Bediüzzaman Konusunda Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’den Mustafa İslamoğlu’na Cevap!

Evvela şunu ifade edelim ki, Mustafa İslamoğlu bir İslam âlimi değildir. Kur’an Meali ile hüküm çıkaracak kadar perişan eserleri vardır. En büyük özelliği selef-i sâlihîn dediğimiz eski büyük müçtehitlere ve âlimlere (Kadı Iyaz ve İmam Süyuti gibi) dil uzatmak ve imanın altı rüknünden biri olan kaderi inkâr edecek şekilde fütursuz açıklamalar yapmaktır. Son zamanlarda cehlini gösterir derecede Bediüzzaman’a ve onun eserlerine çatmaya başlamış ve baltayı taşa vurmuştur. Biz bazı iddialarına cevap vereceğiz.

1.       BEDÎÜZZAMAN ÜNVANI

Evvela İslamoğlu, Allah’ın hangi isimlerinin sadece Allah için (Allah ve Rahman gibi) ve hangi isimlerinin hem kullar ve hem de Allah için ama farklı manalarda kullanıldığını bilmemektedir. Zira ehl-i sünnetin kelam derslerini okumadığını tahmin ediyoruz. Yahut okuyup da ona itibar etmediğini zannediyoruz. Bedîüzzaman kelimesinin ma’nâsı şudur;

1. Zamanın harikası.

2. Asrın mükemmel insanı.

Yani insanlar için kullanıldığında, lûgat ma’nâsı itibariyle, kendi zamanının eşsiz şahsiyeti, benzeri görülmemiş garîbi, emsâli olmayan hârikası ve saire demektir. Terim olarak ise, Bedîüzzaman ünvânı, insanlar arasında emsâli bulunmaz derecede zeki ve kuvve i hafızası şaşılacak derecede yüksek olan kimselere verilmiştir. Bedîüzzaman i Hemedanî,  Bedîüzzaman-ı Cezerî  de tarihde bu ünvanı alanlardandır. Tarihde bir kaç Bedîüzzaman gelmiş geçmiş. Fakat hem zekâ ve hıfzda, hem idrak ve kavrayışta, hem hal ve davranışta, hem kıyafet ve harekette, hem tarz ı beyân ve üslub cihetlerinde hiç birisi Bedîüzzaman Sa’îd i Nursî’ye benzememektedir. Yani Sa’îd i Nursî gerçekten ve vakı’a olarak herşeyi ile zamanın Bedi’idir. Hatta meslek ve meşrebi de, davası ve mücahadesi de bambaşkadır, garibtir, bedi’dir.

Bedîüzzaman Hazretleri, kendisine zamanın din Âlimlerinin büyükleri, hatta ehl i siyâset ve mekteb muallimleri bile “Bedîüzzaman” ünvânını verdikten sonra, kendisi de bazen te’lifatında bu ünvânı imza yerinde kullanmasına bazı itirazlar geldiği zaman, şöyle izah edip cevab vermiştir:

Sual: Sen imzanı bazen Bedîüzzaman yazıyorsun. Lâkab medhi imâ eder?

Cevab: Medih için değildir. Kusurlarımın sened i özürünü bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi’, garîb demektir:

Benim ahlâkım suretim gibi, üslûb u beyânım elbisem gibi garîbtir, muhâliftir. Görenekle revaçta olan muhâkemât ve esalibi, üslûb ve muhâkemâtıma mikyas ve mihenk i itibar yapmamayı bu ünvânın lisân ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım Bedi’, acîb demektir.

الَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ * كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ (Acayip varlıkların nazarında ben bir garip varlığım. Ömrüme yemin ederim ki, benim de tek gayem garip şeylerdir) beytine mâsadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm. 

Yine bu ma’na için başka bir eserinde şöyle demiştir:

Şimdi anlıyorum ki: Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı benim değildir. Belki Risâle i Nur’un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.

2. MEVLÂNÂ ÜNVANI

İslamoğlu sadece kelam ilmini değil İslam tarihini de bilmemektedir. Zira Mevlânâ ünvanı başta Mevlânâ Celaleddin olmak üzere büyük âlim ve kutuplar için hep kullanılagelmiştir. Kaldı ki, Bediüzzaman bu ünvanı pek kullanmamıştır. Kullar için kullanılan Mevlânâ tabiri ile Allah için kullanılan Mevlânâ tabiri mana itibariyle farklıdır. Bu iftirasıyla, hem eski âlimler, kutuplara ve hem de İslam tarihine hakaret etmekte ve kendi cehaletini ispat eylemektedir.

Mevlânâ ünvanı, efendimiz anlamına gelen ve bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesidir. Daha çok, Hâlid-i Bağdâdî, Celaleddin-i Rumî, Abdürrahman-ı Cami gibi bazı âlimler için kullanılmaktadır.

3. CİFİR İLMİ VE İŞÂRÎ TEFSİR MESELESİ

Bu konuda İslamoğlu’nun tamamen cahil olduğu ve iddiasının aksine Nurları anlayarak okuyamadığı, ithamlarından hemen anlaşılmaktadır. Bu iddiayı evvela Albdülhakim Arvâsî diline dolamış ve ehl-i ilimden cevabını almıştır. Biz konuyu, Bilinmeyen Bir Dâhî Bediüzzaman Said Nursî adlı eserimiz ile Bediüzzaman ile alakalı kitabımızın III. Ciltte de ayrıntılarıyla açıkladık. Ayrıntıları bu iki kitaba bırakarak neticeyi aktarıyoruz:

Bedîüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiç bir zaman “Âyetin açık mânâsı budur.” dememiştir. Söylediği şudur: “Ayetin sarîh manasının altında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, İşârî ve remzî manadır. İşârî mana da bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları bulunur.” Ve devam ediyor: “İşte mâdem bu tevâfuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve mâden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekvîniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lisan-ül-gayb olan Kur’ân-ı Mu’ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevâfukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.

Tekrar da olsa şu üç hakikatı buraya almak istiyoruz:

Evvelâ; Resûlullah’ın da beyânına göre, Kur’an âyetle¬rinin zahirî, bâtınî, İşârî, sarih ve remzî çok mânâları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. “Her âyetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var” şeklindeki hadis, bu mânâya işaret etmektedir. Zira Kur’ân’ın muhatabı bütün insanlardır. Kur’ân, kâinat kitabının tercümesidir. Kâinatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur. Hâdiselerin satırları altında gizlenen hakikatları ortaya çıkaracak olan da yine Kur’ân’dır. Dolayısıyla İslâm ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarâhat demiyoruz, işâret diyoruz. Bu ifadeye dikkat etmek gerekir.

İkincisi: Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle müslüman âlimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve câmia ilmi” diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı câhiller tara-fından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkârı da mümkün değildir. Cifir, kaza levhası; câmia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah’ın kader ve kazâ levhlerinde olmuş yahut olacak bazı şeyleri, yine Allah’ın koyduğu işaret ve gösterdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir. Bu ilmin nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. Çünkü İmâm-ı Gazâlî ve İbn-i Kemâl gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali’nin, bu ilmi Resûlullah’dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kullananlardan biri de, Bedîüzzaman’dır. Kur’ân, “Beldetün Tayyibetün” ifadesiyle İstanbul’un fethine işaret ettiği gibi, Mu’avvizeteyn sûresiyle de 1971 hâdiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka câhilliktir. Konuyu fazla uzatmak istemiyoruz .

Üçüncüsü: İbn-i Kemâl bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risâlet’ül-Münîre” adlı eserinde şöyle belirtmektedir: “Büyük evliyâların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihrâcı gibi. Yani evliyâlar, Kur’ân âyetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resûlullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihrâç etmişler¬dir. Bu onlara ilhâm nuruyla müyesser olur (sh.8)”.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduztwitter.com/AhmetAkgunduz

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: