Yirminci Yüzyıl Kahramanınız Kim?

Mustafa Akyol, resmi ideolojiyi cesurca eleştiren sorgulayan genç ve dinamik bir yazar. Star gazetesinden biliyorsunuz. Yıllardır söz konusu edilemeyen, kırmızı çizgileri, mayınlı alanlara kara gözlü giren bir kalem. Hem dış dünyayı hem ülke gerekçelerini objektif görebilen biri aydın.

Otoriter rejimler birer birer yıkılırken işin arka planına baktığınızda model ve formül Osmanlı’nın çöküşünde başrolde oynayan İttihatçı komitacıların olduğu anlaşılır. Koca imparatorluğu çökerttikten sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika’da bağımsızlık hareketlerinde etkileri olduğu kadar otoriter model olma konusunda da model oldukları görülür. Dikkatlerden kaçırılan önemli bir ayrıntı, Kemalistler genellikle bağımsızlık vurgusunu fazla yaparlar, demokrasiden hazetmezler. “Dışa karşı bağımsızlık olsun içerde biz istediğimiz gibi hak ve hürriyetleri kısıtlayabiliriz” görüşündeler. Hamasetlerinin klişe sloganı “bağımsızlık”tır. Oradan öteye hürriyet ve demokrasi denilince hemen yaftayı yapıştırırlar; “vatan haini” derler.

Akyol’un, “Gayri Resmi Yakın Tarih” konulu kitabının kapağında ayrıca bir cümle daha var: “Bütün devrimler yanlıştı. Kemalist devrimler de yanlıştır.” Mustafa Akyol ile İstanbul Florya’daki evlerinde keyifli bir sohbet oldu. Fikri temelini Bediüzzaman ve Risale-i Nur olduğunu özellikle ifade etmeleri dikkate değer bir husus. Gerek Türkiye gerekse İslâm alemindeki gelişmelerin arka planında Risale-i Nur un etkisine işaret ettirler. Umarım paylaştığımız yönlerini beğeneceksiniz.

SON YÜZ YILIN TARİHİNDE ÇOK CİDDİ BİR SEÇİCİLİK VARDIR

“Gayri Resmi Yakın Tarih” adlı bir kitabınız var. Tarihin resmisi gayri resmisi nasıl olur? Tarih yaşanmış olayların günümüze aktarılmış belge ve dokümanları değil mi?

Tarihin bir realitesi var. Bir de bunun bize aktarılan bir literatürü var. Dünyanın her yerinde bu ikisi arasında fark vardır. Amerika’ya gittiğinizde Amerikan tarihini okuduğunuzda Kızılderili katliamından pek bahis bulamazsınız. Her ülke tarihi kendine göre taraflı olarak yorumluyor. Fakat, otoriter rejimlerde, toplumu kendi ideolojilerine göre inşa etme sürecinde tarih yaşanmış gerçeklikten farklı bir şekilde yorumlanıyor. Bizim tarihimiz konusunda alternatif tarihçileri okuduğumda ve yurt dışındaki literatürü taradığımda gördüm bu farkı, Yaşanmış gerçeklikle bizim okuduğumuz resmi tarih arasında büyük farklılıklar olduğunu gördüm. Resmi tarihi bize kim anlatıyor? Devletin okullarında, ders kitaplarında, üniversitelerinde, devletin tarih kurumunda neler anlatılıyor iyi bakmak lazım.

Son yüz yılın tarihine bakıldığında çok ciddi bir seçicilik yapıldığı görülür. Yaşanmış gerçeklerin bazı yönleri anlatılmış bazıları anlatılmamış. Bazı yönleri de özellikle çarpıtılarak anlatılmış.

TARİH SİYASİ İKTİDARINI MEŞRULAŞTIRMAK İÇİN ÇARPITILARAK YAZDIRILMIŞ

Burada doğrulamayı nasıl yaptınız?

Aslında hiç kimsenin “gerçek tarih benim bildiğim ve yazdığım” deme şansı yoktur. Fakat en azından alternatifini görüyorsunuz. Bakıyorsunuz böyle bir tarih anlatımı var. Bir başka alternatifinde aynı konu çok daha farklı geçiyor. Bağımsız kaynaklar var. Karşılaştırdığınızda gerçek ortaya çıkıyor. Siyasi iktidarların kendini meşrulaştırmak için kendilerine göre bir tarihe ihtiyacı oluyor.

Meselâ; Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’den başka kimsenin rolü olmadığını düşünüyorsunuz resmi tarihe göre. Bakıyorsunuz Kâzım Karabekir Anadolu’ya Mustafa Kemal’den daha önce çıkmış. Demek ki bu anlatımla realite farklı. Resmi tarihte bahsedilmeyen olaylar var. Dersim olayı ile ilgili tarih kitaplarında hiçbir şey bulamazsınız. Geçmez. Yeni gündeme geliyor daha.

İLK DARBE 1925’TE YAPILMIŞTIR

Bugünkü sorunlar hakkında sağlıklı teşhis konulabilmesi için yapılan yorumlar genellikle tarihi derinlikleri ile ilişkilendiriliyor. Şu en öncelikli sorunlar hangi tarihi olaylara dayanıyor? Kırılma noktaları ne zaman başlamış?

Bugünkü resmi tarih dediğimiz Kemalist tarihe göre, Cumhuriyetin kuruluşu ile tek parti dönemine atıf yapıyorlar. Aslında Cumhuriyet tek parti döneminden daha önce. Tek parti dönemi 1925’te başlıyor. Onlar diyorlar ki, “Kemalist devrimler çok iyiydi. Ne yazık ki içerdeki bazı hainler bazı siyasiler oy avcılığı için çok partili döneme geçince (Menderes’i kastediyorlar) ilke ve inkılaplara karşı direndi. Tam olarak yerleşmesine engel oldular. Tek sorun toplumun anlamamış olması” gibi bir anlatım var. Kemalistler kendi haklarının çiğnendiğini düşünüyorlar. “Mustafa Kemal herkese Türk demiş niye kabul etmiyorlar?” diyorlar. Ya adam Kürt. Bu realite nasıl değişir?

İLK MECLİS DAHA DEMOKRATTI M.AKİF VE BEDİÜZZAMAN DA DESTEKLEMİŞTİ

Osmanlının son dönem meclis-i mebusanı azaları Ankara’da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisinin de üyeleri. Fakat zihniyete ve uygulamalara bakıyoruz Osmanlı ile hiç âlakası yok gibi. Oradaki paradigma ayrışması tarihlerde izah edilmiyor. Müthiş bir kırılma var. Viraj mı denir, dönüş mü denir? Bir sapma var. Bakıyoruz Osmanlı’nın son zamanlarında hâkim olan düşünce ile bugünün bakış açıları arasında bir çatışma görünmüyor. Fakat tek parti düşüncesi ile milletin ortak vicdanı o gün de bugün de hâlen uyuşmuyor. Buna ne demeli?

Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Osmanlı’nın birinci meşrutiyet denemesi sonra ikinci meşrutiyetle çok önemli bir demokratikleşme hikayesi yaşanıyor. Bediüzzaman Said Nursi’nin Mehmet Akif’lerin desteklediği bir anayasal süreç yaşıyor.

Bu ne demek?

Padişahın yetkileri sınırlı. Tam yetkili bir meclis var. Meclisi oluşturan partiler var. Dindarlar, liberaller, gayr-i müslümler vb. her kesimden de temsilcilerden oluşan bir meclis-i mebusan var. Osmanlıdaki gayr-i müslümler eşit vatandaşlık durumuma gelmiş. Dernekler var. Çok ciddi bir entelektüel hayat var. Bir taraftan toprak kaybediyor ama kendi içinde ciddi bir tekâmül içinde. Kurtuluş savaşına herkes katılıyor destekliyor. Damat Ferit gibi karşı çıkanlar olsa da çok büyük bir kesim Milli Mücadeleyi destekliyor ve Kurtuluş Savaşında yer alıyor. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan önce Anadolu’nun her yerinde “Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” kuruluyor. İnsanları bilinçli.

“NE YANLIŞ GİTTİ?” SORUSUNA ÇARE OLARAK İKİ FARKLI GÖRÜŞ ÇATIŞIYORDU

 Nitekim Ankara’daki parlamento İstanbul’dakinin devamıdır. Osmanlı son döneminde farklı fikriyatlar ortaya çıkmış. Genelde şu soru soruluyor ve cevaplar aranıyor: “Ne yanlış gitti? Niye biz batı karşısında yenildik? Niye geri kaldık?…” Buna farklı cevaplar verilmiş. Bir kısmı demiş ki; “Efendim batı keşifler, icadlar yaptı biz gözümüzü kapadık. Batıya açılmamız lazım.” Bir kısmı demiş ki, “Din yüzünden geri kaldık.” Bunlar “Garpçılar” diye bilinen bir akım. Bir başka kesim; “Hayır efendim bizi geri bırakan din değildir. Batının tekniğini alırken dinimize sahip çıkmamız lazım demişler.”

GENÇ OSMANLILAR HEM DİNE SAHİP ÇIKALIM HEM YENİLİKLERİ ALALIM DİYORDU

Ali Süavi, Namık Kemal bu görüşü savunanlardan değil mi?

Evet Namık Kemal’ler, “Genç Osmanlılar” hareketi de bunu söylüyor. Dolayısıyla “Ne yanlış gitti?” sorusuna farklı cevaplar veriliyor. Din yüzünden geri kaldık diyen küçük bir grup. Bunların en tepesinde Abdullah Cevdet bulunuyor. Bunlar batıdaki din karşıtı materyalist akımlardan da etkileniyorlar. Bunların düşünceleri, “bilim dinin yerine geçecek” olan yeni bir akideyi savunuyorlar. “Bilim dini” ortaya çıkacak. Klasik din anlayışı terk edilecek. İnsanlar pozitif bilim düşüncesinde materyalist bir geleceğe doğru gideceğini zannediyorlar

Osmanlı yıkılırken herkes düşmana karşı birlikte hareket ediyor. Daha sonra cumhuriyet kurulurken bu farklı siyasi görüşler farklı eğilimlere dönüşüyorlar. Mustafa Kemal de bu pozitivist materyalist görüşe sahip kadronun içinde. O ve ona itibar edenler Cumhuriyet Halk Fırkasını kuruyorlar. Daha muhafazakar ve liberal olanlar Terakkiperver Fırkasını kuruyorlar. Cumhuriyetin kuruluş yılında iki parti var. Biri bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi diğeri Terakkiperver Fırkası ki, daha sonra Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin, Doğru Yol Partisi’nin, Özal’ın Anavatan Partisi’nin belki bugünkü Ak Parti’nin kökenini oluşturuyorlar. Onlar da modernleşmeden, değişimden yana. Ama dine saygılı olduklarını özellikle belirtiyorlar. Değişimi topluma dayatarak değil demokratik bir şekilde olmasını istiyorlar. Ama CHP, Terakki Perver Fırkayı kapatıyor, ülkeyi 25 yıl tek parti olarak yönetiyor. Devletin politikalarında CHP zihniyeti hâkim oluyor. Mustafa Kemal döneminde çok partili deneme 1930’da Serbest Fırka ile başlıyor. O da kapatılıyor. Aslında Türkiye’de ilk darbe 1925’te yapılıyor. Terakki Perver Fırkanın kapatılışı ilk darbedir. Çok büyük hatadır. Ben kitabımda öyle yazdım. Halbuki ilk başta çok daha renkli ve demokratik bir tablo varken bahsettiğim ilk darbe ile Mustafa Kemal tek karar verici oluyor.

TEK PARTİ DÖNEMİ FİKİR ADAMI BAKIMINDAN FAKİRLİK DÖNEMİDİR

Bugünkü deyimle o zamanki tek parti ve uygulamaları toplum mühendisliği projesi denilebilir mi?

Şüphesiz. Osmanlı aydınlarında da Batıya bakışta iki görüş var. Bir kısmı hem dinimize ve değerlerimize sahip çıkarken batının teknolojilerini, yeni siyasi sistemlerini alalım diyenler grubu. Diğeri batıdan yenilikleri alırken dini bırakalım diyen materyalist kafa var. O zaman batıda hem demokrasi de var, faşist otoriter rejimler de var. Dolayısıyla 1930’lar CHP’sinde de faşist uygulamaların etkilerini görüyoruz. Tarih Kurumunun “Türk ırkı” ile ilgili tezleri vardır. Karşı çıkan hocalar tasfiye edilmiştir. Tek partinin iki dönemini doğru değerlendirmek lazım. Mustafa Kemal dönemi İsmet İnönü dönemi olarak. Bugün CHP’ye saldırırken hep İnönü eleştiriliyor. Atatürk koruma kanunu ile korunduğu için hep İnönü üzerinden CHP’ye saldırılıyor. Aslında İnönü dönemi kısmi rahatlama dönemidir. Kazım Karabekir’in ev hapsi kaldırılmıştır. Kafatasçı yaklaşım reddedilmiştir. İmam-hatip, ilahiyat fakülteleri açılmıştır, çok partili sisteme geçişin ilk adımları o zaman atılmıştır.

Cumhuriyet döneminde entellektüel potansiyel bakımından da fakirleşme dönemidir. Osmanlı’nın son zamanlarının entellektüeli oldukça birikimlidir. Karşıt görüşlerin her iki cenahındakiler bugünün tabiri ile elitleri seviyesi çok yüksektir. Cumhuriyetin ilanı ve 1950 yılına kadar geçen zaman içinde fikri alanda, bilim alanında oldukça fakirleşme olmuştur. Hele din eğitimin yasaklanması başlı başına fecaat bir durumdur.

BEDİÜZZAMAN GİBİLERİN SAYESİNDE DİNİ YOK EDEMEDİLER

Çok partili hayata geçişte dış dinamiklerin etkisinin olduğu biliniyor. İç dinamiklerin etkisi var mıydı, varsa ne kadar vardı?

Çok partili sisteme geçiş, batıya dahil olmanın bir gereği görülüyor. Teslim edelim ki İnönü o zaman “Yeni bir dünya kurulur biz orada yerimizi alırız” diyerek çok partili hayata geçiyor. Rejimin çok iddialı totoliter hedefleri tam gerçekleşmiyor. Büyük iddiaları gerçekleşmiyor. Meselâ dini kurumlar üzerine kurulan baskılarla pozitivist propaganda ile zannettiler ki bu kadar baskıdan sonra din ortadan kalkar. Öyle olmadı tabii ki. Toplumda güçlü bir dindarlık vardı.

Bu arada haklarını teslim edelim başta Bediüzzaman Said Nursi gibi, Süleyman Tunahan gibi, Nakşi geleneğinden gelen âlimler bu baskılara karşı koyuyorlar. Bunu hiçbir şekilde şiddete başvurmadan fikren yapmışlar. Özellikle Bediüzzaman Said Nursi’nin yeri, etkisi kayda değerdir.

Hem dış dünyada meydana gelen değişimler hem içten gelen talepler hem de fikri karşı koymalar ile çok partili hayata geçiliyor.

Gerçi çok partili hayata geçiliyor ama rejimin sahipleri ve aktörleri zaman zaman gelip darbeler yapıyor. Aslında tek parti döneminin 1930’lu yılların ruhu ölmüyor. 27 Mayıs darbesi ile başlayan zaman zaman nükseden 1971 muhtırası, 1980 darbesi ve sonrası bu otoriter zihniyet hiçbir zaman muhafazakârlara olumlu bakmıyor. Bu zamana kadar demokrasinin önüne hep engel oldular.

OSMANLININ SON DÖNEMLERİNDE FİKRİ VE AYDIN POTANSİYELİ BAKIMINDAN ÇOK ZENGİNDİ

Dış dünyayı tanıyan birisi olarak bugünkü Türkiye hakkında bir değerlendirme yapacak olursak ne demek istersiniz? Ortamı, fikri zemini entelektüel potansiyeli nasıl görüyorsunuz?

Osmanlı’nın son dönemi fikri ve entelektüel olarak çok zengindi. Hem batıyı iyi biliyorlar hem İslâmi bilgi derinliğine sahiptiler. Özellikle “Genç Osmanlılar” böyledir. Cumhuriyetin ilk yıllarında tasfiye edildiler. Onun için bu dönemler bilgi ve fikri bakımdan fakirleşme dönemidir. Dini kurumları ortadan kaldırdılar. Rafine İslâmi bilgiye sahip kimse kalmadı. Laikler hep köydeki imamı tenkit ederler. Rafine bilgiye sahip olanları biçmiş tasfiye etmişsiniz geride kalanları tenkide hakkınız yoktur. Yabancı bir yazarın şöyle bir sözü var “Eğer tek bir fikriniz varsa söyleyecek fazla bir sözünüz yok demektir.

Laikçiler tek tip görüş dışında hiçbir görüşe saygı duymuyorlar. Farklı bir şey söylediniz mi klişe “Vatan haini”, “Dış güçlerin ajanı”… gibi yakıştırmalara baş vuruyorlar. Yurt dışına çıkınca bu tartışmaların çoktan bittiğini gördüm. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bu sözü çok saçma buluyorlar batıda. İlim sana bir çok şeyleri elde etmende işine yarayabilir. Ahlâk kazandırabilir mi? Nazilerin üst ırk teorisi ve uygulamaları bilimseldir. Sonra bu tezden çoktan vaz geçtiler.

Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasının yaklaşımı bizim yerli laiklerin yaklaşıma etkisi olmuş mudur?

Şüphesiz soğuk savaş döneminin kutuplaşması bizde farklı bir boyut kazanmıştır. Sağ sol gibi akımlar şeklinde. Yabancıların gözünden bizim ülkemize bakıp doğru tespitlerde bulunmuşlar. Meselâ kimisi hilafetin kaldırılmasını çok yanlış buluyor. Dil devrimin çok kötü bir şey olduğunu yazanlar var. İslâm hakkında güzel fikirleri olanlar var. Bizimkilerde ise hep suçlayıcı bir dil var. Suçlayıcı dil olduğunda uzlaşma olmadığı için kimse birbirinden bir şey öğrenemiyor. Ben Marksist düşüncede değilim ama bazen bir Marksist düşünceye sahip birisinden de öğrenebilecek bir şeyler olabileceğini düşünüyorum.

FİKİR VE DÜŞÜNCE TEMELİMİN OLUŞMASINDA BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR’UN ETKİSİ ÇOK FAZLADIR

Mustafa Akyol özeline gelmek istiyorum. Düşünce ve fikir yapınızın temelini oluşturan etkenler veya kişiler kimlerdir?

Dini konularda bir çok kaynak okudum. Tefsirler gibi. Ancak Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un etkisinin daha fazla olduğunu söyleyebilirim.

Risale-i Nur cemaatlerinden bir gruba mensubiyetiniz var mı? Bunu sormaktaki maksadım grup aidiyeti olduğu zaman bakış açısı ile dışarıdan Risale-i Nuru okuyup istifade edenler arasında yaklaşım ve yorum farkları olabilmektedir.

Ben herhangi bir cemaate ve gruba mensup değilim. Fakat Boğaziçi Üniversitesinde öğrenciyken Risale-i Nur okuyan arkadaşlarım oldu. Onların çay içilen, Risale okunan sohbetlerine katıldım, istifade ettim. Herhangi bir gruba mensup değilim derken o mensubiyeti yanlış bulmuyorum. Bilakis çok değerli buluyorum. Onun da artıları var. Tek başına okuyup kendinize ait düşüncelerin oluşmasının da artıları var. Ben Bediüzzaman’dan çok istifade ettim. Bana sorulsa, yirminci yüz yıl kahramanınız kim deseler. Bediüzzaman Said Nursi derim.

Niçin derim? Birincisi eserlerinin içeriği olarak derim. İkincisi, hayatı benim için çok önemli. Çok ciddi ve büyük hizmet yürütmüş, hayatını vakfetmiş ve en ufak bir menfaat sağlamamış olmasıdır. Biliyorsunuz dini istismar eden insanlar da oluyor. Bediüzzaman bunlarla asla mukayese bile edilemez. Son derce özverili ve fedâkar bir hayatı var.

Bediüzzaman dünyayı nasıl etkilemiş?” derseniz Türkiye’deki dinamik İslam ülkelerinde de etkili oluyor. Yirminci yüzyılda din sorundur diyen zihniyet önce Türkiye’de sonra İran’da sonra Suriye’de başa geliyor. Özellikle Irak ve Suriye laik Baas diktatörlükleridir. Baas diktatörlükleri laikperest denebilecek dine baskı uygulayan diktatörlüklerdir. İran’da Şah zamanında çok daha ileri gidiyorlar. Sokakta kadınların baş örtülerine el uzatıp çıkartıyor. Keza Cezayir, Tunus aynı. Laik istibdat yaklaşımına karşı da İslâmi istibdat karşı görüş olarak ortaya çıkıyor. Yani diyorlar ki, “Bu adamlar devleti ele geçirmiş laikliği dayatıyor. Biz de devleti ele geçirelim dini dayatalım.”

LAİK İSTİBDAT İLE İSLAMCI İSTİBDATIN METODLARI AYNI

Bu yaklaşım Kemalizmin enstrümanları değil mi?

Evet aynen öyle. İşte İran’da görüyoruz. Başörtüsünü zorla taktırıyor. Şah zorla çıkartıyordu bunlar da tersini dayatıyor. İbadeti zorla yaptırırsan İhlas olmuyor. O zaman bir faydası yok. Önemli olan insanlara tebliğ yapmak. Suudi Arabistan’da da polis insanları zorla camiye gönderiyor. Allah için mi namaz kılıyor polis için mi? Çok ciddi bir sorundur.

MİLLİ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNİN ÇIKARILMASI RİSALE-İ NUR HAREKETİNİN ETKİSİYLEDİR

Türkiye’nin dinamiklerine gelecek olursak. Milli Görüş, Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi’nin bölünmesinden sonra ortaya çıktı. İlk zamanlar devleti ele geçirip biz hükmedelim düşüncesi vardı. İktidar rantı ayrı bir konu tabii. Milli Görüş açıkça demokrasiye karşı olduğunu beyan etmiyordu ama tabanı demokrasiyi batı icadı diye düşünce olarak kabullenmiyordu. Dolayısıyla kötü bir şeydi onlara göre. Buna mukabil Türkiye’de Risale-i Nur hareketinin Milli Görüş çizgisine itibar etmemesi, demokrat çizgiyi savunması, batıya bakışta Bediüzzaman’ın tabiriyle “batı ikidir” batının kötü yönleri de iyi yönleri de vardır diyorlardı. Aşırı sola Marksizme itibar etmemesi, iktisadi yönden serbest piyasayı da kabullenmesi gibi düşüncelere sahiptiler. Milli Görüş gömleğinin çıkarılması Nur hareketinin etkisiyledir. Radikal olmadan Müslüman bir model olabileceğini gösterdiler. Bu kırılma 28 Şubat sürecinden sonra oldu. Demokrasi içinde dine hizmet mümkündür. Burada hakkı teslim ediyorlar mı bilmiyorum. Nur hareketine çok şey borçlular.

Siyasal İslam düşüncesinde ısrarla üzerine vurgu yapılan bir konu vardı. “İslâmın Dünya Görüşü” tezi çok dillendiriliyordu. Yönetim erkini ele geçirip zemin müsait hale getirildiği zaman insanlar İslâmı yaşarlar. İmanın uhrevi bakışı genelde sarf-ı nazar edilirdi. Halbuki ahiret hayatını dikkate almayan bir İslâm gerek bireyin gerekse sosyal hayata nasıl etki edecek? Bireysel paradigmalar İslâma göre şekillenmeden toplumsal değerler nasıl oluşur? Ahirete inanmayan insanların oluşturduğu İslami sistemde niçin insanlar hırsızlık yapmasın veya niye yalan söylemesin? İmanın uhrevi boyutu olmadan âhlak nasıl tanımlanacak?

Bu tam laik bakış açısıdır. Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Bunu şöyle formülüze edebiliriz? Siyasal İslamcı kafada hedef İslâmi bir devlet kurmak. İslâmi sistem, İslâmi düzen. Bu dünyaya adalet getirecek budur onlara göre.

İBADETİN ESASI İHLASTIR POLİS BASKISI İLE İBADETTE İHLAS OLUR MU?

Ama sadece dünya hayatını ilgilendiren boyutu değil mi?

Bu konuda Bediüzzaman’a bakıyorsunuz davasının, imanı kurtarmak, ahiretini kurtarmak diyor. Bu teze şöyle bir soru sormamız lazım: İslami düzen kuranlar, dünyayı kurtaranlar acaba insanların ahiretini de kurtaracaklar mı? Diyelim her sokak başına bir polis koyduk herkesin namaz kılmasını sağlayacak. Polis zoruyla herkesin İslâmı yaşadığı bir ortama laik gözle baktığınızda; “Oooo ne güzel İslami sistem tam olarak işliyor, herkes islâma göre yaşıyor” diyebilirsiniz. Oysaki ibadetin esası ihlastır. İhlas ibadetin Allah için yapılmasıdır. Hiçbir baskı altında kalmadan gönüllü olarak yapıp yapmadıkları çok önemlidir. Ama laik gözle önemli olmayabilir. Laik gözle İslami rejimi kurduk biz de tepeye oturduk, her şey kontrolümüz altında. Tabii bunu rantı da var ayrı mesele. Buna Suudi Arabistan örnek teşkil edebilir. Acaba Suudi yönetimi insanların ne kadarı ihlasla namaz kılıp kılmadığını önemsiyor mu? Laik gözle önemli değil. İhlasa uygun düşmeyen yönetimin başka yönden vebali olabileceğini düşünüyorum.

Dolayısıyla Bediüzzaman’ın imanı, ahiret inancını dikkate alan düşünceden doğru bir siyasi perspektif çıktığını düşünüyorum. Hedefiniz bu olunca ortaya demokratik bir davranış ortaya çıkıyor.

Röportaj: Dursun Sivri / Foto: Esad Sivri / www.RisaleHaber.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: