BİZ

 
 ”Helal Gıda Hatıraları” başlığı ile yazmış olduğum seri halindeki makaleler GİMDES Dergisi’nin ilk  defa Şubat 2011 yılındaki 16.sayısında yayınlanmaya başlamış ve beş yıl sonra Mart-Nisan 2016 tarihli 47. sayısına kadar beş yıl müddetle devam ettikten sonra, Mart-Nisan 2016 tarihli dergide o yazılarıma son vermiştim.
Helal gıda konusunda söylenebilecekler, elbette o seri yazılarda söylenenlerden ibaret değildir; söylenebilecek başka şeyler vardır; bunlardan bazıları söylenmektedir ve bundan sonra da söylenebilir.
Hadis-i Şerifte “Bir saat tefekkürün, farz ibadetlerden sonra gelen ibadetlerin bir senesinden daha fazla olduğu bildirildiğinden, gene bir hatırayla birlikte ve sayfa hacminin müsaadesi nispetinde, bu defa da Âl-i İmrân suresinin sonundaki iki âyetin ikazıyla başımızı gökyüzüne çevirip düşünelim.
 
 *  *  *
Geçici görevle İngiltere’ye giderken, yanıma Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali” kitabını almayı da ihmal etmemiştim.  Kitabın 20-21/395. sayfasında şöyle deniliyordu:
         “Yüce Allah’ın varlığını isbat için Kelam (Akaid) ilminde felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını “Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri” adındaki eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şimdi burada:  “Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır.” (Âli İmrân: 190) âyetini okuyup yüksek anlamını düşünmek yeterlidir.
         Bu âyet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah’ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu âyet-i kerîmenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah’ın varlığını kabule mecbur olur.
         İşte yukarda Türkçe anlamını verdiğimiz âyet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen:
         “Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru.” anlamındaki âyet-i kerîme, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor.
         Bütün bu âyetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de:
         “Tefekkür gibi bir ibadet yoktur.” buyrulmuştur.
         Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet, düşünen insanların dinidir.
         İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda insanlar, bu âleme bu düzeni ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah’ın kudret ve azametini isteyerek ve teslimiyetle kabule mecbur olurlar.
         Hattâ böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlı başına bir âlem olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için Allah’ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir.
         Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rastgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla. Böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz.”
 Âl-i İmrân Suresinin bu âyetlerinin ve onlardan sonrakilerin nüzulünden, çeşitli sahih hadis kitaplarında  bahsedilmektedir.
Abdullah b. Ömer (r.a.) hazretleri naklediyor: ‘Hz. Âişe’ye; Resulullah’dan gördüğün şeylerin en hayret verici olanını bana söyle.’ dedim. Bunun üzerine ağladı ve uzun bir müddet ağladıktan sonra dedi ki: ‘Onun her işi hayret vericiydi. Bir gün bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da buyurdu ki, ‘Ey Âişe, bu gece bana Rabbime ibadet etmek için izin verir misin?’ Ben de; ‘Ey Allah’ın Resulü, ben senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, izinlisin.’ dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu. Kur’an okuyordu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hattâ gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildirdi. Baktı ki ağlıyor; ‘Ey Allah’ın Resulü, dedi, Allah Tealâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?’ O; ‘Ey Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Bundan sonra buyurdu ki, ‘Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece şu âyeti indirdi:
وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ
                                                                                                                   (Bütün gökler ve yer Allah’ın mülküdür)                          
             Resulullah bunu söyledikten sonra da ‘Vay bunu okuyup da, bu babda düşünmeyene!.‘ Diğer bir rivâyette, Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda düşünmeyenlere!‘ buyurdu.”
·      
İngiltere’de, Üniversite kütüphanesindeki kitap isimlerine göz gezdirirken, “How Big Is the Universe”
·      (Kâinat Ne Kadar Büyük?) isimli bir “popüler bilim” kitabı dikkatimi çekince, o kitapta kâinatın büyüklüğü hakkında verilen bilgilerle Âl-i İmrân sûresinin son âyetlerinin meallerini ve Büyük İslâm İlmihalinde Allah’ın “Vücud” sıfatı (Allah’ın varlığı) konusunda bahsedilenleri birlikte işleyerek bir yazı yazmıştım ve gönderdiğim bir İstanbul gazetesinde o yazım hemen yayınlanmıştı. Dinî eserler neşreden bir yayınevi de “Onuncu Gezegen” adlı başka bir makalemle birlikte onu bir broşür halinde çok sayıda basmış ve sattığı kitapların sayfaları arasına koyarak hediye etmişti.
O yazım şöyleydi:
“KÂİNATIN BÜYÜKLÜĞÜ
Bir senenin yaklaşık 365 gün ve dünyanın güneşin etrafındaki devrini tamamlaması için geçen zaman olduğunu, okur-yazar olup da bilmeyen yok gibidir.
Dünya güneşin etrafındaki bir devrini yapıncaya kadar bir sene geçiyor. Acaba dünya çok yavaş hareket ettiği için midir ki, güneşin etrafındaki devrini ancak bir senede tamamlayabiliyor? Hayır. Dünya güneşin etrafında dönerken saniyede 29,76 km.lik bir ortalama hızla hareket etmektedir. Bu, saatte 107136 km ortalama hız demektir (Bizim cismimizin büyüklüğüne göre bu hız, bir otobanda giden otomobilin ortalama hızının bin misli büyük bir hızdır; fakat, dünyanın 12756 km olan ekvatordaki çapıyla kıyaslanacak olursa; Dünyanın güneş etrafındaki hareketinde bir saatte çapının 8,4 katı kadar mesafe katettiği, çapı kadar bir mesafeyi de yaklaşık 7 dakikada katettiği söylenebilir).
Dünya, saniyede 29,76 km ortalama hızla hareket etmesine rağmen, güneş tarafındaki devrini bir defa tamamlayıncaya kadar biz bir yaşımıza daha giriyoruz!..
Ard arda turlarla yapılan seçimlerin kaçıncı turda olduğunu merak edip birbirimize sormamız tabiî ki tenkidi mucip değildir. Fakat bu arada kendi kendimize de sorsak:
“-Acaba, ben kaçıncı turdayım ve bu turlarımın sonunda nereye seçilmeğe namzetim?”
İnsana ömür mühleti çok uzunmuş gibi gelir. İnsan ömrünün ortalama 60 turla ifade edilmesi karşısında, meseleyi –itiraz makamından– vüzuha kavuşturmak için müdahalede bulunanlar olur:
“–60 tur diye insan ömrünü çok kısa görme; dünyanın güneş etrafındaki bir turunu tamamlarken katettiği mesafeyi de düşünmek lâzım.”
Evet, bu da ayrı ve başlıbaşına bir ibret konusu. Öyle uzun bir mesafe ki, dünya saniyede 29,76 km ve saatte 107136 km’lik bir ortalama hızla hareket etmekle, ancak bir yılda katedebiliyor!.
Peki ya güneş sistemindeki diğer gezegenler? Onların güneşe mesafeleri ve güneş etrafındaki turlarında katettikleri yörüngelerinin uzunluğu nedir?
Ya güneş sisteminin dışındakiler? Gözümüzle görebildiğimiz ve göremediğimiz kâinatın büyüklüğü ne kadardır?
İşte şimdi, saniyede 29,76 km.lik bir ortalama hızla güneş etrafındaki turunu üzerindekilerle birlikte yapmağa devam eden dünya uzay gemisindeki yolcular olarak, yolculuğumuzun bu anında biraz da bu mesele üzerinde fikren durup düşünmeğe çalışalım.
 Eski devirlerden beri gökler akıl sahipleri için alâka mevzuu olmuş; insanlar gök yüzünü incelemişler, kâinatın büyüklüğünü ve sırlarını tahmine çalışmışlardır. Göklere ait müşahedelerini, gördükleri hakkındaki düşüncelerini, göklerde cereyan edenlerle ilgili izahat ve teorilerini yazmışlardır. Yıllar geçtikçe eski teoriler daha hassas müşahedelerle, hesap metotlarıyla geliştirilmiş ve geliştirilmeğe devam edilmektedir.
Kâinatın insana hayret ve haşyet veren büyüklüğü, son yüz yıl içinde daha iyi anlaşılmağa başlamıştır. Kâinatın büyüklüğünü rakamlarla ifade yoluna teşebbüs eden astronomi âlimleri, bu esnada ekseriya kendilerini de bir dehşet ve korku hissinden kurtaramamışlardır. İnsan, zaman ve uzay hakkında dünyada elde ettiği tecrübelerinin delillerini, bütün kâinatın muammasını da çözmek için kullanmağa kalkışmakta; fakat bildiği bütün ölçü sistemlerini zaman ve uzayın birbiri ardındaki silsilelerine tatbike çalışırken, bu ölçü sistemlerinin artık hükümsüz olduğu bir yere varmaktadır. İnsandaki sınırlı idrakten doğmuş geometri ve şekil tasavvurlarının, sınırı tesbit edilemeyen uzay için de tatbik edileceği şüphelidir.
Gökteki yıldızların tetkiki insanı, fenlerin ve tahayyül kabiliyetinin izahını yapmaktan aciz kalacağı “sonsuzluk” ve “ebedîyet” mefhumlarını düşünmeğe sevk etmektedir. İnsanların elde ettiği fen ilimlerinin ve insandaki tahayyül kabiliyetinin, “sonsuzluk” ve “ebedîyet” mefhumları mevzubahis olunca, ötesi karanlık bir uçurum kenarına gelmiş gibi olması ve daha ileri gidememesi karşısında Schiller gibi bazı filozoflar:
“–Kâinatı düşünmek, insanı Allah’ın varlığını kabule zorlar.” demekten başka bir çıkar yol bulamamışlardır.
*  *  *
Çok açık ve bulutsuz bir yaz gecesinde çok dikkatle bakan bir göz, küçük ışıklı noktacıklar halinde 6000 kadar yıldız görebilir. Küçük bir teleskop kullanılsa, görülebilen yıldız sayısı çok daha fazla olur. Güney Kalifornia’da Mount Palomar’daki dev teleskopla ise, milyarlarca yıldız görülebilmekte ve fotoğrafları çekilebilmektedir. Son dört asırdır astronomlar kâinatı teleskoplarla tetkik etmektedirler. “Galaksi” adı verilen dev yıldız kümelerini incelemek için astronomlar senelerini vermişlerdir. Sonsuz olduğu hissini veren feza denizinde yüzen çok büyük gaz ve toz bulutları olan “Nöbüle”lerin fotoğraflarını çekmişlerdir. Astronomların bütün bu çalışmalarıyla ilgili kitaplar kütüphanelerin raflarını doldurmuş bulunmaktadır.
İçinde yaşadığımız, insanın “misal-i musaggarı” (küçültülmüş bir misali) olduğu muazzam bir kâinat vardır. Bu büyük kâinatın mevcudiyetinin sebepleri ve hikmetleri konusu, insan için en tabii ve en meraklı suallerden birini teşkil etmektedir. Mevzuun çok geniş olması sebebiyle, biz burada sadece kâinatın büyüklüğü konusunda şimdiye kadar elde edilmiş bilgilerden bahsedip tefekkürü okuyucuya bırakacağız.
Kâinatın büyüklüğü ne kadardır? Kâinatın büyüklüğünü tayine çalışmak, insan için mevcut olabilecek en büyük rakamı bulmağa çalışmak gibidir. Astronomlar bütün mevcut galaksileri keşfettiklerini söyledikten sonra, birisi daha kuvvetli bir teleskop yapınca, fezanın daha derinliklerinde daha başka galaksilerin de mevcut olduğu görülebilmektedir.
Havanın açık olduğu bir yaz gecesi göğe bakıldığında, görüş sahamızı bir ufuktan bir ufuğa kateden ışıklı bir şerit halinde yıldızlar görülür. Buna “Samanyolu” denir. Bu, bizim içinde bulunduğumuz galaksidir. Bizim güneşimiz, bu galaksinin uçlarından birine yakın bir yerdedir ve Samanyolu’nu teşkil eden kendisi gibi yüz milyar güneşlerden sadece bir tanesidir!.. Biz Samanyolu’na bakarken bizden çok uzak, bizim dışında olduğumuz bir yıldız kümesine bakıyormuşuz gibi gelir. Halbuki milyarlarca güneşle beraber bizim güneşimizin ve onun peyki olan arzın da içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisini, arz üzerinden görebileceğimiz şekliyle seyredebilmekteyiz.
Astronomlar, göklerdeki yıldızlararası mesafeleri ifade için, “ışık yılı” mesafe birimini kullanırlar. Bir “ışık yılı”, ışığın bir yılda katettiği mesafedir. Işığın saniyede takriben 300.000 km. katettiği düşünülerek bu mesafe biriminin büyüklüğü tasavvur edilebilir. Dünyaya en yakın yıldız olan “Alpha Centauri” 4,4 ışık yılı mesafededir. Güneşin dünyaya uzaklığı ise, sadece 8 ışık dakikasıdır. Arza nisbeten en yakın yıldızlardan biri olan “Sirius” yıldızı, 8 ışık yılı uzaklıktadır. Işık yılını daha iyi anlaşılır şekilde izah etmek gerekirse, Sirius yıldızında bu gece büyük bir patlama ile ışığında her zamankinden çok fazla bir artış olsa, biz bunu ancak 8 yıl sonra bu geceki patlamada neşrolan ışıkları bize ulaştığında görebiliriz. Bu ışık yılı mesafe birimini “Samanyolu”nu ifade için kullanırsak; “Samanyolu” dediğimiz galaksimiz, çapı 100.000 ışık yılı, kalınlığı 10.000 ışık yılı olan disk görünüşündeki çok büyük bir hacimde, her biri birer güneş olan yüz milyar yıldızın tevzi olması ile husule gelmiştir. Bizim güneşimiz ve gezegenler sistemi, bu galaksinin merkezinden 30.000 ışık yılı mesafede yer almıştır.
Uzun yıllar boyunca astronomlar, birçok yıldızı içine alan bu “Samanyolu” adı verilmiş galaksinin kainatın bütününü teşkil ettiği ve bu galaksinin haricinde başka hiçbir yıldız bulunmadığını zannetmişlerdi. Daha sonraları artan görüş imkânları ile, kâinatın içinde bulunduğumuz galaksideki yıldızlardan ibaret olmadığı, daha başka galaksilerin hatta “Galaksi kümeleri” manasında “Klaster”(Cluster)lerin de bulunduğu anlaşılmıştır.
Galaksiler, umumiyetle birbirlerine nispeten yakın mesafede olanların teşkil ettikleri “galaksi çiftleri” halinde bulunurlar. Meselâ bizim içinde bulunduğumuz “Samanyolu” galaksisine en yakın mesafedeki diğer galaksi “Andromeda” adı verilmiş olandır ki, bize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır…
Galaksi kümeleri olan Klaster’lerden, binden fazla galaksi ihtiva edenleri vardır. Bu klasterlerin bir uçtan diğer uca büyüklükleri, bir milyon ışık yılı ile on milyon ışık yılı arasında değişebilmektedir. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu “Samanyolu” galaksisi, 20 tane galaksi ihtiva eden bir klaster’e dahildir. Bu klaster’in çapı 3 milyon ışık yılıdır. Bu klaster’lerin de fezada rastgele dağılmadıkları ve 100 milyon ışık yılı çapında bir hacme yüz tane kadar klaster’in muntazam bir şekilde tevzi edildiği anlaşılmaktadır. Kâinatta üçyüz milyardan fazla galaksinin bulunabileceği ve bir galaksinin de yüz milyardan fazla yıldız ihtiva edebileceği, fennin bu güne kadar elde ettiği bilgilerle söylenebilmektedir.
İnsan, maddî bir varlık olarak düşünülünce, kâinatın büyüklüğü yanında ne kadar küçük bir cisme sahiptir. Mânevî varlığı; akıl, his, tahayyül gibi çeşitli kabiliyetleri ile göz önüne alındığında, kâinat yanında insanın ehemmiyetinin büyüklüğü anlaşılabilmektedir.
İnsan, kendi ağırlığı ve hacmine kıyas etmek icabetse, yan yana konulması gereken rakamlara sayfa ebadının dar geleceği yıldızları, galaksileri, klasterleri boyutlandırıyor, kendine olan mesafelerini muhtelif birim sistemleriyle ifade edebiliyor, bazı özelliklerini tesbit edebiliyor. İnsanın aklını kullanarak yapabildiği bütün bu kabil işlerin hepsinden de önemli olan aklî faaliyeti ise, bu mevcudatın tesadüflerin eseri ve oyuncağı olamayacağını idrak edebilmesi; mevcudatı Hâlıkına nisbet edebilmesi, Allah’ın eseri gözüyle mevcudata bakabilmesi, kâinat sahifelerinde bu kâinatın Sanatkârının isim ve sıfatlarının tecellilerini okuyabilmesidir.
Allah’ın varlığının, birliğinin ve kudretinin çok açık delillerini ihtiva eden kâinatın, halen fenlerle bilinen büyüklüğü dahi insanın tasavvur ve tahayyül sınırlarının zorlandığını hissedebileceği bir mertebededir. Kâinatın bu büyüklüğü, Sahibinin, Sanatkârının büyüklüğüne delalet eder. Kâinatın büyüklüğünü Sahibine izafe etmesiyle insan, kullara kul olmak veya geçici küçük menfaatlere köle olmak yerine, bu büyük kâinat mülkünün büyük sahibine kul olmanın büyük şerefiyle şereflenir; hakikî huzuru, emniyeti, saadeti bulur.
Allah’ın insanlara hitabı olan Kur’an-ı Kerim’de, muhtelif âyetlerle insanları göklerdeki delillerin üzerinde düşünmeğe davet etmesi, insanlara verdiği akıl nimetinin bu mevzuda sâlim bir şekilde düşünebilmek kabiliyetinde olduğunun en kesin ve sağlam teminatıdır. Bu delillerin üzerinde düşünen akıl için iki yol vardır: “Ya bu delillerin Allah’ın varlığına, birliğine, kudret ve azametine delalet ettiğini idrâk ve kabul etmek veya bunu yapmadığı takdirde de, akıl olarak insan bedenindeki vazifesinden istifa edip gitmek!.”
İnsanların ekseriyeti, çeşitli vasıtalarla akıllarının bu mesele üzerinde lâyıkı ile düşünebilmesini önlemekle, üçüncü bir yol tutmuş gibi görünüyorlar.
Fenlerin şimdiye kadarki gelişme seviyesiyle “bilinen” kâinatın büyüklüğü hakkında verilen malumat, şöyle bir misal üzerinde özet olarak tekrar edilebilir:
Süleymaniye Camii gibi büyük bir camiyi göz önüne alalım ve buna “kâinat” diyelim. Süleymaniye Camiinin içinde, aralarındaki mesafeler bir santim olacak tarzda yüz milyar toz zerresini dağıtalım. Bu misâlle gökler kıyaslanırsa; Süleymaniye Camiinin büyüklüğüne nisbeten içindeki bir toz zerresinin küçüklüğü, bilinen kâinata nisbeten bir galaksinin küçüklüğü nispetindedir. Bu toz zerrelerinin her biri, ortalama yüz milyar yıldız ihtiva eden galaksileri temsil etmektedirler.
Bu toz zerrelerinden birini daha iyi görebilmek için, Asya Kıtası kadar büyüttüğümüzü farzedelim ve ona bizim galaksimiz olan “Samanyolu” diyelim. Bu Asya Kıtası üzerine bir madenî para koyalım. Asya Kıtası üzerinde bir madenî paranın işgal edeceği yer, Samanyolu galaksisinde bizim güneş sistemimizin -yani güneş ve onun gezegenleri: Merkür, Venüs, Arz, Mars, Jüpiter, Saturn, Uranus, Neptün ve Pluto’nun- işgal edebileceği yer kadardır.
Bu misalden de anlaşılacağı gibi, üzerinde bulunduğumuz arz, hatta bütün güneş sistemimiz, kâinatın büyüklüğüne, hattâ sadece kendi galaksimizin büyüklüğüne nispeten bile, çok küçük bir maddî varlık teşkil etmektedir. Diğer bir deyişle, bugünkü fen ilimlerinin seviyesiyle “bilinen kâinat” çok büyüktür. “Bilinen kâinat”ın dışında, kâinatın ne kadar büyük olduğu hususunda ise, bir tahmin yapılamamaktadır.
İşte kâinat böyle bir “Mescid-i Kebîr” dir.
«Kâinat Mescid-i Kebîrinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur. Ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur…» (Risale-i Nur Külliyâtı, SÖZLER)
Kur’an-ı Kerim’de, Âl-i İmrân Suresi 189-191. âyetlerde mealen şöyle buyruluyor:
“Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri) Allah’ındır. Allah her şeye hakkiyle kadirdir.
Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, sağ duyulu akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren deliller vardır.
Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında Allah’ın varlığını isbat için iyice düşünürler (ve derler): ‘Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna birşey yaratmaktan) Sen münezzehsin. Bizi Cehennem ateşinden koru.”
Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Sende yorum yazabilirsin