Tanımazların İşbirliği
Bu dünya hikmet dünyasıdır. Eşyanın yaratılışı çoğu zaman ani ve defi değil, tedricen, yani zaman içinde ve kademeli olarak gerçekleşir. Nitekim, Kur’an’ın özeti olan Fatiha Sûresinde bütün medih ve senanın Allah için ve O’na layık olduğu zikredildikten sonra, Allah’ın marifeti noktasında ilk olarak Rabbü’l-âlemin ismine yer verilir. Yani, Allah öncelikle bu isimle tanıtılır. Bunun hikmeti, şu varlık aleminde gördüğümüz her şeyin bir terbiyeden en faydalı bir hale getirildiğini ders vermektir.
Allah, Rabbü’l-âlemindir; bütün âlemleri terbiye eden, onları bir ilk noktadan alarak son ve mükemmel hallerine getirendir. Güneşi ışık verecek şekilde, gözleri görecek, kulakları işitecek şekilde terbiye eden Allah, mideyi hazmedecek, elleri tutacak, ayakları yürüyecek şekilde terbiye etmiştir.
Bu hikmet dünyasında, eşyanın terbiyesinde sebeplere de belli görevler verilmiştir. Çekirdek ağaç haline getirilirken, toprak, su, hava, güneş ve mevsimler birer sebep olarak kullanılmışlardır. Bu unsurların her birisi kendilerini o noktaya getiren İlâhî terbiyeyi ilan ettikleri gibi, onların ortak çalışmalarıyla meydana gelen o ağaç da kendisini ne güneşin, ne havanın, ne suyun değil ancak Allah’ın terbiye ettiğini ilan eder.
Cenab-ı Hak melekleri ve ruhları doğrudan ibda yoluyla yarattığı gibi bu alemi ve içindeki varlıkları da sebepleri hiç araya katmadan yaratabilirdi. Öyle yapmayıp, çoğu eşyayı inşa yoluyla, belli safhalardan ve farklı terbiyelerden geçirerek yaratmakla sebepler alemine de belli görevler yüklemiştir. Bu sebeplerin hiçbiri çekirdeğin tek başına bir iş yapacak halde değildir. Belli bir sonuca ancak diğer sebeplerin yardımıyla ulaşabilir. Burada sebeplerin acizliği, bilgisizliği, ondan daha önemlisi iradesizliği karşımıza çıkar ve bütün akıllara şu dersi verir:
“Esbâb, bir perdedir. Çünkü, izzet ve azamet öyle ister. Fakat, iş gören kudret-i Samedâniyedir.” Sözler
Bunun en açık örneğini kendimizde görüyoruz. Yaptığımız her iş mutlaka kollektif bir çalışmanın ürünüdür. Bir yere gidiyorsak, bu bütün organlarımızın işbirliği ile gerçekleşir. En basitinden, bir tıraş olma bile gözlerle ellerin ortak çalışmasıyla gerçekleşir. Ne göz eli tanır, ne el gözü. Her ikisi de bir ruhun emrindedirler ve onları birlikte çalıştıran odur.
Bu basit örneği bütün kâinat çapında düşündüğümüzde aklımıza ve kalbimize çok geniş marifet pencereleri açılır.
Sadece bir örnek verelim:
Bir bitkinin imdadına yağmurun yetişmesi, güneşin suyu buharlaştırması ve rüzgarın onu taşımasıyla tahakkuk eder. Bu örnekte de, ne güneş rüzgarı tanır, ne rüzgar bulutu. Ayrıca bunların her ikisi de o bitkiyi ve suya olan ihtiyacını bilmezler.
Bu tablo, bütün akıllara şu dersi verir:
“Esbab bir perdedir, … iş gören kudret-i Samedaniyedir.”
Bu iradesiz varlıklar İlâhî kudretle bir araya gelmekte ve birlikte iş görmektedirler. O muhtaçların imdadına koşan, bu sebepler değil, onları da yaratan ve idare eden “kudret-i Samedaniyedir.”
Bilindiği gibi, Samed ismi “Her şey O’na muhtaç o ise hiçbir şeye muhtaç değil.” manasına gelir.
Kudret, “fiilin sıhhati ve terki” şeklinde tarif edilir. Yani kudret, bir işi yapmaya da yapmamaya da yetkili olan bir sıfattır. Bundan dolayı, güneşin gezegenlerini çevirmesine kudret denmez, ama insanın eline aldığı bir elmayı havada çevirmesine kudret denilir. Zira, insan o hareketi istediği anda durdurabilir, güneş ise buna muktedir değildir.
O halde, iradesiz olan güneş ve hava kudret sahibi değillerdir. Yaptıkları işi terk etme şansları yoktur, kendilerine verilen görevi yerine getirmekle mükelleftirler. Onlar, Cebbar ismine mazhar olmuşlardır, yaptıkları işi kendi arzularıyla değil bir cebir altında yapmaktadırlar; ellerimizin dişlerimizi temizleme hizmetleri gibi.
Sebeplerin icatta tesirleri yoktur, ama Allah’ın birer harika eseri, isimlerinin tecelligâhı olmaları yönüyle büyük önemleri vardır. Bizim sebeplere itibar etmemizin bir yönü budur.
Diğer yönü ise, Cenâb-ı Hak, hikmetinin gereği olarak, bazı neticeleri bazı sebeplere bağlamışsa, o sebeplere riâyet etmediğimiz takdirde o neticelerden de mahrum kalırız. Meyve ağacı dikmeyen ve bakımını yapmayan kişi meyve yiyemez. Bir mümin, meyve ağacını bir rızık tezgâhı olarak değerlendirir, şükrünü o ağaca değil, kendisini onun eliyle rızıklandıran Allah’a verir.
Sebeplerin icat hususunda hiçbir tesirleri yoktur. Sebepleri de yaratan Allah’tır, onların eliyle verilen neticeleri de.
Bu anlatılanları şöyle özetleyebiliriz:
- Sebepler birbirini tanımıyorlar.
- Çalışmalarıyla nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını bilmiyorlar.
- O sonucu hiçbiri tek başına yapamıyor, yardımlaşmaya mecburlar.
- O halde, o neticeleri irade eden ve sebepleri o noktaya sevk eden biri var.
Nur Külliyatında sebepler hakkında verilen önemli bir mesaj da onların “perde-i izzet ve azamet” olmalarıdır.
Hastalık, musibet, ölüm gibi görünüşte çirkin sanılan, hakikatte ise güzel olan hadiselerde bu zahirî sebeplerin önemli bir görevi “perde-i izzet ve azamet”olmaları, insanların şikâyet oklarını onlara atarak isyandan salim kalmalarıdır.
Öte yandan, sebepler hayırlı işlerde de yine “perde-i izzet ve azamettirler.” Nurlarda ağaçlar için “tablacı” tabiri kullanılır. Cenâb-ı Hak, meyveleri insanlara doğrudan ikram etmek yerine, bu tablacıların eliyle takdim etmektedir.
İnsanlar, yaptıkları hayırlı işlerde sadece birer vasıtadırlar, birer sebeptirler. İnsana o hayrı işleme kabiliyetini veren Allah olduğu gibi, yaptığı işte kullandığı bütün malzemeleri yaratan da O’dur. Kâinat ağacından insan meyvesi süzen Allah, insandaki bu kabiliyetlerden de başka meyveler yaratmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Keriminde insana yaptığı ihsanları sayarken gemiden de bahseder. Görünüşte gemiyi insan yapmaktadır, ayette ise bunun bir İlâhî ihsan olduğu nazara verilmektedir.
İnsan, kendi varlığında ve dış âlemde İlâhî kudret ve rahmetin sergilediği mucizeleri hayretle temaşa edecek, başkalarına onun eliyle yapılan ihsanları da yine Allah’tan bilecek ve ancak O’na şükredecektir.
Prof.Dr.Alaaddin Başar