Muhâsebe için tutulan kayıtlar

…Her yerde, her köşede, müteaddit fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukûâtı zaptediyorlar…” (1)

Haşir Risalesinin mâna yüklü derinliklerinde seyâhat ederken, yedinci sûrete girip meyvelerinden koparmak istedik. Oniki Sûret, dört işaret ve oniki hakîkatın her biri, öylesine ilmî, hâlî, aklî, kalbî, rûhî meseleleri ve hakîkatleri en yüksek mertebede izah ve isbat ediyor ki, insanı evc-i kemâlatın zirvelerinde dolaştırıyor, bütün latîfelerini okşayarak bambaşka ufuklar açıyor, sırların derûnunu keşfediyor, esmânın kapılarını açıyor, sıfatları okutturuyor. Tekvînî ve teklîfî şerîatın çerçevesini ve boyutlarını ortaya koyuyor.

Haşir Risalesinin ana temeli altıncı hakîkattir ve bu hakîkatte Celîl ve Bâkî isimleri izah edilmektedir. Diğer hakîkatler ve isimler ise, bu hakîkat ile bu isimler üzerine bina edilmektedir. Dördüncü işâret, altıncı hakîkatin, dolayısıyla Haşir Risalesinin bir özeti hükmündedir.

Bu görünen memlekette öyle bir gözetleme ve kayıt sistemi kurulmuş ki, bir kıpırdama, hareket, iş, söz ve tavırlar şeklen ve sûreten murâkebe ve muhafaza ediliyor.

Metinde geçen “fotoğraflar” tâbiri, Levh-i Mahfûza, onun nümûneleri olan kuvve-i hâfızalara, çekirdeklere, tohumlara, nutfelere ve yumurtalara; hava, toprak, su ve güneş gibi unsurlara işaret ediyor. Sadece insanın amelleri değil, aynı zamanda kâinatta cereyan eden bütün iş ve işlemler kaydediliyor.

Havadaki her bir zerre, fotoğraf makinası gibi her şeyin ses ve şekillerini çeker. Bütün unsurlar birer muhafaza memuru olarak insanın yaptıklarını kaydederek, kıyamet günü otaya dökerler. Her şey Hafîz ismine birer aynadır. Nasıl ki ev ve iş yerlerine kameralar yerleştiriliyor, kâinat sultanın da, memleketinin her zerresine gizli kameralar yerleştirmesi mümkün ve gereklidir.

Her bir hava zerresi bir kamera görevi yapmakta, hem alıcı, hem de verici görevi yaparak ses ve sûretleri aynı anda bütün hava zerrelerine bildirmektedir. Her bir insanın parmak izleri, dokunmak şeklinde kayıt işlemine tâbi tutulmaktadır.

Hizmetin küçüklüğü-büyüklüğü insana göredir. Allah’a (c.c) göre her hizmet kayda değer mahiyettedir. Her tarafta yazıcılar (kâtipler), stenograf hassasiyetinin ve çabukluğunun çok ötesinde kayıtlarını ince ve hassas bir performansla;

-Sûretlerini alıyorlar,

-Yazıyla kayda geçiriyorlar.

En üst noktada, en yüksek kapasite ile çalışan bir kamera (Levh-i Mahfûz) kurulmuş, memleketteki her hâdiseyi tüm ayrıntısına kadar bir anda zapteder. Bu ana kayıt merkezi, varlık âlemine çıkarken ve varlık âleminde iken kesintisiz bir biçimde, küçük kameraların (hâfızalar, tohumlar, çekirdekler, hava atomları gibi) tüm bilgi ve kayıtlarını tutar, varlık âleminden gittikten sonra da belleğindeki veri tabanında saklar.

Cenâb-ı Hak, Hayy ismiyle Levh-i Mahfûza tecelli ettiğinden, kayıt altına alınarak bir nevi hayata mazhar olur. Demek o büyük ana kameraya geçen sûretler/fotoğraflar/resimler cansız değildir. Cenâb-ı Hakk’ın Alîm ve Hafîz ismlerinin de tecellisiyle hiçbir nesne kaybolmuyor. Levh-i Mahfûzun kapsama alanı, tüm âlemleri toptan içine alacak tarzda programlanmış yüksek kapasiteli bir görüş alanıdır. Ezelî ilmin tecellîsine mazhar olduğu için, zaman üstü olup bütün zamanları birden görür ve kuşatır. Her şeyin içini ve dışını birlikte kaydeden bir mahluktur. Tıpkı röntgen, tomografi, MR (Manyetik Rezonans/em ar) gibi kaydediyor. Çünkü ilerideki muhâkeme, muhâsebe ve davranışlar (muâmele) bu kayıtlar esas alınarak gerçekleşecektir.

Üstad’ın ifadesiyle; “…İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle ‘manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı a’lâdır” (2)

İşte bu manzaranın adı; mukarrebîn meleklerinin de toplandığı ve tasarrufları altında olan ‘mele-i a’lâ’ dır. Bu melekler, insan için bir seyrangâh olan Levh-i mahfûzdaki amellerini seyrediyor.

Âlemde hiçbir şey kaybolmuyor. Eşya; vücûda gelmeden, geldiğinde ve gittikten sonra üç defa kaydedilmiş oluyor.

Cenâb-ı Hakk’ın bunları yazıyla kaydettirmesi İmam-ı Mübîne, sûretlerinin/görüntülerinin alınması da Kitâb-ı Nübîne işâret etmektedir. Bütün bunlar, Allah’ın (c.c.) zulmetmediğini göstermek ve şâhidlerin huzurunda ortaya koymak için yapılmaktadır. Aynı zamanda insanı daha dikkatli ve duyarlı olmaya da sevk etmektedir.

Ayrıca da, kurulan saltanat ve yönetim anlayışının kayıt ve tescil yöntemiyle, yönetilenlere karşı haksızlık ve kayırmacılıktan uzak bir sistemin (bilişim ve teknoloji ile her türlü sağlıklı tesbitlerin) teşkil ve teşekkülüne teşvik etmektedir.

Hz. Süleyman (a.s)’a bahşedilen mu’cizevâri bir devlet teşekkülünü de örnek olarak nazarlarımıza sunmaktadır. Ehl-i saltanata (yöneticilere) devlet sistemiyle alakalı ipucu niteliğinde pek çok mesajlar vermektedir.(3)

İşte bu dikkatli hıfz ve muhâfaza, elbette bir muhâsebe içindir.

Meselâ; Cenâb-ı Hak, kıyâmet günü hava zerresini çağırır, kayıt ve diğer görevlerini yapıp yapmadığını sorar. Hesâbını aldıktan sonra meleklere emrederek içindeki kayıtları (bilgileri) boşaltıp bir insan gibi Cennet’e götürmelerini emreder. Her mevcûdun hesabı böylece sorgulanıp tamamlanacaktır. İnsan hâfızası getirilecek, bir CD gibi döndürülecek, mercimek tanesi kadar olan o mânevî hâfızada her şey gösterilecektir.

Çorak araziden niçin ürün vermediğini, yabani otlardan sebze ve meyvelerin yetişmelerine neden engel olduğunu, kısaca ineği, sineği, tüm varlıkları sorgular, gereğini yapar. Çünkü Âdil-i mutlak, teklîfî kanunlara uymayan insanları ve cinleri cezalandırdığı gibi, tekvînî (kevnî/yaratılış kanunu. Kainatta kurulu düzen, fizik kanunlarının bütünü) kanunlara muhâlefet eden mevcûdâtı da cezalandıracaktır.

Her iki cihanda mes’ûd ve bahtiyar olmanın yolu, her iki şeriata tam riâyet etmekle mümkündür.

Bu memlekete gönderilen en değerli varlık olan insan; Firavunlaşmış, Nemrutlaşmış, zulmetmişse, başıboş mu bırakılacak? Başını secdeye koyanla, Sultana baş kaldıran aynı seviyede mi tutulacak? “ (Hâşa) Şeriat çağ dışıdır, modern bir hayatta tesettüre ne gerek var, Kur’ân hükümleri geçmişte kaldı, kısacık beşerî aklımızla koyacağımız hükümler ve sistemler bizi idare edebilir” hezeyanını kusanla, Kur’ân ve Sünnete inkiyâd etmiş bir insan arasında fark gözetilmeyecek mi? Hâşa! Aslâ ve kat’a…Herkesin mükâfâtı ve mücâzâtı, ince ve dakik bir hesapla gerçekleşmiş olacaktır.

Haşir meydanı büyük bir meydandır. Kaçışları önlemek için omuz omuza verecek olan azametli on dokuz melek görevlendirilir. Haşrin etrafını ablukaya alırlar. Sırat Köprüsünden başka hiçbir çıkış yolu yoktur. O gün orada bütün yollar Sırat Köprüsüne çıkar. Allah (c.c) şer’î hükümleri Sırat Köprüsü şeklinde tecessüm ettirecektir. Bu hükümlere uyanlar dünyada iken mânen geçmiş sayılırlar. Sırat Köprüsü, tıpkı şer’i şerif gibi kıldan ince, kılıçtan keskindir.

Üç bin yıllık mesafedir. Bin yılı yokuş, bin yılı düz, bin yılı ise iniştir. Cehennem üzerine kurulduğu için, geçemeyip düşenler Cehennem’e yuvarlanırlar. Herkes bu köprüden geçecektir. Ama geçişler farklı farklı olacaktır. (4)

Demekki bu geçici dünyada her şeyin kayıt altına alınması, haşmetli bir padişahın, kudretli bir sultanın büyük bir mahkemesinin var olduğunu göstermektedir.

Daha pek çok sırları içinde barındıran bu yedinci sûretle ilgili özet bilgileri, köşemizin imkân verdiği ölçüde ifadeye muvaffak kılındık biiznillah.

Daha bunun gibi pek çok hakîkatın müzakeresinde ve ‘Cennet’in câzibesi’nde buluşmak temennisiyle, şimdiden mübarek Kurban bayramınızı tebrîk eder, hacılarımızın ‘Lebbeyk’ nidâlarına kalben, rûhen ve niyeten iştirak etmeyi Ka’benin Rabbinden niyaz ederim.
(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1.Bediüzzaman Said Nursî, 10. Söz, yedinci sûret
2. Sözler, 26. Söz, 2. Mebhas
3. bkz. Sözler, 20. Söz, 2. Makam
4. bkz. Sözler, 4. Söz

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: