Neye Ne Kadar Önem Vereceğiz?

Kâinatta çeşit çeşit varlıklar bulunur. Bunların bazılarına sadece camid bir özellik, bazılarına ise buna ilaveten hayat bahşedilmiştir. Daha farklı varlıklara ise ruh cevheri verilmiş ki his ve duygularla bezenmiştir. Bazılarına da ruha farklı bir değer katan akıl, kalp ve vicdan gibi latifeler hediye edilmiştir.

Bu sıralamaya misal olarak taş, ağaç, hayvan, melek ve insan verilebilir. Evet, insan dünyada bulunan tüm varlıkların numunesini üzerinde taşımakta ve bu yüzden farklı bir mahiyete sahip olmaktadır.

İnsan akıl ve merak vasıtasıyla kâinatın her şeyiyle irtibatlıdır. Kendi evini sevdiği gibi kâinatı da evi gibi görüp alakadar olmakta, mahallesini merak etiği gibi dünyanın her tarafını da merak etmektedir. Evet, insanın kalp dairesi, mide dairesi, beden, aile, mahalle, semt, ilçe, il, memleket, vatan, dünya, insanlar, hayvanlar ile hayat sahipleri ve kâinat dairesi gibi dairelerle bir nevi irtibatı ve alakası vardır.

Zaten bu alakadarlık, insanlığımızın gereğidir. Bununla beraber insanın dünyaya gönderilişinin de bir amacı ve bir hedefi vardır. Bu amaç doğrultusunda da vazifeleri ve sorumlulukları da vardır.

Evet,akıl, fiil ve his planında kâinatın her şeyiyle her insanın irtibatı olabilir. Ama en küçük daire olan kalb dairesinde en büyük, daimi ve ehemmiyetli vazifesine karşılık, en büyük daire olan küre-i arz ve kâinat dairesinde en küçük, nispeten ehemmiyetsiz ve ara sıra vazifeleri vardır.

Bu açıdan meseleyi değerlendirdiğimizde, vazifenin ehemmiyeti dairenin küçüklüğü ve büyüklüğü ile ters orantılı olarak işlemektedir. Fakat büyük ve geniş dairenin cazibesi ve nefse uygun olması itibariyle, insanın bütün hissiyat ve latifelerini kendisiyle meşgul etmeyi başarabilmektedir.

Böylece en ehemmiyetli olan kalb dairesi ihmal edilmeye, lüzumlu ve ehemmiyetli vazifeler askıya alınmaya başlar. Ömür sermayesi boş yerde tüketilir, kıymetli ömür dakikaları, kıymetsiz yerlerde eritilir.

Özellikle bu zaman, insanın merak damarını farklı alanlara çekmeyi çok güzel başarmıştır. Lüzumsuz ve malayani olaylar ve gelişmeler, insanın asıl vazifesi olan kulluğuna ve Allah’ı daha iyi bildirecek tefekkürüne perde olmaktadır.Bu perdeleri aşabilmek ve engelleri geçebilmek özel bir lütuf ve ilahi ihsan ile mümkündür. Bediüzzaman’ın dediği gibi; 

“Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefiheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.” (Mesnevi-i Nuriye) Evet İlahi lütuf olmazsa bu açıklar ve gedikler zor kapatılabilir.

Bazen dünyadaki savaşlar, sanayiler, teknolojiler, sportif müsabakalar, siyasi entrikalar, anlaşmalar ve anlaşmazlıklar, nazarımızı tarifi imkânsız bir ablukaya alır ki, akıl hayrettedir. Hatta akıl o olaylar içerisinde düşünme kabiliyetini de yitirdiğinden hayret edemeyecek durumdadır.

Oysaki dünyanın olup biten tüm harp boğuşmalarından, sanayilerinden, müsabakalarından daha büyük bir müsabaka, her insanın başına açılmıştır. Her insan bütün dünya kadar bir sonsuz cenneti kazanmak veya kaybetmek davasıyla muhataptır.

Bu noktadan bu davayı kazanmak için – akıllı olmak şartıyla – eğer dünya kadar servetimiz ve malımız olsa gözümüzü kırpmadan sarf etmek lazım gelir. Çünkü bu işin şakası olmadığı gibi, geri dönüp işi düzeltmek de mümkün değildir.

Evet, bazen siyasi bir hadiseye kendimizi öyle kaptırıyoruz ki asıl vazifemiz olan namazı ve ibadetleri terk ediyoruz. Bazen bir maça öyle ehemmiyet veriyoruz ki, asıl vazifemizi ihmal ediyoruz. Bazen dünyanın bir yerinde vuku bulan bir felakete öyle dalıyoruz ki, asıl felaket olan maneviyatsızlığımızı umursamaz halde oluyoruz.

Oysa “asıl musibet ve muzır musibet dine gelen musibettir.” Böyle bir hakikatten gafil olduğumuz içinmaddi ve dünyaya ait bir musibet içerisinde sıkıntı çekenleri merak ediyor ve kurtulmaları için her türlü tedbiri alıyoruz.

Halbuki ehl-iiman için maddi musibet ve felaketler, bizi Allah’a yaklaştıran, gafletimizi dağıtan, sabretmek şartıyla bize sevap kazandıran, kaybolan mallarımızı sadaka durumuna getiren, sakat kalanlara derecesine göre makam kazandıran ve ölenleri şehitlik mertebesi gibi yüksek bir dereceye ulaştıran sevgili dostlardır.

Ama manevi musibetler, görünüşte problemsiz ve göz kamaştırıcı yüzü arkasında, bizi insanlığımızdan uzaklaştıran ve ebedi hayatta bizi mesul edecek ve yüzümüzü karartacak olan tehlikeli düşman gibidirler.

Mesela, depremler ve sair umumi musibetler de vefat eden müminler şehit, malları ise sadaka hükmüne geçmektedir. Ama manevi deprem geçirmiş bir beldede ise her şey sakin göründüğü halde manevi ölümler (imandan uzaklaşmalar), sakatlanmalar (itikadi çöküntüler) ve mal kayıpları (mal ve maddeyi sadece dünyada israfla tüketmeler) gibi sıkıntılar yaşandığı halde, her şey normalmiş ve yolundaymış gibi görünmektedir. İşte asıl musibet budur.

Dr. Burhan Sabaz

Sorularlaislamiyet.com

Sende yorum yazabilirsin