Mehmet Akif Ersoy Üzerine Bir Değerlendirme

İstiklal Marşı

Korkma ! Sönmez bu  şafaklarda  yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun  üstünde  tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır  parlayacak
O benimdir  o benim  milletimindir   ancak!

mehmet akif ersoy türk bayrağıÇatma  kurban olayım  çehreni ey nazlı hilal;
Kahraman  ırkıma  bir gül… ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz  dökülen  kanlarımız  sonra helal
Hakkıdır , hakka tapan milletimin istiklal

Ben  ezelden beridir hür yaşadım , hür yaşarım
Hangi çılgın bana  zincir  vuracakmış?  Şaşarım!
Kükremiş  sel gibiyim bendimi çiğner  aşarım.
Yırtarım dağları   enginlere  sığmaz   taşarım

Garbın afakını sarmışsa   çelik  zırhlı  duvar
Benim iman dolu  göğsüm gibi  serhaddim var,
Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet “ dediğin  tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş  yurduma  alçakları  uğratma sakın;
Siper et gövdeni  dursun  bu hayâsızca akın
Doğacaktır sana  vadettiği günler  Hakk’ın Kim bilir   belki  yarın  belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri   toprak diyerek geçme tanı
Düşün altındaki  binlerce kefensiz yatanı
Sen şehit oğlusun  incitme yazıktır  atanı ,
Verme  dünyaları  alsan  da bu cennet vatanı

Kim bu  cennet  vatanın  uğruna olmaz ki  fedâ?
Şühedâ  fışkıracak  toprağı  sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı  alsın da Huda
Etmesin   tek vatanımdan beni dünyada cüda

Ruhumun  senden  İlahi  şudur ancak emeli :
Değmesin  ma’bedimin  göğsüne namahrem eli!
Bu ezanlar ki  şahadetleri  dinin  temeli
Ebedi  yurdumun   üstünde  benim inlemeli

O zaman  vecd  ile bin  secde  eder  varsa taşım
Her  cerihamdan, ilahi  boşanıp  kanlı yaşım
Fışkırır  ruh-ı mücerret gibi  yerden na’şım
O zaman   yükselerek  arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de   şafaklar gibi   ey şanlı  hilal!
Olsun artık   dökülen  kanlarımın hepsi helal
Ebediyen  sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır   hakka tapan  milletimin istiklal.
Mehmet Akif Ersoy

Bir millet ancak istiklalini kazandığında İstiklal marşı yazabilir,

İstiklal ve hürriyet mücadeleleri korkulu günlerdir, insanlar hürriyetlerini kazanıp kazanamayacaklarını düşünerek endişeli ve kaoslu günler geçirirler. Akif artık korkunun bittiğini, milletin istiklalini kazandığını, bu milletin her zaman sancağını şafaklarda yüzdürecek güçte olduğunu ifade eder. Sancağın hava denizinde yüzüşünü, sönmez fiili ile anlatması, sancak yüzdüğünde gönüllere istiklalin emniyetini verir, tıpkı güneşin insanlara yaşama emniyetini verdiği gibi. Bu yüzden sönmez fiili ile ifade etmiştir.

   Milletin Yıldızı Bağımsızdır

Her insanın  gökyüzünde bir yıldızı olduğu  yolunda mitolojik bir kanaat vardır. İnsanın yıldızının sönmesi onun yere düşmesi veya ışığını kaybetmesi  olarak yorumlanır. İnsanların yıldızı mitolojik bir kanaatse, milletlerin de yıldızı vardır. Gökyüzünde yüzen sancak bir milletin yıldızıdır, o yüzdükçe millet gücünü koruyacaktır, tıpkı yıldızı sönmeyen insan gibi. Ama  milletin yıldızı bağımsızdır, sadece o millete aittir. Bir mısrada üç defa mülkiyet ifade eden, aidiyet ve hasr ifade eden cümlenin kullanılması , mülkiyetin aidiyetini güçlendirmek içindir.” O benimdir , o benim, milletimindir ancak “ Aidiyeti güçlendirmek için kurulmuş güçlü bir   cümledir, tekiddir, takviyedir, kuvvetlendirmektir.

Akif hilale ona kaşlarını çatarak bakmaması  lazım geldiğini söyler.

Kahraman ırk, tarihi zaferlerle, onur mücadeleleri ile dolu  olan ırktır, onlara şiddet ve  celal ile bakmaması gerektiğini söyler. Savaş yıllarında kötü günler geçirmiş olan hilale, artık hürriyeti temsil edecek bir noktaya geldiği için üzülmemesi, yoksa onu yükseltmek için dökülen kanların helal olmayacağını söyler. Neden hilalin kaşlarını çattığı konusu biraz da kapalıdır. Hakka taptığı sürece insanların istiklaline sahip olacağını belirtir. Burada tapmakla, istiklal arasında bir bağlantı kurar, gerçek hürriyet Allah’ın dışında bütün tapınılan nesnelerden, öğelerden uzak durmaktır. İnsan  O’nun dışında bütün öğelerden kaçarsa ona hürriyeti verilir, demek istiklal tapınma ile doğru orantılıdır.

Sapık, yoldan çıkmış milletler bir süre sonra istiklallerini de yitirirler, buna tarih yüzlerce örnekle şahittir. Yıldırım’ın ahlaken bir dönem bozulması, içki iptilası, imparatorluğu Timur ile karşı karşıya getirmiştir. Mütareke yıllarında İstanbul’daki ahlak bozukluğunu,Yakup Kadri Sodom ve Gomore’de anlatır.  Gerileme dönemlerinde umumi ahlak Osmanlıda son derece bozulmuştur, Celali isyanları  ahlakı ve değerleri sarsılan toplumda ortaya çıkmıştır.

Ezel zamanın maziye doğru sonsuzluğunu temsil eder.

Ezelden beridir derken, hiçbir zaman hürriyetini kaybetmemiş, öteden beri demektir. Öte de sonu olmayan mazidir. Yaşadım maziye,  yaşarım ise bitmeyen şimdiki zaman olarak alınmıştır. Yani başı ve sonu olmayan bir zaman birimi içinde hür yaşarım  demek istiyor. Benin hürriyetimi zaman içinde kimse sınırlayamaz ve sınırlanamaz demektedir şair.

Çılgınlık  düzensiz, nizamsız  bir durumdur. Benim gibi ezelden beri hür yaşamış bir milletin hürriyetini kimse sınırlayamaz. Çılgın  derken hürriyetimize uzanmış ellerin sahibi olan  milletlerin ruh durumu ifade edilmiştir, bizim istiklalimizi bozmak isteyenlerin hepsi çılgındır ve başarılı olamamışlardır.

Milletin karakteri kükremiş bir sele benzetilmektedir.

Bu mizaçta olan bir tabiata zincir vurulamaz, kimse onu bir bendin içine sıkıştıramaz, hürriyetini sınırlayamaz. Suların hürriyetini barajlar ve bentler sınırlar, ama kükremiş sel gibi bir karaktere sahip olan  milletleri kimse sınırlayamaz, hürriyetini tahdit edemez. Dağ  ve engin yüce kozmik durumlardır. Ve insan onların karşısında hayret eder, onları denetleyemez. Estetikte kuşatılan güzellikler insanın kavrayıcı idrak alanının  içine  girer, gül, lale, papatya, otomobil, elbise gibi güzellikler kuşatılan güzelliklerdir. Ama dağlar ve enginler insanın kuşatamadığı büyük güzelliklerdir, bu yüzden onlar karşısında insan hayret eder, hayret ruh ve  ruha bağlı melekelerin üzerine çıkamadığı, kapsayamadığı durumlardır, görüntülerdir. Bu yüzden güller bize sığınır biz ise dağlara.

Milletin karakterini dağlar ve enginler bile sınırlayamazsa bu milletin büyüklüğünü ifade için  seçilmiş ironisi kuvvetli iki kelimedir. Bu millet mizacındaki bu büyüklüğü koruduğu sürece coğrafyaya sığmamış ve dünyanın en büyük coğrafyasını elinde tutmuştur, coğrafyayı kapsama bu karakteristik  özellik yüzündendir, ne zaman köksüz batılılaşma, yozlaşma, dejenerasyon, değerlerden uzaklaşma, tembellik, çekişme, kavga, unsurların birbirini itmesi, unsurların ve ırkların birbirini aşağılaması, uzlaşmanın yerine bencillik ve düşmanlığın alması, sevginin yerini menfaatin alması, duyguların bozulması, hedefsizlik, kendinden başkasına yaranmama, dedikodu ve daha birçok sosyal ve psikolojik olumsuzluklar milleti istila etmişse coğrafya da geriye doğru saymış,   milletin ufku ile beraber coğrafyası da küçülmüştür.

Batıya Karşı İman Silahı

18 inci yüzyıldan itibaren Batı fenni ve daha birçok alanlardaki gelişmelerle büyümüş, insanlar demirden üretilmiş ölüm kusan  makinalara ve günlük hayatı kolaylaştıran nesnelere sahip olmuşlar, Doğu milletleri bu çelikten üretilmiş nesnelerle  manen esir alınmıştır. Avrupa Osmanlının son dönemlerinde gelişmiş silah sanayisi ve denizcilik gücü ile imparatorluk coğrafyasındaki birçok ülkeyi kuşatmış, hürriyetlerini kısıtlamıştır. Arap dünyası, Türk dünyası  ve Osmanlı  1800’ lerden itibaren istila edilmiş, bu milletlerin sömürgeden hürriyete geçişi yüz yılı aşmıştır, aştıktan sonra da tekniğin esareti devam etmiştir ve etmektedir.

Akif bu tekniğin, makinenin hâkimiyetine güvenen  Batı ya karşı silahın i m a n olduğunu belirtir. Çanakkale’de, Anafartalar’da, Batı Anadolu’nun müdafaasında Batının teknik gücü, Batılıları silahların ve tankların, gemilerin arkasında partiler düzenleyecek kadar emniyete itmiştir, ama ayağında çarığı, üstünde elbisesi, ağzında azığı olmayan millet imanının verdiği güçle o teknik güçleri darmadağın etmiştir.

Yunanlılar  Batı Anadolu’da koruma hatlarının dağılmasını hayretle seyretmiş ve şaşırmışlardır.

Çanakkale’deki korkunç dev gemiler, başarıyı beklerken geldikler gibi bile  gidememişlerdir. İman dolu  göğüs yegâne koruma hattıdır ve başarılı olmuştur.

Ulu Bir Milletsin Kendine Güven

Akif ulusun kelimesini çok anlamlı olarak kullanır,

sen ulu bir milletsin kendine güven,

kırk milleti ve etnik yapıyı bir arada yüzyıllarca idare edecek kadar ulusun,

insanlık tarihinin yapraklarını değiştirecek kadar ulusun,

cihana insanlığı , hoş görüyü, asaleti, başkalarının hukukuna riayeti,

başka milletlere sevgiyi öğreten ,

hakka düşman güçlere haddini bildiren,

mazlumlara sığınak olan,

zulme uğramış milletlere  sinesini açan,

cömert ulu bir milletsin.

Bu  kadar büyüklük senin korkmamanı gerektirir, bu kadar büyük olan milletler kötü günler geçirir ama kaybetmez.

Medeniyet, İnsanların İnsana Yakışan Araçlarla Donatılmasıdır

Burada Akif o günkü Batı dünyasını uluyan bir canavara  benzetir, köpek uluyan bir canlıdır. Ama ulumak başarı değildir, muvakkat bir korkudur. O ulusun sen korkma der.Senin ulu özelliğini taşımayan  milletler bırak ulusunlar, bir şey  yapamazlar. Medeniyet bir kavramdır, insanların her türlü insani özellikleri taşıması ve insana yakışan araçlarla donatılmasıdır.

Batı medeniyetinin bir yönü sadece güce dayanan bir medeniyet kurmasıdır, gücü uygularken bütün insani değerleri bir yana atmıştır. Batı dünyasının medeniyet anlayışı her türlü zulmü ve adaletsizliği kendisi ile beraber getirmiştir. Fransız, Rus, Alman ve İngiliz edebiyat metinleri hep teorik bir ütopik insan sevgisi aşılarlar, ama onlar son iki yüz yıldır bütün mazlum milletleri her türlü aşağılık metotlarla istila etmiş her türlü değeri çiğnemişlerdir.

 Akif genel anlamda medeniyeti  değil 

Batının medeniyet anlayışını eleştirir, bu medeniyetin de kıymeti anlaşılmış, tek dişi kalmış köhnemiş bir  canavara dönüşmüştür. Tek dişi kalmış bir canavar sadece görüntüsü ile zarar verebilir, tek dişi ile kimseye bir zararı dokunmaz. Tek dişi kalmış  canavar artık üretme hassasını kaybetmiş demektir, çünkü dişinin üretmesi için bir erkeğin varlığı gereklidir, tek dişi o ise artık üreme özelliği yok demektir. Batı medeniyetinin sonu geldi demektir, artık mana üretecek devri kapanmıştır  demektir.

Maddi ve Manevi Dengedeki Medeniyet

Batı değerler üzerine değil, teknik üzerine bir medeniyet kurmuştur, bu da medeniyetin tarifi  değildir, medeniyet maddi manevi medeniyet unsurlarının dengesindedir. Batının bu dengeyi sağlamayan medeniyeti böyle bir imanı boğamaz.

Akif burada hangi imanı kastetmektedir?

İmanda ne vardır ki bu kadar güçlü bir küresel güç karşısında galip gelir?

Atatürk, Çanakkale  savaşları sırasında savaşı yönettiği bir tepeden savunmadaki iki askeri seyreder.

Askerlerden biri silahla savunmakta ve ateş etmektedir, o kadar zor bir noktadır ki askerlerin bir süre sonra öleceği şehit olacağı kesindir, bunu kendileri de bilmektedirler, sahneyi seyreden de.

Askerin öbürü ise Kur’an okumaktadır.

Askerlerin biri şehit olur, diğeri silahı alır savunmaya başlar.

Atatürk  “ Bu kadar ölüme  karşı kayıtsız ve şehitliğe susamış bir milletle her şey başarılır ” der.

        Böyle İman Sıradan Bir İman Değil

Allah’a bu itikatla bağlı,

ebedi hayata  asıl hayat gözü ile bakan,

kendinden sonra evlatlarının hür bir dünyada yaşaması için hayatını hor gören  ruhtur savaşı kazanan ve

Batı’nın tekniği karşısında susmayan.

Akif ‘in kastettiği bu imandır, yoksa ölümü boşuna bir ölüm  görüp, yaşamak için her türlü kötülüğü caiz gören bir inanç değil.

Kendinden başkasının hayatı ile  ilgili olmayan, ötekine hayat hakkı tanımayan bir inanç değil. Akif cümlede “ böyle bir iman “ der. Böyle ideal noktadır. Böyle adam, böyle yemek, böyle iş cümlelerinde olduğu gibi. Böyle olan iman sıradan bir iman değildir. Akif bunu özellikle vurgular.

Hayvanlar yuvalarına yabancı bir hayvanın girmesine izin vermezler.

Tavuk yavrusunu ve yuvasını korumak için  köpeğe ve aslana saldırır. Tehlike karşısında keçi fil olur. Karınca yuvasına giren bir başka karıncayı kokusundan tanır ve öldürür. Yuvayı savunmak bütün canlılarda   en mukaddes görevdir. Canlıların en üstünü ve güzel surette yaratılmış olan insan da vatanını korumak zorundadır. Yurduna alçakları uğratmamalıdır. Gerekirse vücudunu siper etmelidir. Siper vücuttur yoksa siperler değil, vücut olmazsa siperin varlığı bir şey ifade etmez.

Hayatsızca akın  Batı’nın akınıdır.

Batı sadece savaş meydanlarında değil, medeniyet anlayışı ile, ruhları çözen zevki itiyatları ile bir  ülkeyi işgal edebilir.

Kültürel işgal silahlı işgalden daha dejenere edici ve tahrip edicidir.

Batı kültürünün insan hayatına, sosyal yapıya, bilime, ahlaka hizmet eden tarafları zararsızdır, ama insanları hayvanlardan daha aşağı düşüren bohem yaşayışı milletlerin seciyesini öldürür.

Bu kültürel işgal birçok edibimizi ismi bizden olan dejenere canlılara çevirmiştir.

Yüz yılı aşkın  Batı tesirindeki edebiyatımız birçok metni kültürel işgali anlatır. Sodom ve Gomore de hem askeri hem de kültürel işgalin tipleri anlatılır.

Bir Sürgün  romanı yine kültürel işgalin heba ettiği bir genci anlatır.

Abdullah Cevdet, bir Fransız gibi imza atar  Djevdet diye.

Daha nice böyle garabetler  ortaya çıkmıştır, kültürel işgal yüzünden.

Akif sadece savaşmayı kastetmez, bütün işgal tarzlarına karşı durmayı anlatır. Şayet bu mentalitede bir zihniyetle kötülükler karşısında durursan Hakk’ın sana vadettiği    günler doğacaktır, belki yarın belki yarından da  yakın. Buradaki belki muhakkak anlamındadır. Belki nin  tereddüt  ifade eden anlamı, günlük hayattaki  anlamıdır.

Akif herkesi kendi gibi düşünür ve herkese arkadaş  diye  hitap eder.

O arkadaşa sorumluluk, sorumlu yaşama öğretir. Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, çok ileri boyutta bir sorumlu yaşamaktır.

Eğer bu  ülkede birtakım insanlar bastığı yerin altında binlerce kefensiz yatanın varlığını düşünse, ne kadar harika insanlar ortaya çıkmış olur.

Anadolu  toprağı  kadar şehitlerin yattığı bir toprak daha  yoktur dünyada, bu topraklar bin yıl savunulmuş topraklardır. Her metre karesine kilolarca kan düşmektedir bu toprağın. Bu kanlar kim için akmıştır, şu an yaşayanlar için, hürriyetimizin bedeli toprağın altındaki kanlar ve kemikler  olarak ödenmiştir.

Şehit Olmuş Ecdadını İncitme

Biz ise onların üstünde birbirimizi  basit, dar düşünceler, dar görüşler ile tahrip edersek bu sorumluluk değildir. Bu şekilde sorumsuz yaşayan insan şehit olmuş atasını incitmiş olur, kabrin arkasındaki  atası onu manen der ki,

“ Biz bu topraklar için ailemizi, menfaatlerimizi, gençliğimizi heba ettik, siz ise birbirinizi yiyorsunuz, uyanın çocuklar, siz kavga ederken bir gün altınızdan vatanınız kayıp gidebilir, Allah korusun”

Verme dünyaları alsan da bu Cennet vatanı “der.

Vatan Cennetten de üstündür. Vatan olmazsa Cennet’i  kimse kazanamaz,

Cennet de vatan sayesinde kazanılır.

Vatan olmazsa, ibadet hürriyeti olmaz,

namus hürriyeti olmaz,

mülkiyet olmaz, iffet olmaz. Hiçbir şey olmaz.

O zaman vatan sayesinde Cennet olur. Meleklerin vatan savunma görevi yoktur, çünkü zıtları yoktur. Cennet ancak vatan sayesinde kazanılır. Savaş meydanı yoksa şehadet de yoktur.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda, cümlesinden çıkan anlam, herkes bu vatan için kendini feda eder.

Feda etmeyen bir ruh bu topraklarda yoktur.

Akif bu topraklarda ne kadar şehidin yattığını bilir, bu yüzden böyle bir mukaddes toprak için ölmeyecek adam bu topraklarda yoktur demek ister.

Böyle mukaddes bir toprağın üstünde, o kemiklerden türemiş bir olumsuz ruh yoktur.

Bir şey kaybedilmedikçe değeri anlaşılmaz, hastalık gelince sağlığın değeri anlaşılır, ölüm gelebilecekse hayatın değeri düşünülür. Sıcak gidince değeri anlaşılır. Biri birisiz olmayan çok şey vardır. Bugün bizim için vatan alışılmış ve ülfet edilmiş bir değerdir, ama Akif gibi işgal edilmiş bir ülkede yaşamış  insan bilir ancak vatanın değerini.

Bu yüzden buradaki hassasiyeti bizim anlamamız zordur. Bu yüzden şair canı, cananı, bütün sevdikleri, bütün varlığına bedel görür vatanını.

Ve dua eder, neyim varsa al Allahım yeter ki beni vatanımdan ayırma.

Bundan sonra dua devam eder.

Ruhumun  senden  İlahi  şudur ancak emeli :
Değmesin  ma’bedimin  göğsüne namahrem eli!
Bu ezanlar ki  şahadetleri  dinin  temeli
Ebedi  yurdumun   üstünde  benim inlemeli

O zaman  vecd  ile bin  secde  eder  varsa taşım
Her  cerihamdan  , ilahi  boşanıp  kanlı yaşım
Fışkırır  ruh-ı mücerret gibi  yerden na’şım
O zaman   yükselerek  arşa değer belki başım!

Fikret’in Ferda şiiri ile bu  şiirde imaj benzerlikleri vardır.

Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi  ile diğer vatani manzumeleri arasında da bu şiirde  benzerlikler vardır.

Fikret ‘de vatanı mukaddes olarak görür, ona uzanan elleri suçlar. Gençleri o da Akif  gibi sorumluluğa, çalışmaya davet eder.

Akif Allah’tan, ilahından iki şey, vatanını ve dinini korumasını ister.

Ezanlar dinin hürriyetidir, vatan da her şeyin. Vatanı ve dini korumada olan bir millet ebedi yıkılmaz. Bu medeniyet tarihinin bir değişmez prensibidir.

Romüs ve Romülüs bile uydurma bir din icad edip, uydurma bir tanrı olan Zeüs’ü bir dağa oturtmuşlar ve yardımcı  tanrılar üretmişlerdir. Bu sahte tanrılar Roma’nın Hristiyanlığı kabulüne kadar ihtiyaçlara sözde cevap vermiştir.

Ezanların ebedi inlemesini yurdunun üstünde  Akif ilahından ister.

Akif bunların sürekliliği olursa Rabbine karşı ihatası, anlaşılması zor bir imaj  ile  cevap verir. Şevkinden ve neşesinden cesedi   yerden mücerret bir ruh gibi  fışkırır yükselerek başı arşa değer, mezarının başındaki taş da eğer varsa  secde eder, vücudundaki her cerihadan kanlı yaş  memnuniyet için fışkırır. Bütün şiirdeki imajlar orijinal ve harika imajlardır,  bir sanatçının, sıradan bir sanatçının tasarlaması güç olan imajlardır.

İstiklal marşı edebi bir metindir, güzellikleri edebi yaklaşımla ortaya konmuştur, başka türlü yaklaşımlar  o metne zarar verir. İstiklal marşı bir Amerikalı veya başka bir millet  için de orijinal imajlar ve şiirsel tasarımlar taşır.

Dalgalan sen de   şafaklar gibi   ey şanlı  hilal!
Olsun artık   dökülen  kanlarımın hepsi helal
Ebediyen  sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır  , hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır   hakka tapan  milletimin istiklal.

Akif’in hilal ile olan dargınlığı sona  ermiştir, Akif ona dökülen kanları helal etmiştir. Irkına ebedi çöküş yoktur. Hür yaşamış bayrağın hakkıdır hürriyet,  Hakka Allah’a taptığı sürece milletin istiklal hakkıdır.

Mehmet Akif Ersoy 1873-1936.

Mehmet Akif, ana tarafından Buhara’lı bir aileye mensuptur. Şeceresini bir buçuk iki asır önce Buhara’dan Anadolu’ya göç eden Hekim Hacı Baba’ya kadar götürebiliyoruz. Dedesi Arnavutluk’ta bulunan İpek kasabasına bağlı  Suşisa köyünde Nurettin Ağa’dır.  İpek’de doğan ve titizliğinden dolayı Temiz Tahir Efendi diye anılan Akif’in babası  burada pek az  tahsilden sonra  İstanbul’a geldi. Nakşi şeyhlerinden Feyzullah Efendi’nin müridi olan Tahir  Efendi , oğluna Ragif adını vermişti, bu isim yerini Akif’e bıraktı. Balkan Harbinde olanlar Akif’i üzer ki şöyle der:
Üç beyinsiz kafanın  derdine üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor ? Kalk baba kabrinden kalk
Diriler koşmadı imdadına sen bari yetiş..
Arnavutluk yanıyor, hem bu sefer pek müthiş..

İki yıl mahalle mektebinde okudu. Fatih’de Emir Buhari’de, ilk mektebe burayı  bitirince de Fatih Merkez  Rüştiye’sine geçti. Sonra Mülkiye İdasisinde okudu. Babası  vefat  etti, Sarıgüzel’deki evleri yandı. Halkalı  Mülkiye Baytar mektebine  geçti. Bu okulu birincilikle bitirdi.

Akif’e Arapçayı öğreten, fırsat düştükçe camie götürürken yolda lügatler ezberleten,

Akaid dersleri veren hep babasıdır. Babası  için “ Benim hem babam, hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim”

Babasının Fatih Camii günlerini şiirinde anlatır.

Sekiz yaşında kadardım , babam gelir  “ bu gece
Sizinle camie gitsek çocuklar erkence
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun:
Meramınız yaramazlıksa işte ev oturun
Deyip alırdı benimle beraber kardeşimi
Girince camie haliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi ben artık kalınca azade
Ne aşıkane koşardım hasırlar üstünde !

Akif Mülkiye’de iken hocası  da olan gördüğü öğrenim ve dini hassasiyetinden dolayı  Muallim Naci tesirine yöneldi. Akif, İstanbul Üniversite’sindeki ilk dersinde talebeye Muallim Naci’nin Tevhid’ini  yazıp dersin sonuna kadar bunun izahıyla uğraşması ona bağlılığını gösterir.

Akif bir arkadaşının teşviki ile baytar mektebine giderken Fransızca öğrenmeye başlar.

Mithat Cemal ile de Fransızca çalışmıştır. Hugo’nun Sefiller’in deki   papası da çok sever. Okudukları başka eserler Hernani, Jack, Tais, Graziella ve Confession’dur.

Baytar mektebini bitirdikten sonra müfettiş muavini  olur. 1894’de Tophane-i Amire veznedarı Emin Bey’in kızı  İsmet Hanım ile evlenir Neşredilen ilk şiiri Kur’an’a Hitap isimlidir.

Halil  Edib’in müdürü bulunduğu Resimli Gazete’de yazmağa başlar. Burada yayınlanan şiirleri kıta, gazel, mesnevi, münacatlardan ibaret olan şiirlerden oluşur.

Şirazlı Hafız’ a ilgi duyar, Ankara’da iken bazı meraklılarına onun divanını okutur.

Onun tesiri hayatının sonuna kadar devam etmiştir. Şirazlı Sadi de onun hayran olduklarındandır. Onun hepsinden hisse alınan beşeri  zaafları açığa vuran hikayelerini sever. Kendi de buna benzer  manzum hikayeler yazmıştır. Sadi’nin tesirini anlatır” Acemlerden  Sadi’yi pek çok okudum. Öyle zannederim, en çok tesiri altında kaldığım edib Sadi olacaktır. “Akif ‘in bir iki şiirinde de A Hamit tesiri vardır. Hamit hakkındaki düşünceleri onu iyi tanıdığını gösterir. “ Hamid ya gökte uçar, ya  kar-ı arzda dolaşır, bizim  gibi yer yüzünde yürümez ”

Yine Hamit için  “ Türk şiirini derinleştirmiştir” der.

İlk Eseri Safahat(1908-1911)

Akif, Sırat-ı Müstakim’de çıkan şiirlerini -dördü dışında- 1911’de Safahat adiyle  topluca neşretti. Bunların çoğu  muhavereli, karşılıklı konuşmalı ve hikâye tarzında  tertip edilmiştir. Bu hikâyeler içtimai, tarihi, konusunu kendi hayatından aldıkları olmak üzere üç kısımda toplanabilir.

O dönemde realist hikâyeler yaygındı. Mehmet Akif’in Küfe isimli hikâyesinde olay Fatih semtinde geçer. Kahramanı ölen babasından kalan küfe ile  hamallık ederek anacığını  geçindiren küçük Hasan’dır. Şair hikâyesine  bu  semti tasvir ile başlar. Babasından kalan küfeyle anasını, kardeşini beslemeğe mecbur ulan Hasan’ın hiddeti, biraz da okula devam edemeyeceği içindir, bu yüzden annesi ile tartışır.

Meyhane ile Mahalle kahvesi tertip ve konu bakımından birbirine çok yakındır.

Her iki şiirin baş kısmında, şair birer tembel ve işsiz yatağı  olan bu yerlerin fena cihetlerini ortaya koyar, bu fikirlerini kuvvetlendirmek için bir meyhaneyi ele alıp  orada geçen bayağı konuşmaları, ortaya koyduğu bir vaka ile bir aile faciasını anlatır.

Mehmet Akif’in meyhane ve kahveleri  maddi manevi bütün kirliliğiyle  açığa vurduğu bu natüralist manzum hikâyelerinde konuşmalar  çok canlı ve doğaldır.

Bu üç şiir onun eleştirmenlerce de, kendi kanaatince de en güzel şiirlerindendir.

Fatih Cami’i hikâyesi onun hayatından alınmış bir hikâyedir.

Hasta onun öğretmenlik hayatından ilham alınarak yazılmıştır. Hayatından alınan bir hikâye de Dülger Hasan Dede’dir. Diğer adı Seyfi Baba’dır. Seyfi Baba onun baba dostudur, bir gün hastalanmıştır, onu ziyarete gider. Akif büyük bir fikir adamı, dava  adamı, karakterdir ama o fildişi kulede toplumdan soyutlamaz kendini, sıradan insanlarla da arkadaşlık eder.

Köse İmam da tertibi ile Seyfi Baba’ya benzer.

Akif onu da ziyarete  gider, o  yaşlı ve hastaları ziyarete gitmeyi bir vecibe olarak görür. Onların duası makbul olduğunu bilir gider ihtiyaçlarını giderir. Akif tek kelime ile bir büyük insandır.

Koca Karı İle Ömer hikâyesi İslam tarihinden alınmıştır. Bir halifenin bile kimsesizlerle nasıl meşgul  olduğunu anlatan ibretli, insanın kalbini rikkate getiren bir hikâyedir.

Safahat’ı iyi karşılayanlardan biri Hamdullah Suphi’dir. O eseri realist, samimi ve sade bulur.

Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem de Akif’in şiirlerinin şiirimizin kafiye sistemini zenginleştirdiğini söyler. Bu şiirler tasvir ve hikâyecilik bakımından da kuvvetlidir.

II Safahat Süleymaniye Kürsüsünde

İsminden de anlaşılacağı gibi  halka  yön göstermek için verilen  konuşma, va’z tarzında düzenlenmiştir. Hakiki hayatı  siyasi maceralarla geçen  Abdurreşit İbrahim Efendi, bu manzum eserin kahramanı olarak yaşatılmaktadır.

Eserin başlangıcında Akif’i Köprü üzerinde buluruz,

O Haliç’in yosunlu sularının, karşı sahildeki harap evlerin  verdiği hüznü, Yeni   Cami’i görünce, bu eserin uyandırdığı hayranlık içinde unutur. Cami’e geldiğinde vaiz kürsüdedir, halka kendi hayatını gayelerini anlatıyor ki bu Abdurreşit İbrahim Efendi’nin bahsettiğimiz hayatıdır.

Vaiz’e göre bir millet en çok basın yoluyla uyandırılabilir. Zenginlerin yardımı ile istidatlı gençlerin  Avrupa’ya yollanması  pek yerinde olmakla beraber, gönderilenlerin çoğunu ehliyetsizler meydana getirmektedir. Bunlar Avrupalılaşmak için, inançlardan ve ananelerden uzaklaşmak gerektiğini söylüyorlar.

Buhara Semerkand, Mançurya, Çin  birçok yerleri dolaşan  vaiz  daima Müslümanların geriliğine tanık olmuştur.

İkinci Meşrutiyetin ilanında İstanbul’a gelir, burada büyük tehlikenin varlığını görür. Kavmiyetçilik baş gösterdiği için durum eskisinden de vahimdir. Bundan başka  Türkiye’de halk ile aydın sınıfın arası pek açıktır. Aydınlar her sahada Avrupa’yı taklit ve inanç kayıtlarının kaldırılmasını ileri sürüyorlar, halk ise inançlarına ve göreneğe bağlı kaldığından, Garp fikir eserlerine düşman gözü ile bakmaktadırlar. Eser bir  roman havası ile konuşmalar, heyecanlar, tasvirlerle  canlı tutulmuştur.

Mehmet Akif eserinde ülkemizin  önderliğinde İslam dünyasının içinde bulunduğu cehaletten kurtulmasını temenni etmektedir.

III Safahat Hakkın Sesleri

Bu eserdeki şiirlerin bir iki istisna ile tamamı  Ayet ve Hadislerin  izahlarıdır.

Önce ayetlerin aslını, daha sonra  Ayeti ve Hadisi manzum olarak tefsir etmiştir. Tutarı dokuz parçadır.

Eserde İslam unsurlarını iyimserliğe yöneltmek gayesi güdülür. Tanrı’nın lütuf ve yardımları  mülkü pervasızca verenler, ümitlerini kaybedenler, çalışmaksızın tevekküle baş eğenler  için değildir.

Türk Arapsız yaşayamaz, Arap’ın ise Türk hem gözü, hem sağ elidir. Türklerle Arapların düşmana elbirliği ile karşı koymaları gerekmektedir.

Sakın Allah’ın inayetinden ümit kesmeyiniz.

İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helak etme Allah’ım.

Yaşayabilmek  için  cahillik denilen bu yüz karasından kurtulmalıyız.

Allahın Rahmet eserlerine bir baksana ölmüş toprağı nasıl yeniden diriltiyor.

Çalışmayanların  yurtları ellerinden çıkar. Bu ve benzeri konular  anlatılır.

IV Safahat Fatih Kürsüsünde

Mehmet Akif, Fatih Kürsüsünde adını verdiği dördüncü Safahat’ında yine önceki fikirleri   üzerinde durur. Şair eserin başında yine Köprü’nün başında bulunur. Bu defa bir arkadaşıyladır. Öğle namazını Fatih Camii’nde kılmağa karar verirler. Yürüyerek Yeni Camii ve Süleymaniye Camii önünden  geçip, Vefa  Meydanı’nı, Su Kemerleri’ni takiple   Fatih Camii’ne gelirler. Vaiz yine kürsüdedir, çalışmak hakkındaki bir Ayeti  açıklıyor.

Madde çalışmanın yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Kâinatta her şey çalışmaktadır. Esasen insan hayatla mücadelede zayıf  düştükçe mücadele etmelidir. Çalışan Batı yere kanaat etmeyip göklere de hükmediyor, Doğu ise ne kadar geridir. Böyle giderse dünya üzerinde yeri bile kalmayacaktır.

Yeni nesil Avrupai olmayan her şeyi  aşağılıyor. Mukaddesatına, hatıralarına hürmet etmiyor, tembellik ediyor.

Eser bir roman çekirdeği olacak kadar geniş tasarlanmış, modern bir romandaki unsurları   taşımaktadır.

V  Safahat Hatıralar

El Uksur’da şiirinde şairimiz her şeyi başlangıçta neşe içinde görüyor.  Uksur’da dolaşan Fransız, İngiliz, Alman seyyahların kayıtsızlığı ve hürriyeti  ona başı belalar içinde kalmış Doğu dünyasını düşündürür. İşte o zaman bütün neşesi söner. Şiir bu tezat üzerine kurulmuştur.

Resmi görevinden istifa eden Akif 1914 ‘de muhtelif  vesilelerle çeşitli  yerlerde seyahat etti. Akif   18 Mart 1915 de bitirdiği Berlin Hatıraları adlı  manzumesinde Almanya ile memleketimizi karşılaştırır. Trenlerimizi, kahvehanelerimizi  sokak ve otellerimizi tasvirden sonra  ayni şeylerin  Almanya’daki vaziyetini anlatır. Vardığı  netice  Almanya’nın medeni üstünlüğü, memleketimizin geriliğidir.

Akif ‘in, Tevfik Fikret ile  Mehmet Rauf  hakkındaki hicviyesi de  yine Berlin Hatıraları’ndadır.

Akif ile Fikret dini telakki  bakımından anlaşamamıştır. Bu yüzden aralarında gerginlik olmuş birbirlerini hicveden  manzumeler yazmışlardır.

Akif, Berlin seyahatinden sonra yine

Teşkilat-ı Mahsusa adlı istihbarat örgütü tarafından Arap yarımadasına gönderildi. Akif ‘in bu seyahatı Şerif Hüseyin  isyanı ile alakalıdır. Bu seyahatte Necit Çöllerinden Medine’ye isimli şiirini yazdı. Yolcular develer üzerinde giderken nihayet uzaktan  Hz Muhammed’in merkadi üzerindeki Kubbe-i Hadra (yeşil kubbe) görülür. Bu münasebetle şairinizin Hz Muhammed’in merkadini canlandıran tasvirleri  bu andaki  heyecanlarını anlattığı ruhi tahliller yer alır.

Biraz sonra onu  Hz Muhammed’in merkadinde buluruz. Minarelerden huruş eden ezan sesi Huda’yı bağrına basmış  yığın yığın  beşerin  gömülmüş olduğu ummanı dalgalandırır. İnsanlar dua etmektedir.
O nuru gönder ilahi asırlar oldu yeter
Bunaldı milletin afakı bir sabah ister
İnayetinle halas et ki dalga dalga zalam
İçinde kaynamasın  çırpınıp  duran İslam
Bu secdegâha kapanmış yanan yürekler için

Mehmet Akif 1918 ‘de bedbinleşmeğe, karamsarlığa başladı.

Nedeni   Türkiye ve İslam dünyasının içinde bulunduğu olumsuzluklardır. Dağılan   ve dört bir yanı işgal edilen imparatorluk onu haklı olarak üzüyordu.

Haykır  kime  lakin ? Hani sahipleri yurdun
Ellerdi yatanlar sağa baktım sola baktım

İslam Birliği ideali imkânsızlaşınca Akif Türkiye’nin kurtulmasını ideal yapar. İstiklal Savaşı bu ümitleri besleyen kuvvet kaynağı oldu. Artık Akif için   her şeyden önce  Türkiye’nin kendini toplaması mümkündü. O milli kuvvetler tarafını tutarak  İstanbul’dan ayrıldı 19 Ekim 1920 de Kastamonu’ya hareket etti. Nasrullah Camii’nde ve civar kazalarda  vaazlar verdi.

Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla, uçaklarla  yıkılmaz. Milletler ancak  aralarındaki rabıtalar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi çıkarını temin etmek kaygısına düştüğü zaman yıkılır.

Düşmanlarımızın bugün bizden istedikleri ne falan vilayet, ne falan sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır. Boynumuzdur, hayatımızdır, devletimizdir. İslamın son sığınağı olan bu güzel memleketi düşman istilası altında bırakmayalım. Ümitsizliği, meskeneti  ihtirası, tefrikayı  büsbütün atarak  azme, mücahedeye  vahdete sarılalım.

Nasrullah Camii’ndeki bu  vaazlar Diyarbakır’da Büyük Cami’de Cuma  Namazından sonra okundu. Civar vilayetlere yayıldı.

1921 yılında Akif, Bülbül isimli şiirini yazdı.

Bu  şiir yazılırken Yunan  istilası altındaki topraklarımıza hususiyle Bursa’ya dair elem haberler geliyordu. Akif Bülbül ile konuşarak ülkenin içinde bulunduğu durumu yorumluyordu. Vatanın istila edilmesi yüzünden şair kendini suçlar, Bülbül’ün değil kendisinin ağlaması gerektiğini anlatır.

Hayır matem senin hakkın  değil  … Matem benim hakkım …

Benim hakkım sus ey bülbül senin hakkın  değil  matem

1920 ‘de İstiklal Marşı’mızın yazılması için  müsabaka açılmıştı. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde bu müsabaka dolayısıyla  bir ilan yayımlandı. Şiirler gönderilir ve en çok beğenilen Akif’in şiiridir.

Hamdullah Bey  meclis kürsüsüne çıkınca ilk önce bu şiiri okudu.( 1 Mart 1921) O okurken bütün meclis heyecana kapıldı. Okuma bittikten sonra diğer şiirler okunmadı. Akif’in şiiri kabul edildi.( 12 Mart 1921)  Bestesi yapıldı . Bestekâr Zeki Üngör’dür.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin  Birinci Devresi’nde milletvekili seçilen Akif’e

Kur’an’ı tercüme etmesi görevi teklif edilmiştir. Akif tercümeyi vermemiştir, tercüme konusunda farklı yorumlar vardır.

Akif 1923 Mayıs’ında Ankara’dan İstanbul’a döndü, bu yılın Ekim’inde Abbas Halim Paşa ile Mısır’a gitti. Kışı burada geçirdi, baharda tekrar İstanbul’a döndü.

1923 ‘de Hilvan’da Firavun İle Yüz Yüze isimli şiirini yayımladı. Tasvir  bakımından en güzel şiirlerinden biridir. Bilhassa firavunun mumyası ile Nil tasviri canlıdır.

Vahdet isimli şiiri  sahabelerden Huzeyfe tül Adeviye’nin başından geçen bir olayı hikâye eder.

VI   Safahat Asım

Mehmet Akif ‘in şöhretini artıran Asım adlı eseri tefrika yolu ile basımı  1924 yılında tamamlanmıştır. Asım yer yer karşılıklı konuşmalı maznun hikâyelerden oluşmuştur, bir roman sayılır. Akif, Ali Şevki Hoca,( Köse İmam) Asım,( Ali Şevki Hoca’nın oğlu)  Emin(Akif’in oğlu) Bu küçük romanın şahıslarıdır. Köse İmam, Akif’i ziyarete gelir, aranmadığı günler hesabına sitemler eder. Hocası Tahir Efendi’ye ait bazı hatıraları canlandırır. Harpten söz ederler. Buradaki aruz ile yazılan dilekçe bir büyük başarıdır.

Köse İmam Birinci Dünya Harbi sırasındaki toplumu, köylüleri anlatır, sefaleti gözler önüne serer. Çanakkale Şehitleri isimli şiir  burada yer alır. Şehitler hakkındaki içli duygularını anlatır. Şehitlerin mezarını tasvir, lirizm bakımından önemli bir şiirdir.

Süleyman Nazif, Akif hakkında “ şair-i ilahi” Asım için ise “ mucize-i şiir “gibi övgülü sözler söyler.

Cenap Şahabettin ise önünde ayakta duracağımız bir dehanın sanat eseri olarak onu över.

İnci Enginün Asım’dan hareketle Akif’in idealizmini anlatır.

“ Tembellik kadar hodgamlık ve ferdiyetçiliğin de karşısında olan Mehmet Akif, iyi bir cemiyet kuracak, şahsiyet halindeki  fertleri arar. O da tıpkı Fikret gibi ideali olan Türk gencini seçer ve yetiştirilmek  üzere  Almanya’ya gönderir. Bu genç  Asım’dır. Asım sadece İslamiyet’in ahlak değerlerini kendinde toplamamıştır,  o Batının  teknik medeniyetiyle de beslenecek ve vatan savunması gerektiği zaman kendini bu uğurda feda edebilecek gençtir. Mehmet Akif, Çanakkale zaferini kazanan bu nesle saygı duyar, ondan ümitlidir.” (İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, s 147)

Mısır’daki   Hayatı 

1923-25 yılları arasında kışı Mısır’da geçiren  baharda İstanbul’a gelen Akif, 1926 kışından sonra usun süre Mısır’da bulundu. Mısır’da Üniversite’de Türk Edebiyatı ve Dili öğretti. Bu vazifesinde 1926-36 seneleri arasında çalıştı. Hilvan’daki hayatını bazı mektupları ve şiirleri ile aydınlatılır.

VII  Safahat Gölgeler

Akif’in Hilvan’da yazdığı manzumeler, daha önce  kaleme aldıklarından çok başkadır. Bunlarda öncekilerle göre farklı özellikler göze çarpar. Gece, Hicran ve Secde şiirleri dini lirizm şiirleridir.  Şiirlerde Vahdet-i Vücut felsefesini şiirleştirmiştir. Mistik bir şahsiyete bürünmüştür. Allah’a olan özlemini anlatır. Onu erişemediği bir şahsiyet olarak anlatır. Bir  başka eseri Hüsam Efendi Hoca’dır. Bu İstanbul’da meşhur bir hocanın portre  hikayesidir.

Mısır’da sağlığı bozulmuştur, 1936 yaz mevsimi başlangıcında

Mısır’dan İstanbul’a  döner.  Döndükten birkaç gün sonra Nişantaşı’ndaki  Sağlık Yurdun’a tedaviye götürüldü. Kendisine 170 küsur lira emekli  maaşı bağlandı. Hastalığı Siroz’du. Prens Halim Bey’in Alemdağ’daki  Baltacı Çiftliğine gitti, orada kaldı.

27 Aralık 1936’da Pazartesi gecesi  saat 7.45 de irtihal etti.

Mithat Cemal yakın arkadaşıydı. Ölümüne şu  mısraları yazdı.
Toprak  onu sen  kol kanat ol  öyle kucakla
Bilmezsin o gökten de  adından da temizdi
Ey yeryüzü mabet kesilip  Tanrı’ya yüksel
Koynunda yatan gölge bizim Akif’imizdi.

Eserlerinin Özellikleri

Mehmet Akif, nesir sahasında sosyal, dini ve pek azı da edebi makaleler yazmakla beraber şiirleriyle şöhret kazanmıştır.

Rüştiye’ye devam ettiği sırada şiirler yazmağa başlayan Akif bu eğilimini Baytar Mektebi’nin Halkalı’daki son iki senesinde hızlandığını söylüyor. On yedi on sekiz yaşlarında iken yazdığı bu şiirleri   din, ahlak ve aşk konusunda idi.

Muallim Naci’nin şiiri çok hoşuna gidiyor, fikir bakımından Hamid ve Namık Kemal’den yararlanıyordu.

Okuduğu ilk edebi eser Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’udur.

Akif ‘e göre edebiyat süs  değil sosyal ve ahlaki faydalar teminine yarayan vasıtadır. Akif için en uygun yayım vasıtası fikirlerini kolayca aşılamağa  daha cazip göstermeğe  elverişli hikaye tarzıdır.

Sosyal hikâyeleri, Yemişçi İhtiyar, Küfe, Mahalle Kahvesi, Meyhane’dir. Hasır, kimsesiz bir kadının defin merasimini anlatır, İstibdat, Abdülhamit devrinde fakir bir ailenin evine yapılan baskını, çalgıcı ve kör bir dilenciyi anlattığı Kör Neyzen, İkinci Meşrutiyetin ilanını konu aldığı Hürriyet, ölenlerin ardından duyulan matemin süreksizliği, insanların duygusuzluğunu anlattığı Ahiret Yolu  hepsi 1908-1910 yılları arasında yazılmıştır.

Hayatından alınan hikâyeler, bunların ilki Fatih Camii’dir.

Akif sekiz yaşına ait çocukluk hatıralarını ve bu  zamanda yaşadığı çevreyi hikâyeleştirmiştir.

Eski çocukluk hatıralarından biri de Mısır ‘da yazdığı Said Paşa İmam’ında yaşatılmaktadır.

Hasta’da güney  vilayetlerinden gelen bir öğrencisinin hayatını anlatır.

Aile hayatından  alınan hikâye ise Bebek Yahut Hakk-ı Karar’dır.

Seyfi Baba ve Köse İmam’da Akif’in  dostlarıdır, onlar için  manzum hikâye yazmıştır.

Tarihi hikâyeleri,  Bir Gece adlı şiirinde Hz  Muhammed’in doğumundan ölümüne kadar geçen hayatını hikâyeleştirmiştir. Vahdet, Huzeyfe isimli ashabından başından geçen bir savaş hatırasıdır. Koca Karı ile Ömer, konusu halifelik devrinden alınmıştır. Bizzat Hz Ömer’in kimsesizlerle meşguliyetini anlatır. Dirvas,  pek küçük bir çocuktur ama iyi konuşur onu  anlattığı hikâyesidir.  Hüsam Efendi Hoca yine bir önemli şahıstır, onun portresi hikâyeleştirilmiştir.

Seyahat hikayeleri, El Uksur’da, Berlin Hatıraları, Necid  Çöllerinden Medine’ye , Firavun ile Yüz Yüze ‘dir.

Dini-didaktik şiirleri, bunlar Ayet ve Hadislerin tefsiri mahiyetindedir. Dini-lirik şiirleri, Gece, Hicran, Secde, Leyla hikâyeleridir.

Türk Edebiyatında En çok Kullanılan İkinci Vezin

Vezin, Zeynebin Türküsü isimli şiiri hece vezni iledir, diğerleri tamamen aruz ile yazılmışlardır. Akif’in kullandığı aruz bahirleri Hezec ve Remel’dir.  Türk edebiyatında en çok kullanılan bu ikinci vezindir. Aruzu kullanmakta büyük başarı göstermiştir. Konuşma lisanına indirgemiştir bu vezni. Hikâye tarzındaki şiirlerinde ise vezin değiştirir, içi içe vezinler kullanır.

Mehmet Akif’in Safahat’ındaki şiir sayısı  yüz sekizdir.

Kullandığı nazım şekilleri, Mesnevi, hikâyeleriyle uzun manzumelerini ve baştan başa manzum eserlerini daima mesnevi şekli ile yazar.

Şiirlerin altmış üçü bu şekille yazılmıştır. Kıt’a, şahsi hislerini ve hissettiklerini bu şekille yazar. Otuz şiiri bu şekille yazılmıştır. Farklı şekillerde kullanmıştır.

Akif şekil konusunda, selefin kullandığı şekillerin yeterli ifade özelliğine sahip olduğunu   anlatmak istemiştir.

         Akif Klasik Şekillere Bağlıdır

Sadelik, çağdaşlarının eserleriyle karşılaştırılırsa dili sadedir, eserlerinin yeni basımlarında  dili daha da sadeleştirmiştir. Realistliği, çağdaş dünya edebiyatlarında hâkim olan realizm cereyanının  şiir sahasında muhtelif şiir telakkileri neticesinde ayrıldığı bu iki esas yolda Mehmet Akif ‘i Parnasyen’lere  dâhil edebiliriz, çünkü Akif   de  Parnasyenler gibi klasik şekillere  bağlıdır, vezin ve  dili  belli kaidelere uygun olarak kullanır. Manada açıklığa ehemmiyet verir, objektif mevzular ele alır.

Gözleme verdiği değeri  anlatır. “ Benim şiirlerimde öyle yüksek hayaller bulunmaz. Ben şiirde hayale dalmam. Ben adi şeylerden bahsederim, mesela bu taş, ona hacer-i semavi demem,  ona taş derim. Bu tahta ona tahta derim.  Eşyanın hakikatlerini hayal kuvvetiyle değiştirip tabiat üstü şekle koymam. Her şeyi olduğu gibi görür, göründüğü gibi tasvir ederim. En fukara muhitlere gider, onları  bir ressam gibi aynen tespit  etmeğe çalışırım. Benim  şiirimi beğenenler varsa bundandır.

Bence en güzel yazdığım eserlerden birisi Mahalle Kahvesidir. Çünkü o şiirde bir mahalle kahvesinde olan şeyleri olduğu gibi görürsünüz, hatta muayyen bir kahveyi  tasvir ettim. Kahve sahibine  o şiiri okudukları zaman  “ Bu herif  muhakkak böyle kahvelerde yetişti “ demiş.

     Eserlerimiz Yerli Malıdır

Mahallilik,  Batılılar her şeyde olduğu gibi edebiyatta da ileri bulunduğunu, onların edebiyatlarından da faydalanmamız yerinde olacağını ileri süren Akif ,” bu faydalanma sanat cihetinde olmalıdır, yoksa yabancı malını yerli malı yerine satmak istemeyiz. Eserlerimiz kaba sabadır lakin yerli malıdır” diyor. Bunun yüzünden onun şiirlerinde yabancı edebiyatlara ait  kavramlara pek rastlamayız,  konu, tasvirler, karakterler hep yerlidir.

Akif ‘in şiirlerinde göze çarpan  hususiyetlerden biri de samimilik ve tabiilik olduğunu söyleyebiliriz.
Bana son sevgili kaar’i  sana ben söyleyeyim
Ne hüviyetle  şu karşında duran  eşarım
Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri

Akif şiirlerini kolaylıkla yazmış  değildir.

Şiirin işlenmeğe muhtaç olduğunu, bu yoldaki nankörlüğünü, biraz ihmal sonunda, yazanın bütün emeklerinin boşa gideceğini söyler. Bir mimar, bir mühendis, bir bina yapacağı zaman önceden nasıl planını yapar, krokisini çizer, ondan sonra binaya başlarsa, kendisinin de bunlar gibi bir eser yazmadan önce, hazırlıklarını yaptığını, konuya nasıl gireceğini, neticeye nasıl varacağını hayalinde kurduğunu bu hazırlık devresinden sonra eserini yazmağa başladığını kaydeder.

Bize bu hususta  bir örnek de veriyor; Şiiri bir pertavsıza benzeterek “ Güneşin dağınık ışıkları yakmaz, fakat bu huzmeler mihrak noktasına gelir  de orada teraküm –birikir- ederse yakar. İş o noktayı bulmaktadır. Bütün hazırlık  bir noktada yığılırsa, şiir ancak o zaman tesirli olur” demektedir.

Akif’e göre Avrupa  medeniyetine hayranlık

Doğu medeniyetini tanımamaktan ileri gelir. Batı medeniyetine ait olan şeylerin birçoğunun Doğu’da da bulunduğunu söylüyordu. Tenkit konusunda, bizim tenkitçilerimiz   tarafsız kalmadan, eserin ruhuna nüfuz etmeden tenkit yapıyorlar. Avrupai tenkitlerde tenkitçi tarafsızdır, eseri bir bütün olarak ele alır.

O Şiraz’lı  Sadi’den  bahsederken, Lamartin’den  bahseder. Fikret’in Batı’da bulduğu örnekleri o  Doğu’da bulur. O seyahatleri sonucu Doğu’nun geri olduğunu görür ve üzülür.

Akif’in tesirleri de büyüktür.

Yahya Kemal’i hayran bırakan tarafı, onun elinde aruzun  nesre  yaklaşmış Türkçe’ye çok elverişli hale gelmiş olmasıdır. Yakından tanıdığı yoksul halkı eserlerine taşıması da onun  beğendiği başka bir yönüdür.

Ona hayranlık duyanlardan biri  de Arif  Nihat  Asya’dır. (Fevziye Abdullah Tansel, Mehmet Akif Ersoy, İrfan Yayınevi, İstanbul 1973, 1- 198)

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: