Tenasüh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır

Öteden beri insanların kafasını kurcalayan tenasuh meselesi, zihinleri bulandırmaya devam etmektedir.

Üzerinde pek çok yazı yazılan, tartışılan, hatta mesnetsiz ithamlara sebebiyet veren bu meselenin hakikatını anlamak durumundayız.

Tenasuh nedir peki? Şimdilik kısa bir açıklamadan sonra, konunun daha iyi anlaşılması açısında yazımıza bir mukaddime ile başlamayı ve meseleyi zihinlere yaklaştırmayı amaçlıyoruz inşâallah…

Tenasuh; bir şeyin bir diğerini izlemek suretiyle  ortadan kaldırması, bir şeyin dolaşarak diğerinin yerini alması, ölümden sonra rûhun bir bedenden başka bir bedene, kimi zaman da insandan hayvana, hayvandan insana geçmesi, yani rûh göçü manâlarına geldiği ifade edilmektedir. Kelimenin kökü, bedenlenme, bir bedene bürünme manasındaki enkarnasyon’dur. Daha çok Hindistan’da yaygındır.

Dinler tarihi açısından ise, ölen insanların ruhunun bir hayvan ya da bir insan bedenine girmesi, yerleşmesi  inancını ifade eder.

Batı dillerinde bunun karşılığı, “Reincarnation ve Tranmigratıon” dur. Tenasuhe inananlara da “Tenasuhiyye” denilir.

Daha çok Hint dinlerinde görülen ve eskiye dayanan bir hurâfe olarak ortaya çıkan tenasüh inancının günümüzde çağdaş kılıflar içinde sunulmuş olması da ayrı bir aldatmacadır.

İnsanın mahiyeti, maddî/mânevî donanımı, aklında ve kalbinde programlanmış latife ve duyuları tam olarak anlaşılmadıkça, kaynağı batıla ve temelsiz fikirlere dayanan tenasuh olayının anlaşılması da mümkün değildir.

Asıl problem insanın anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.

İnsan ahsen-i takvimde yaratılmış olup bin bir İlâhî ismin tecellilerine mazhardır. Umum âlemin özü ve özetidir.

İnsan; vücup ve imkân âlemini keşfedip açabilecek maddî ve mânevî donanıma sahiptir. Bu cihazların en önemlileri, akıl ve kalptir. Akıl havassın, kalp de on latifenin efendisidir. Akıl defterinde on havas (duyu), kalp cüzdanında ise on latife vardır.

İnsan bu âlemin kendisinde nasıl yerleştirildiğini ve Allah’a muhatap kılındığını anlayarak kafasındaki muammayı çözmüş olur.

İnsan beş zahirî ve beş batınî havas (duyu) ile teçhiz edilmiştir.

Bu on duyu; zerreden Arş’a kadar bütün imkân âlemini (varlığı, yokluğu müsâvi olan, yaratılmışlar âlemi) anlayabilecek, çözebilecek özelliğe sahiptir. Yani Nûr-u Muhammedî (a.s.m) itibariyle bu âlem, insan denilen bu özden nasıl gelişip dalbudak salmış ve sonuçta  umûm kâinat, insan denen bu kâinat meyvesinde ve hasseten Hz. Muhammed (s.a.v)’de  nasıl derc edildiğini görmüş ve seyretmiş  olacaktır.

Öyle ki, kendini keşfedebilen bir kişi, âlemin tamamını ruh aynasında seyredebilir. Akıl defteri bu duyularla inkişâf edince, âlem-i imkândaki bütün mümkinâtı kabiliyetine göre çözmeye çalışır ve bütün  varlıkların insana hizmetçi olduğunun farkına varır.

Allah (c.c), on cihâzı da kalbin cüzdanına koymuştur. Bunlar; kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ, nefis ve insan bedeninde bulunan su, hava, toprak ve nur denilen dört unsurun her bir unsurundan o unsura münâsip bir latife-i insâniyedir. (bkz. Barla Lahikası, 347)

Bu on latifeden beşi mülk âlemine, beşi de (kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ) melekût âlemine bakar.

Kalbin on latifesini geliştiren bir mü’min, imkân âleminden vaz geçer, mâsivâyı terk eder. Bin bir İlâhî ismin tecellilerini keşfedip seyre koyulur.

Kalp ise, şu âlemin arkasında bir vücûb âlemi olduğunu on latife ile keşfeder. Terakki devam ederken, neticede tecelliyât-ı Zâtiyeye mazhar olur.

Tam olarak kalbî inkişâfa muvaffak olmuş olan Nebîler, asfiyâ ve evliyâ taifeleri, Cenâb-ı Hakk’ı mânen görmüşlerdir. Şunu ifade etmek gerekir ki, Resûl-i Ekrem (s.a.v), Cemâl-i İlâhîyi dünya gözüyle, diğer enbiyâ, asfiyâ ve evliya ise kalp gözüyle görmüşlerdir.

Demek insanı ve bütün âlemi açacak sırlı anahtar, insanın mahiyetinde dercedilmiştir. Öyle ise, insanın sırrı çözülse ve anlaşılsa, imkân ve vücûp âlemi birden bire açılacaktır. Aksi takdirde âlemin sırrını anlama ve kavrama imkânı olmaz.

İşte bu sırrı keşfetmekle her iki âlemi lütf-u Rabbânî ile anlayıp seyretmeye “küllîleşmek” denir.

Böylece, kuvve-i hâfızasıyla Levh-i Mahfûz’a,; kuvve-i hayaliyesi ile Âlem-i Misâl’e; kalbiyle Arş’a, aklıyla kürsî’ye kavuşur. Yani imkân âleminde küllîleşen insan, öyle bir konuma gelir ki, hâfızasında Levh-i Mahfûz’u, kalbinde Arş’ı, aklında kürsî’yi seyreder. Bu seyirle tekâmül ederek öyle bir hal alır ki; “Arş benim, kürsî benim, yer benim, gök benim, Cennet benim, Cehennem benim” der. Çünkü insandaki merhamet, Cennetin; kuvve-i gadabiyye Cehennemin bir nümûnesidir.

Melekleri de o gelişen latifelerde seyreder. “Cibrîl benim, Mikâil benim, İsrafil benim, Azrail benim” der.

O latifelerin bir adım ileri derecede inkişafiyle peygamberleri görür.

Her bir dairede ayrı bir peygamberle görüşmeye nail olur. Sır dairesinde Hz. Musa (a.s), kalp dairesinde Hz. Adem (a.s), Ruh dairesinde Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Nuh (a.s), Hafi dairesinde Hz. İsa (a.s), Ahfâ dairesinde ise Hz. Muhammed (a.s.m) ile görüşüp onlardan ders alır. İşte o zaman der ki;” Musa benim, İsa benim, Muhammed(s.a.v)  benim…

Nefis ve enaniyet kavileşip inkişaf edince de; “Fir’avun benim, Nemrud benim, Şeddad  benim, Deccal benim, Süfyan benim” der. Bu, imkân dairesinin keşfidir.

İnsan böylece âlemleri dolaşır, gâh peygamberler âlemine, gâh melekler âlemine, gâh şeytanlar âlemine girer, v.s…

Bütün âlemde tecelli eden İlâhî isimler, merkezde yerini alan insanda dahi tecelli etmektedir ki, buna tecelliyat-ı ehadiyet veya tecelliyat-ı Zâtiye denir.

İmkân âleminin seyrini gerçekleştirdikten sonra, bu defa da kalp devreye girer. Âlem-i imkânı,  âlem-i vücup denilen ef’al, esmâ ve İlâhî sıfatların ayinesi olarak görür. Âfâktan enfüse, enfüsten âfâka, zerreden Arş’a, Arş’tan zerreye her bir eşyada her bir İlâhî fiilin tecellisini, her bir İlâhî ismin tecellisini, ardından her bir İlâhî sıfatın tecellisini müşâhede eder. Âlemde keşfettiği bu teccelliyat-ı ef’al, esmâ ve sıfat-ı İlâhiyeyi enfüsî dairede dahi seyreder.

Meselâ; ruh aynasında Şeddat ve Firavun’u gördüğünde Kahhâr isminin tecellisini; Hz. Paygamber (s.a.v)’i gördüğünde Hakîm ve Rahîm isimlerinin tecellilerini; Cehennem’i gördüğünde Kahhâr, Cennet’i gördüğünde Rahîm isimlerinin tecellisini müşâhede eder.

İnsanın aklı ve kalbi nasıl ki inkişaf edince, imkân ve vücup âlemlerinin esrârına muvaffak olur. Aynen öyle de, insanın nefsi gelişip büyüyünce, bütün şeytanları ve tağutları kendi nefsinde hissedebilir.

İnsanda nefsin varlığından şüphemiz olamaz değil mi? Hz. Adem’den (a.s) kıyamete kadar gelip geçen ne kadar kâfir, fâsık, fâcir varsa; tamamı, yani bütün insanların nefsi, o “nefis” denilen latifenin içinde kopyalanmış bir program şeklinde bulunmaktadır. Nefsin küllîleşmesi sonucu, bütün firavunlar, Nemrutlar, o nefiste hissedilir. Kur’ânda geçen Firavun tabirine her bir insanın nefsi dahildir. Çünkü Firavun’u temsil eden nefis (nefs-i emmâre), her insanda bulunmaktadır.

İşte bu yönüyle insana bakıldığında ve değerlendirilmeye çalışıldığında görülecektir ki, kendisi dışında bir takım şahısların varlığını kabul gibi bir yanlışa saplanması zor değildir. “Ben kendimi Firavun  şeklinde gördüm” algısı yalan değildir. Zira insanda Firavun’u temsil eden bir nefis vardır ki, kendisini Firavun olarak görür.

Oysaki o adam Firavun olmamıştır. Hem (hâşa) Firavun’un ruhu gelip o adamın içine de girmemiştir. Çünkü tenasuh düşüncesi (reenkarnasyon, yani bir ruhun öldükten sonra başka cesede girmek suretiyle tekrar dünyaya gelmesi) bâtıldır ve İslâm inancında asla yeri yoktur.

Kur’ân-ı Kerim’de, yeniden dirilişin bir defaya mahsus olmak üzere Haşirde olacağı, öldükten sonra tekrar dünyaya gönderilmenin mümkün olmadığı, bedenlerin ferdî olarak dünyaya gönderilip, ferdî olarak haşrolacağı, hiç kimsenin bir başkasının günahını üstlenmeyeceği gerçeği açıkça vurgulanmaktadır.

Bugünkü bölümü bir âyet-i kerime ile nihâyetlendirelim ve gelecek bölümde devam edelim inşâallah…

“Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünya hayatımda artık iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100)

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: