Hizb-ül Kur’an’daki Ayetlerin Risale-i Nur ile İzahı

Meal:
1. Fatiha Sûresi 1
1. Rahman, Rahim Olan Allah’ın Adıyla 2
2. Hamd (övme ve övülme) 3 âlemlerin Rabbi 4 Allah’a mahsustur.
3. Rahman, Rahim olan (Allah’a).5 (Rahman, Dünyada iman eden ve etmeyen herkese; Rahim de, yalnız ahirete imanla gelmiş olanlara, rahmet eden demektir).
4. Ceza (ahiret) gününün 6 hâkimidir.
6. Bizi doğru yola ilet. 7
7. Nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil. 8

Açıklamalar:

1. “Üslûb-u Kur’anın o kadar acîb bir cem’iyeti var ki, birtek sure, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur’anîyi içine alır. Birtek âyet, o surenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sure, surelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’andır. İşte şu i’cazkârâne îcazdan bir lütfu irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kur’ana muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur’anı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur’andan mahrum kalmamak için, her bir sure birer küçük Kur’an hükmüne, hatta her bir uzun ayet birer kısa sure makamına geçer. Hatta, Kur’an Fatiha’da, Fatiha dahi Besmele’de münderic olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikata bürhan ise, ehl-i tahkikın icmaıdır.” ( Yirmi Beşinci Söz Birinci Şule İkinci Şua Beşinci Lem’a Birinci Işık, s.398)

” ‘And olsun ki Biz sana, her zaman tekrarlanan yedi ayetli Fatiha’yı verdik.’ (Hicr Suresi, 15:87) ayetidir. Şu cümle (bk. Hicr Sûresi 87.âyet, s.34) Kur’an-ı Azîmüşşan’ı ve Fatiha Suresi’ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi, Kur’anın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve altı erkân-ı imaniye ile beraber hakikat-ı İslâmiyet olan yedi esası, Kur’anın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette isbat eden ve ‘Sebu’l mesânî’ nuruna mazhar bir âyinesi olan Risale-i Nur’a cifirce dahi işaret eder.  Çünkü, ‘ Biz sana, her zaman tekrarlanan yedi ayetli Fatiha’yı verdik.’ makam-ı ebcedîsi binüçyüz otuzbeş (1335) adediyle Risale-in Nur’un Fatihası olan İşarat-ül İ’caz tefsirinin Fatiha Suresi’yle Elbakara Suresi’nin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan bin üçyüz otuz beş veya altıya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emaredir. (Ş., Birinci Şua Dördüncü Ayet-i Meşhure, s.693) (bk. S., Dokuzuncu Söz Üçüncü Nükte, s.41; İİ., İman-ı Bilgayb, s.42)

2 “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı hâliyle vird-i zebânıdır.(…) zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç, ‘Bismillah’ der. Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, ‘Bismillah’ der. Matbaha-i Kudret’ten bir kazan olur ki; çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor. Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar ‘Bismillah’ der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzak namına en latif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar. Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, ‘Bismillah’ der. Sert olan taş ve toprağı deler geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona müsahhar olur.” ( S.,Birinci Söz, s.6)

“Hazine-i Rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: ‘Bismillahirrahmanirrahîm’ dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır.” (L., On Dördüncü Lem’a İkinci Makam Altıncı Sır, s.102)

“Cenab-ı Hakk’ın adl ve hikmet içindeki İsm-i ‘Hak ve Rahmanurrahîm’in cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hacatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile “Hak” ve “Rahman”, “Rezzak” ve “Rahîm”, “Kerim” unvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.” (S., Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıf Üçüncü Nükte, s.643) (Ayrıca bk. S., Otuzuncu Söz İkinci Maksad, s.558; MN., Hubab, s.95; İİ., Sure-i Fatiha, s.15)

3 ” ‘Lehül hamd’ Yani, hamd ve sena, medih ve minnet Ona mahsustur, Ona layıktır. Demek nimetler Onundur ve Onun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimidir.” (…) ” ‘Lehül hamd’ kelimesiyle yani hamd ve şükür ile yani nimetten in’amı hissetmekle, yani Mün’imi tanımakla ve in’amını düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in’amının devamını düşünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapısını sana açar.”

“Ezelden ebede kadar, her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü sena O’na aiddir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemal ve cemal ve medar-ı hamd olan herşey O’nundur, O’na aiddir.” (M., Yirminci Mektub Bir ve İkinci Makam Beşinci Kelimeler, s.225 ve 236) (Ayrıca bk. Ş., On Beşinci Şua Birinci Makam Birinci Kısım Beşinci Kelime ve Fatiha-i Şerîfenin Bir Muhtasar Hülasası, s.600 ve 608; İİ., Sure-i Fatiha, s.13-17; EL-II., Tercümenin Bir Hülasası, s.95)

4 ” İşte onun gibi, ‘ Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.’ (Fatiha Suresi, 1:2) dahi, pek çok hakaikı câmi’dir. Ehl-i keşf ve hakikat, keşiflerine göre ayrı ayrı beyan ederler. Ben de böyle fehmederim ki: Semavatta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı herbiri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkat, birer âlemdir. Hattâ herbir insan dahi, küçük bir âlemdir. ‘Âlemlerin Rabbi’ tabiri ise, “Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir.’ demektir.” (M.,Yirmi Altıncı Mektub Dördüncü Mebhas Birinci Sual, s.328)

5 “Evet, kâinatta rahmetin mevcudiyeti ve hakikatı, aynen güneşin ziyası gibi görünür. Ve ziyanın güneşe kat’î şehadeti misillü, bu geniş rahmet dahi, perde arkasında bir Rahman-ı Rahîm’e şehadet eder. Evet, rahmetin bir ehemmiyetli kısmı rızıktır ki, Rahman’a Rezzak manası verilir. Rızık ise, o derece zahir bir tarzda bir Rezzak-ı Rahîm’i gösterir ki; zerre kadar şuuru bulunan tasdike mecbur olur.(…) Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sünbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüzbinler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki; o sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve nimetler mikdarınca diller ile ve ayrı ayrı, küllî ve cüz’î lisanlar ile bir Rahman-ı Rezzak’ı, bir Rahîm-i Kerim’i bütün bütün kör olmayana gösterir.” (Ş., On Beşinci Şua Fatiha-i Şerîfenin Bir Muhtasar Hülasası Üçüncü Kelime, s. 609) (Ayrıca bk. S., Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıf İkinci Mebhas, s.637; İİ., Sûre-i Fatiha, s.15)

6 ” ‘Yevm = Gün’ tabiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir. Şöyle ki: Sâniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehâl ötekiler de devirlerini ikmal edeceklerine kanaat hâsıl olur. Kezalik yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde tayin edilen manevî millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de (velev uzun bir zamandan sonra olsun) devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir. Ve keza bir gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin (haşrin tulû’-u fecriyle, şahsı bir nev’ hükmünde olan) insanlara ihsan edileceğine şübhe edemez.
‘ Dîn = Ceza, hesap’ kelimesinden maksad; ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür.. veya hakaik-ı diniyedir, çünkü hakaik-ı diniye o gün tam manasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür.” (İİ., Sûre-i Fatiha, s.20)

7 “Cem’ sîgasiyle zikredilen ‘ Na’budu = Kulluk ederiz’ deki zamir, üç taifeye işarettir. Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün a’za ve zerrata raci’dir ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur. İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriata itaat etmiş olur. Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tâbi’ olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur.”(İİ., Sûre-i Fatiha, s.21) (Ayrıca bk. Ş., On Beşinci Şua Fatiha-i Şerîfenin Bir Muhtasar Hülasası Beşinci Kelime, s.612; S., Yirmi Dördüncü Söz İkinci Meyve, s. 362; M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Birinci Kısım Altıncı Nükte, s.393)

8 ” ‘İhdinâ = Bize hidayet et.’ dört masdardan müştaktır. Mesela, bir mü’min hidayeti isterse, ‘İhdinâ = Bize hidayet et.’ sebat ve devam manasını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade manasını, fakir olan isterse i’ta manasını, zayıf olan isterse iane ve tevfik manasını ifade eder.(…) İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.” (İİ., Sûre-i Fatiha s.22) (Ayrıca bk. M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Birinci Kısım Yedinci Nükte, s. 395; Ş., On Beşinci Şua Fatiha-i Şerîfenin Bir Muhtasar Hülasası Altıncı Kelime, s.615)

9 “Evet, Adem (as) zamanından beri, beşeriyette iki cereyan-ı azîm birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, istikamet yolunu takib ile nimet ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman; kâinatın hakikî güzelliğine ve intizam ve kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden, hem kâinat sahibinin lütuflarına, hem iki cihanın saadetine mazhar olup beşeri, melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeğe vesile olarak dünyada iman hakikatlarıyla manevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı bir vesile-i azab ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlahî ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevî cehennemde olup, âhirette daimî bir azap çekmeğe müstehak eder.” (Ş., On Beşinci Şua Fatiha-i Şerîfenin Bir Muhtasar Hülasası Yedi ve Sekizinci Kelimeler, s.616-618) (Ayrıca bk.Nisa Sûresi 69.âyet ve açıklaması, s.10; İİ., Sure-i Fatiha, s.24)

Meal

2.Bakara Sûresinden
Rahman, Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Elif. Lam. Mim.1
2. Bu O kitaptır ki onda şüphe yoktur.2 Müttakiler için rehberdir.
3. Onlar, gaybe iman ederler,3 namazı dosdoğru kılarlar 4 ve kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar.5
4. Onlar sana indirilene (Kur’an’a) ve senden önce indirilen kitaplara da kesinkes inanırlar.6 Ahirete de şüphesiz bir bilgi ve inanç beslerler.7
5. İşte onlar Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridirler.8 (…)

Açıklamalar
1 “Sûrelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaa İlahî bir şifredir. Has abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i hastadır, hem onun veresesindedir. Kur’an-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitab ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi’ çok mütenevvi’ vücuhları, mânaları olabilir.” (M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Birinci Kısım Üçüncü Nükte, s.390)

“İşte, evâil-i sûredeki (Ha Mim), (Ta Sin), (Elif Lam Mim) gibi hurûf-u kudsiye-i şifre-i İlâhiye hava zerrâtı içinde, zamansız münâsebât-ı dakika-i hafiye tellerini ihtizâza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını ve ferşten Arşa mânevî telsiz telefon muhâberât-ı kudsiyeyi îfâ etmeleri, o şifre-i kudsiye-i İlâhiyenin şe’nindendir ve vazifesidir ve gayet mâkuldür.” (O.L.,Yirmi Sekizinci Lem’a, s.610) (Ayrıca bk. İİ., Sûre-i Bakara, s.31-34; S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizât-ı Kur’aniye Risalesi- Birinci Şule Birinci Şua İkinci Suret Üçüncü Nokta, s.374)

2 “İşte Rabbimizi bize târif eden Kur’an-ı Hakîm; şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. Şu sahâif-i Arz ve Semâda müstetir künûz-u Esmâ-i İlahiyenin keşşafı.. Şu sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı (…)Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakîkisi, mürşid ve hâdîsi.. Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir ve mârifet gibi; bütün hâcât-ı maneviyesine karşı birer kitap ve bütün ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıdıkînin, asfiya ve muhakkikînin (her birinin) meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir ‘Kütübhane-i Mukaddese’ dir. (S., On Dokuzuncu Söz-Risalet-i Ahmediye’ye Dairdir- On dördüncü Reşha, s.242)

“Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanın altı ciheti parlaktır ve nurludur. Evham ve şübehat içine giremez. Çünki arkası Arş’a dayanıyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var. Ebede, âhirete el atmış; Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i’caz parlıyor. Altında bürhan ve delil direkleri var. İçi hâlis hidayet. Sağı “Akıl etmezler mi?” (Yasin Suresi, 36:68) ler ile ukûlü istintakla ‘Sadakte’ dedirtiyor. Solunda; kalblere ezvak-ı ruhanî vermekle, vicdanları istişhad ederek ‘Bârekâllah’ dediren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’a hangi köşeden, hangi evham ve şübehatın hırsızları girebilir!..” (M., On Dokuzuncu Mektub-Mu’cizât-ı Ahmediyye Risalesi- On sekizinci İşaret Üçüncü Nükte, s.189) (Ayrıca bk. S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizât-ı Kur’aniye Risalesi- Birinci Şule Birinci Şua İkinci Suret İkinci Nokta, s.373; İİ., Huruf-u Mukatta’a ve İ’caz-ı Kur’an, s.36 ve 124; STİ., Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası, s.30; EL-II., Tercümenin Bir Hülâsası, s.92)

3 “Gaybe…”(Bakara Suresi, 2:3)Yani, nifaksız ihlas-ı kalb ile iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya âlem-i gayba iman ediyorlar. İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdik etmekten hâsıl olan bir nurdur.” (İİ.,İman-ı Bilgayb, s.41)

4 “Evet, nasıl ki Fâtiha Kur’ana, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünki namaz; savm, hac, zekât ve sair hakikatları hâvi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlûkatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin nümunelerine de şamildir. Meselâ: Secdede, rükû’da, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir. (…) Namaz, kalblerde azamet-i İlâhiyyeyi tesbit ve idame… ve akılları Ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyyenin kanununa itaat.. ve nizam-ı Rabbânîye imtisal ettirmek için yeğane İlâhî bir vesiledir.” (İİ., İmanı Bilgayb, s.42,43)

5 “Namaz (İmadüddîn) ‘yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekat da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. Bunun için birbirine bağlanmışlar.(…)

Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hürmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır. Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavîsine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesadlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün. Birisi: ‘Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün bana ne.’

İkincisi: ‘Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.’

Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmağa yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.

Nev’-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevkedip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.’ (İİ., Sadaka, s.45) (Ayrıca bk. S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizât-ı Kur’aniye Risalesi- Birinci Şule Birinci Şua İkinci Suret Birinci Nokta, s.371)

6 “Ey insanlar! Kur’ana îman ettiğiniz gibi kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’an, onların sıdkına delil ve şahiddir.(…) Ey ehl-i kitab! Geçmiş olan enbiya ve kitablara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’ana da iman ediniz! Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitablarının sıdkına olan deliller, hakikatıyla, ruhuyla Kur’anda ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyle ise, Kur’an Allah’ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarîk-i ûlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” (İİ., İmanı Bilahiret, s.49)

7 “Bu âyet, haşir mes’elesine işarettir.(…) Kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Bu şahidleri tezkiye eden, istikra-i tamdır ki; her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şahid-i âdildir. Ve keza yevm ve sene vesaire gibi her nev’de, nev’î bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza beşerdeki istidad, kıyamete bir remizdir. Ve keza beşerin gayr-ı mütenahî meyil ve emelleri, kıyameti ister. Ve keza Sâni’-i Hakîm’in rahmet hazinesinin mahall-i sarfı, ancak kıyamet ve haşirdir. Ve keza sıdk ve emanetle maruf Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sarahaten ilân ediyor. Ve keza Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan “O sizi halden hale sokarak yaratmıştır. (Nuh Suresi, 71:14) * “Rabbin, kullarına haksızlık edecek değildir.” (Fussilet Suresi, 41:46) âyetleriyle ve bu âyetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat’iyyetle isbat ediyor. İşte tam ona baliğ olan şahidler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, o Cennet’in kapılarını açarlar.” (İİ., Delail-i Haşr, s.53) (Ayrıca bk. S., Yirmi Dokuzuncu Söz İkinci Maksad, s.515; İİ., Kıyamet ve Ahiret Üç ve Dördüncü Noktalar, s.144)

8 “…işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”(Bakara Suresi, 2:5) da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cennet’i düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-yı İlahîyi rica eder. Bir kısım, rü’yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hâkeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur’an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok manaları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte ‘felaha erenler..’ der. Neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: ‘Ey müslümanlar! Müjde size. Ey müttaki! Sen Cehennem’den felah bulursun. Ey sâlih! Sen Cennet’e felah bulursun. Ey ârif! Sen rıza-yı İlahîye nail olursun. Ey âşık! Sen rü’yete mazhar olursun.’ ve hâkeza..” (S., Yirmi Beşinci Söz Birinci Şule İkinci Şua Birinci Lem’a, s.394) (bk. İİ., Delail-i Haşr Beşinci Me’haz, s.63)

Meal
2. Bakara Sûresinden
163. İlahınız bir tek İlah’tır.1 O’ndan başka İlah yoktur. Rahman’dır, Rahim’dir.164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında; gece ile gündüzün ardı ardınca gelişinde, insanlara menfaat veren şeyle akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de onunla ölü toprağı diriltip orada her türlü hayvanı yaymasında, rüzgârları evirip çevirmesinde ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutta, akıllarını çalıştıran bir toplum için deliller vardır.2

185. O Ramazan ayıdır ki Kur’an, insanları irşat için ve hak ile batılı ayırmanın açık delilleri olarak onda indirilmiştir.3 Kim içinizden o aya erişirse, orucunu tutsun. Kim de hasta veyahut seferde bulunursa, diğer günlerde sayısınca oruç tutar. Allah size kolaylık istiyor, size zorluk istemiyor. (Bunu istemesi) sayıyı tamamlamanız ve sizi ilettiği şeye karşı Allah’ı ta’zim etmeniz içindir. Umulur ki, şükredersiniz.

186. Kullarım sana Ben’i sorarlarsa, şüphesiz Ben yakınımdır.4 Dua edenin dua ettiği zaman duasına icabet ederim.5 Öyleyse onlar da bana icabet etsinler ve bana iman etsinler, belki onlar doğruyu bulurlar.

Açıklamalar:

1 “Hâkimiyetin en esaslı hassası; istiklaldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zaîf bir gölgesi; âciz insanlarda dahi, istiklaliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar bu redd-i müdahale haysiyetiyle masum evlâdlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikak kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası; istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir. İşte bu çok esaslı hâssa içindir ki, rububiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlahiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı reddettiğinden, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi, gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip; şirki, iştiraki azim tehditlerle reddediyor.(…) Çünkü; gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve muvazene-i kâinat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti.” (L., Otuzuncu Lem’a Dördüncü Nükte Beşinci İşaret, s.324) “Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sahifeleriyle, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütün azâsıyla, cevarihiyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delalet eder. Yani bu kâinat, ihtiva ettiği bütün envâiyle (Allah’tan başka ilâh yoktur.) ve o âlemlerin erkâniyle (…) ve o zerratın tarlası olan esîriyle (Ondan başka ilah yoktur.) söyleyerek; bütün enva’ıyla, erkânıyla, azâsıyla, eczasıyla, hüceyratıyla, zerratıyla, esîriyle (ellibeş lisan ile) vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ve delâlet eder.” (MN., Katre Birinci Bab, s.54) (Ayrıca bk. S.,Otuz İkinci Söz ve Otuz Üçüncü Söz Yirmi Dokuzuncu Pencere, s.590-650 ve 682; M., Yirminci Mektub İkinci Makam Birinci Kelime, s.229; Ş., İkinci Şua Üçüncü Makam ve Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra-İkinci Bab Bir ve İkinci Menzil, s.28 ve 150-165; MN., Lem’alar ve Nokta, s.10-20 ve 246-257)

2 ” İşte Cenab-ı Hakk’ın kemâl-i kudretini ve azamet-i rububiyetini gösteren ve vahdaniyetine şehadet eden semavat ve arzın hilkatindeki tecelli-i saltanat-ı uluhiyet; ve gece gündüzün ihtilafındaki tecelli-i rububiyet; ve hayat-ı içtimaiye-i insana en büyük bir vasıta olan gemiyi denizde teshir ile tecelli-i rahmet; ve semadan âb-ı hayatı ölmüş zemine gönderip zemini yüzbin taifeleriyle ihya edip bir mahşer-i acaib suretine getirmekteki tecelli-i azamet-i kudret; ve zeminde hadsiz muhtelif hayvanatı basit bir topraktan halketmekteki tecelli-i rahmet ve kudret; ve rüzgârları, nebatat ve hayvanatın teneffüs ve telkîhlerine hizmet gibi vezaif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecelli-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve âsuman ortasında vasıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i acaib gibi muallakta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına davet etmek gibi teshirindeki tecelli-i rububiyet gibi mensucat-ı san’atı ta’dad ettikten sonra aklı, onların hakaikına ve tafsiline sevkedip tefekkür ettirmek için (Kur’an) “…akıllarını çalıştıran bir toplum için deliller vardır.”(Bakara Suresi, 2:164) der.

Onunla ukulü îkaz için akla havale eder. ” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi-İkinci Şule İkinci Nur İkinci Nükte-i Belagat, s.417)

“Ey arz ve semâvâtın Hâlik-ı Zülcelâli! Senin Kur’an-ı Hakîminin talimiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de: Arz bütün mahlûkatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler.” (Ş., Üçüncü Şua-Münâcât-, s.46) (Ayrıca bk. S.,Otuz Üçüncü Söz Altıncı Pencere, s.657; Ş.,Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra- Birinci Makamın İkinci Mertebesi, s.108)

3 “Kur’an-ı Hakîm, mâdem Şehr-i Ramazan’da nüzûl etmiş; o Kur’anın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hacat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlattan tecerrüd ve ekl ü şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’anı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem (a.s.m.)dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’anın hikmet-i nüzûlünü bir derece göstermektir.” (M., Yirmi Dokuzuncu Mektub İkinci Kısım- Ramazan Risalesi-Altıncı Nükte, s.401)

4 “Cenab-ı Hak bize gayet karibdir; biz ondan gayet derecede uzağız. Nasılki Güneş, elimizdeki âyine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer Güneş’in şuuru olsaydı, bizimle âyinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzağız. Bilâ-teşbih velâ-temsil; Şems-i Ezelî, her şey’e herşeyden daha yakındır. Çünki Vâcib-ül Vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derece O’ndan uzaktır.” ( M., Yirmi Dördüncü Mektub İkinci Zeyli Dördüncü Nükte, s.306) (Ayrıca bk. S.,On Altıncı Söz Üçüncü Şua ve Otuz Birinci Söz-Mi’rac-ı Nebeviye(asm)Dairdir- İkinci Esas, s.197 ve 568)

5 “Şu ayetler, duanın mühim bir esas-ı ubudiyet olduğunu gösteriyor. Ey hakikat-ı halden gafil müddeî! Dava ediyorsun ki: ‘Dua ediliyor, cevab verilmiyor. Âyet ise âmmdır.’Evvelen: Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Belki cevab vermek daimîdir. Fakat is’af-ı hacet, mücîbin hikmetine tâbidir. Meselâ sen, tabibi çağırıyorsun. Dersin ki: ‘Ey hekim!’ O da cevaben: ‘Lebbeyk’ der. Sonra dersin: ‘Bana şu taamı veyahut şu dermanı ver.’Hekim bazan münasib gördüğü matlubu aynen verir; bazan istediğinden daha a’lâsını verir; bazan da, senin hastalığına zarar olduğu için, cevab verdiği halde sana bir şey vermez. Dua, bir nevi ibadet olduğu için, hâlis olmak gerektir. Tâ ki kabul olunsun. İbadetin semeratı ise uhrevîdir. Dünyevî işler, o ibadatın evkat-ı mahsusalarıdır. Meselâ yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’ edilmemiştir. Umûr-u dünyeviye niyet edilse, o ibadet olan dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz. (NİK., Sekizinci Ders, s.52)”Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki; onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşey’e yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerim zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp “Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.”(Fatiha Suresi, 1:2) der..” (M., Yirmi Dördüncü Mektub Birinci Zeyl Dördüncü Nükte, s.302)

Meal
2.Bakara Sûresi’nden

216. Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı.1 Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için daha hayırlıdır. Ve olur ki sevdiğiniz bir şey sizin için şerlidir.2 Allah bilir de siz bilmezsiniz.

254. Ey iman edenler, onda ne alışveriş, ne dostluk, ne de şefaatin olmadığı gün gelmeden önce, size rızk ettiklerimizden Allah yolunda harcayın. Kâfirler, zalimlerin tâ kendileridir.

255. Allah (öyle Allah’tır ki) O’ndan başka ilâh yoktur.3 Gerçek hayat sahibidir, her şeyi ayakta tutandır. O’nu ne uyuklama, ne de uyku tutmaz.4 Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O’nun izni olmadan, O’nun yanında kim şefaat edebilir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar ise, O’nun dilediğinden başka, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları korumak O’na ağır gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.5

256. Dinde zorlama yoktur; 6 doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık kim tağutu (batıl tanrıları) 7 inkâr ederse, kopması olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır.8 Allah hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir.

257. Allah iman edenlerin yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin ise dostları tağuttur; onları nurdan karanlıklara çıkarır.9 İşte onlar cehennem arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.

Açıklamalar:

1 “Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalîl kabûl edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; hâlbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur.” (M., On İkinci Mektub İkinci Suâliniz, s.43)

2 “İhtiyarlık, hastalık ve benim yüzümden mâsum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurların ta’til ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inayet-i Rabbaniye imdada yetişti. Birden o koca hapishaneyi bir Dershane-i Nuriyeye çevirip bir Medrese-i Yusufiye (A.S.) olduğunu isbat ederek, Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hattâ o ağır şerait içinde Nur’un kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat Risalesi’nden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata başladılar. O musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi. “Bakarsınız sizin hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda hayırlı olur.” (Bakara Suresi, 2:216) sırrını tekrar gösterdi.” (L., Yirmi Altıncı Lem’a -İhtiyarlar Lem’ası- On Altıncı Rica, s.264) (Ayrıca bk. Ş., On Üçüncü Şua ve On Dördüncü Şua, s.324 ve 481; EL-I., s.26, 72, 199 ve 245; KL., s.212)

3 “Kâinatta görünen Tanzimat, nizamat, müvazenat kabza-i tasarrufunda bir mizan ve nizam bulunan Hâlık’ın vücub-u vücuduna delalet etmekle “O Allah ki, Ondan başka ilâh yoktur.” (Bakara Suresi, 2:255) cümlesini okur.

Ve keza kâinatta intizam ve ıttırad hüküm-fermadır. Bu iki sıfat, mutasarrıfın vahdetine ve bir olduğuna şehadet etmekle “O Allah ki, Ondan başka ilâh yoktur.” (Bakara Suresi, 2:255) hakikatini ilân ediyor.” (MN., Katre Birinci Bab, s.55; ayrıca bk.Nokta, s.246)

4 “Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizâtihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zât-ı Zülcelal’in kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi (Leyse kemislihi şey’ün.) dür. Yani ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.” (L., Otuzuncu Lem’a Altıncı Nükte Birinci Şua, s.341) (Ayrıca bk. M., Yirminci Mektub İkinci Makam Altıncı Kelime, s.238)

5 “İşte Ayet-el Kürsî’de on cümle ile on tabaka-i tevhidi ayrı ayrı renklerde ispat etmekle beraber “Onun katında, Onun izni olmaksızın kim şefaat edebilir?” (Bakara Suresi, 2:255) cümlesiyle, gayet keskin bir şiddetle şirki ve gayrın müdahalesini keser, atar. Hem şu âyet İsm-i Âzamın mazharı olduğundan, hakaik-ı İlâhiyeye ait mânâları âzamî derecededir ki, âzamiyet derecesinde bir tasarruf-u rububiyeti gösteriyor. Hem umum semâvat ve arza birden müteveccih tedbir-i ulûhiyeti en âzamî bir derecede, umuma şamil bir hafîziyeti zikrettikten sonra, bir rabıta-i vahdet ve birlik ciheti, o âzamî tecelliyatlarının menbalarını “O, çok yüce, çok büyüktür.” (Bakara Suresi, 2:255) ile hûlâsa eder.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi- İkinci Şule İkinci Nur Altıncı Nükte-i Belâgat, s.421)(Ayrıca bk. Ş., On Birinci Şua-Meyve Risalesi- On Birinci Mes’elenin Haşiyesinin Bir Lahikasıdır, s.270)

6 “Bir İslâm memleketinde yaşayan müşrik, îmân etmek veya cizye vermek husûsunda seçim sâhibidir. Böyle bir kimseye İslâm’ı kabûl etmek için zorlama yapılamaz. Ancak mü’min olan kimseler dinden çıktıkları takdirde, ahidlerini bozduklarından dolayı tevbe etmezlerse cezâlandırılırlar.” (KMM., Bakara Sûresi 256.âyet açıklaması, s.41)

7 “Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ı Hakk’a ‘Mûcib-i bizzat’ demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzib etmişler. Feyâ Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor.(…) Cenâb-ı Hak bütün esmâsiyle ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte bu hurafatlara sair mes’elelerini kıyas edebilirsin. Evet, şeytanlar, güya ene’nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâgutlardandır.” (S., Otuzuncu Söz Birinci Maksad Dördüncü Misal, s.544)

8 ” “Kim Allah’ iman ederse, en sağlam bir kulpa yapışmıştır.” (Bakara Suresi, 2:256) Bu iki kudsî cümleler, kuvvetli münasebet-i maneviye ile beraber makam-ı cifrî ve ebcedî hesabıyla, birincisi Risalet-ün Nur’un ismine, ikincisi onun tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatına manen ve cifren tam tamına tetabukları bir emaredir ki; Risalet-ün Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvetül vüska”dır. Yani çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah”tır. Ona elini atan, yapışan necat bulur diye mânâyı remziyle haber verir.” (Ş., On Birinci Şua-Meyve Risalesi- On Birinci Mes’elenin Haşiyesinin Bir Lahikasıdır, s.272) (Ayrıca bk. Ş., Birinci Şua Dokuzuncu âyet, s.700)

9 “İnsan, nur-u îman ile âlâ-yı illiyyine çıkar; Cennet’e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; Cehennem’e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki iman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvânî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.”

“İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mâzi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor.(…) İşte enaniyetine îtimad eden, zulümat-ı gaflete düşen, dalalet karanlığına mübtela olan adam; o vakıada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalalet-âlûd malûmat ile zaman-ı maziyi, bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm’in birer memur-u müsahharı olan hâdisat ve mevcudatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir. “İnkâr edenlerin dostu isetağutlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp inkâr karanlıklarına sürüklerler.” (Bakara Suresi, 2:257) hükmüne mahzar eder.” (S., Yirmi Üçüncü Söz Birinci Mebhas Bir ve İkinci Noktalar, s.312 ve 314) (Ayrıca bk. Ş., On Birinci Şua-Meyve Risalesi- On Birinci Mes’elenin Haşiyesinin Bir Lahikasıdır, s.270)

Meal
2. Bakara Sûresi’nden

284. Göklerde ve yerde ne varsa Allah’a aittir. Eğer içinizdekini açıklar veyahut gizlerseniz, Allah sizi ondan hesaba çeker. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.1

285. O Peygamber, Rabbinden kendine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler.2 “O’nun Peygamberlerinden hiçbirisi arasında ayrım yapmayız. İşittik ve itaat ettik. Bağışını dileriz, ey Rabbimiz! Dönüş ancak sanadır” dediler.

286. Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.3 Kazandığı hayır lehine, işlediği şer de aleyhinedir. Ey Rabbimiz, eğer unutur yahut hata edersek bizi sorumlu tutma.4 Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, takat getiremeyeceğiz şeyi bize yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bizim Mevla’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.

3. Âli İmran Suresi’nden
Rahman, Rahim Olan Allah’ın Adıyla

1. Elif. Lam. Mim.5

2. Allah O’dur ki, kendisinden başka İlah yoktur. Hay (gerçek hayat sahibi) ve kayyumdur (her şey O’nunla kaimdir).6

3. Kitabı sana kendinden öncekileri tasdik edici olarak hak ile indirdi ve Tevrat’ı ve İncil’i de indirdi;

Açıklamalar

1 “Yâni: O Vâhiddir, Ehaddir; her şeye kâdirdir. Hiçbir şey ona ağır gelmez. Bir baharı halketmek bir çiçek kadar ona kolaydır. Cennet’i halk etmek, bir bahar kadar ona rahattır. Her günde, her senede, her asırda, yeniden yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler. İşte şu kelime dahi şöyle müjde eder. Der ki: Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşuboşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelal’in va’dine iman ve itimad et. Ona va’dinde hulfetmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine, acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, Cennet’i dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana va’d etmiş. Ve va’dettiği için, elbette seni onun içine alacaktır.”(M.,Yirminci Mektub Birinci Makam Onuncu Kelime, s.227; ve bk. İkinci Makam Onuncu Kelime, s.245)

2 “Başta Kur’ân, bütün semavî kitablar ve suhuflar ve başta Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün peygamberler (Aleyhimüsselâm), bütün davaları beş-altı esas üzerine dönüyorlar. Mütemadiyen o esasları ders vermeye ve isbat etmeye çalışıyorlar. Onların peygamberliklerine ve doğruluklarına şehadet eden bütün hüccetler ve deliller, o esaslara bakıyorlar. Onların hakkaniyetlerine kuvvet veriyorlar. O esaslar ise, iman-ı billah ve iman-ı bil’âhiret ve sair rükünlere imandır. Demek imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Herbirisi umumunu isbat eder, ister, iktiza eder. O altı, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzi kabul etmez ve inkısâmı imkân haricindedir.” (Ş., On Birinci Şua-Meyve Risalesi- Dokuzuncu Mes’ele İkinci Nokta, s.241)

3 “Dünya mâdem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.” (Bakara Suresi, 2:286) sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saâdet-i ebediyeye girsin.. HAŞİYE: Bu mâdemler içindir ki; şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. ‘Meraka değmiyor’ diyorum ve dünyaya karışmıyorum.” (M.,On Altıncı Mektub sonu Beşinci Mes’ele, s.71)

4 ” Rabbimiz! Unutur yahut hata edersek bizi sorumlu tutma.” (Bakara Suresi, 2:286) ibaresi, Külliyat’da yirmiye yakın yerde, meselelerin sonunda, dua olarak geçmektedir. (bk. S., On Altıncı Söz sonu, Yirminci Söz, Yirmi İkinci Söz, 29.Söz, Otuz Birinci Söz, Otuz Üçüncü Söz sonları; M.,Yirmi Birinci Mektub, Yirmi Dördüncü Mektub sonları; L.,Üçüncü Lem’a sonu; STG., s.159…gibi.)

5 (bk. Bakara Sûresi 1.âyet açıklaması, s.2)

6 (bk.Bakara Sûresi 255.âyet 3. ve 4. açıklamalar, s.4)

Meal

3. Al-i İmran Sûresi’nden

4. Daha önce; insanlar için hidayet olarak; Furkan’ı (Kur’ an’ı ve hak ile batılı ayıran delilleri) indirmişti. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler için pek çetin azap vardır. Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir (suçluların hakkından gelir).

5. Şüphe yok ki, ne yerde, ne de gökte, hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.1

6. Size, rahimlerde istediği gibi şekil veren O’dur.2 O’dan başka İlâh yoktur. Mutlak galiptir, hikmet sahibidir.

7. Sana kitabı indiren de O’ dur. Ondan bazı ayetler muhkemdir (manası açık) ki, onlar kitabın anasıdır, diğerleri de müteşabihtir 3 (muhkemin zıddıdır, manası açık değildir). Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne aramak ve teviline gitmek için onun müteşabihlerine tabi olurlar. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde kökleşenler ise: ‘Ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır’ derler. Bu inceliği ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.

8. Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma. Bize kendi katından bir rahmet ver. Şüphesiz Sen, bağışı en çok olansın.

9. Ey Rabbimiz, şüphesiz insanları vukuunda şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah sözünden caymaz.

18. Allah, melekler ve adâlette sebat eden ilim adamları şâhitlik etmiştir ki, O’dan başka İlâh yoktur. O, Azîz ve Hakîmdir.4

19. Allah katında gerçek din İslam’dır…5

26. De ki: “Ey mülkün sahibi Allah’ım; sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden çeker alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil (hor) edersin. Hayr senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.6

Açıklamalar

1 (bk. M., Yirminci Mektub İkinci Makam Dördüncü ve Onuncu Kelimeler, s.231 ve 245; En’am Suresi 59.ayet açıklaması, s.13)

2 “Yâni: Fettah isminin tecellisiyle basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam sûretlerin, beraber, her tarafta bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.(…) Evet, meselâ; mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün vâlidelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, zînetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettahiyet ve umum rûy-i zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı; vahdaniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihâta etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz.” (Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra İkinci Bab son Birinci Hakikat Fettahiyet Hakikatıdır-, s.167) (bk. Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra Birinci Makamın Altı ve Yedinci Mertebeleri, s.114-117)

3 “İrşadın tam nâfi’ olmasının birinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me’luf üslûb ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiareler ile tasvir edip, cumhura yani avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmıştır. Ve keza tekemmül etmeyen avam-ı nâsın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahirî ile gördükleri ve itikad ettikleri Güneş, Arz gibi mes’elelerde icmal ve ibham etmiş ise de, yine hakikatlara işareten bazı emareler, karîneler vaz’etmiştir.(…)

Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerim’in ince hakikatları, (Ettenezzülat-ül ukululül beşer.) ile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk’ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerim’in üslûbları, hakikatlara geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dürbîn veya numaralı birer gözlüktür.” (İİ., Nübüvvetin Tahkiki Dördüncü Nükte, s.112, 116) (bk.M., Yirmi Sekizinci Mektub İkinci Risale, s.351; Ş., Birinci Şua On üçüncü âyet, s. 701)

4 “Hâkimiyetin şe’ni ve muktezası istklâliyet ve infirattır ve gayrin mudahalesini redir. Hattâ aczleri için muavenete fıtraten muhtaç olan insanlar dahi, o hâkimiyetin bir gölgesi cihetiyle gayrın müdahalesini red ve istiklaliyetini muhafaza etmek için bir memlekette iki padişah, bir vilayette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hattâ bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eğer bulunsa herc ü merc olur, ihtilâl başlar, intizam bozulur. Madem hâkimiyetin bir gölgesi, âciz ve muavenete muhtaç olan insanlarda bu derece müdahale-i gayrı ve iştiraki reddedip kabul etmezse; elbette acizden münezzeh bir Kadir-i Mutlak’ta, rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayri kabul etmez.” (Ş., İkinci Şua İkinci Makam, s.18) (bk. Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra- Birinci Makamın Dokuz ve On Dokuzuncu Mertebeleri, s.119 ve 147; EL-I., s.34; KL., Hâfız Ali’nin Bir Fıkrasıdır, s.70)

5 “İşte o İslâmiyet ve Şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasılki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve şeriat-ı Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet, o nizam-ı ekmel, elbette bu nizam-ı ecmeli ister.” (M., On Dokuzuncu Mektub-Mu’cizât-ı Ahmediyye Risalesi- Ondokuzuncu Nükteli İşaret Yedinci Esas, s.193)

“Bernard Shaw demiş: ‘Dîn-i Muhammedî’nin (asm) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının sebebi: Gayet acib ve sağlam bir hayatı temin etmesidir. Bana açılan budur ki: O din tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferîd olup, bütün muhtelif ayrı ayrı hayatın etvarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yani, ıslah ve istihale tarzında tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed’in (a.s.m.) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celbedebilir.” (M., On Dokuzuncu Mektub-Mu’cizât-ı Ahmediyye Risalesi-Zeylin Bir Parçası Haşiye, s.215) (bk.HŞ., Birinci Kelime Mânilerden sonra, s.30; S., 8. ve 18.Söz, s.34 ve 233)

6 “İşte şu âyet Cenab-ı Hakk’ın, nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatını şöyle gösteriyor ki; izzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek, kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufatına kadar, meşîet ve takdîr-i İlâhiye iledir. Tesadüf karışamaz.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı kur’aniyyer Risalesi- İkinci Şule İkinci Nur Üçüncü Meziyet-i Cezâlet, s.418)

Meal

3. Ali İmran Sûresi’nden

29. De ki: “Göğüslerinizdekini (kalplerinizdekini) gizleseniz de, yahut onu açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerdeki ve yerdeki şeyleri de bilir.1 Allah her şeye kadirdir.

30. Hatırlayın o günü ki, o gün her nefis, yaptığı hayrı hazır bulacak. Yaptığı kötülükle de kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah kullarını pek esirgeyendir.2

31. De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin 3 ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”

133. Rabbinizin bağışına ve eni göklerle yerler kadar olup takva sahipleri için hazırlanmış olan cennete koşun!

134. Onlar ki; mallarını bollukta ve darlıkta (Allah yolunda) harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.4 Allah iyilik edenleri sever.

135. Ve onlar ki; çirkin bir şey yaptıkları veyahut nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlar ve günahlarının bağışlanmasını isterler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlar? Ve onlar yaptıkları şeyin (kötülüklerin) üzerinde bilerek ısrar etmezler.

136. İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükâfatı ne güzeldir!

137. Gerçekten sizlerden önce olaylar (İlahi kanunlar, şeriatlar) gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş bir bakın.5

Açıklamalar:

1 “Şu kâinatta görünen ef’al ile tasarruf edip îcad eden Sâni’in, bir muhit ilmi var. Ve o ilim, O’nun Zâtının hâssa-i lâzime-i zaruriyesidir. İnfikaki muhaldir.(…) Yâni, hiçbir şey O’ndan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, Güneş’e karşı zemin yüzündeki eşya, Güneş’i görmemesi kabil olmadığı gibi; o Alîm-i Zülcelal’in nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kabildir, muhaldir. Çünki huzur var. Yani herşey daire-i nazarındadır ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve herşey’e nüfuzu var. Şu camid Güneş, şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuaı gibi zînurlar; hâdis, nâkıs ve ârızî oldukları halde, onların nurları, mukabilindeki her şey’i görüp nüfuz ederlerse; elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz.” (M., Yirminci Mektub İkinci Makam Dokuzuncu Kelime, s.242) (bk. L., Yirmi Altıncı Lem’a -İhtiyarlar Lem’ası- On Birinci Rica, s.242)

2 “Şu mevcûdatın Mâliki, mülkünde cereyan eden herşeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden herşeyin suretini müteaddid şeylerde hıfzeder. Şu hafîziyet işaret eder ki: Ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mal defteri açılacak ve bilhâssa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahlûk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.
Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahid olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahidlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip Mahkeme-i Kübrayı görmesin! Hayır ve aslâ!..”(S.,Onuncu Söz-Haşir Risalesi- Yedicinci Hakikat, s.78) (bk. L.,Onuncu Lem’a-Şefkat Tokatları, s.40)

3 “Şu âyet-i kerîme der ki: “Eğer ALLAH’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki: ALLAH’a muhabbetiniz yoktur.’ MUHABBETULLAH varsa, netice verir ki: HABİBULLAH’ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder. Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe HABİBULLAH’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.(…) Elhasıl: MUHABBETULLAH, Sünnet-i Seniyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeyi takdir etmeyip, bid’alar giriyor.” (L., On Birinci Lem’a Mirkat-üs Sünneti ve Tiryâku Maraz-ıl Bid’a Beşinci Nükte, s.52) (bk.S.,On Sekizinci Söz Üçüncü Nokta ve Yirmi Dördüncü Söz Beşinci Dal Birinci Meyve, s.232 ve 360)

4 “Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduddur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.”
“İŞTE EY MÜ’MİNLER!.. Ehl-i îman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiyye olduğunu bil, ayıl!” (M.,Yirmi İkinci Mektub Birinci Mebhas ve Beşinci Vecih, s.262 ve 270) (bk. L., Yirmi Altıncı Lem’a-İhtiyarlar Risalesi 15.Rica, s.260; KL., s.196)

5 “Evet, Kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gazab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi, hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mahzar olmuşlar.” (Ş., Altıncı Şua İkinci Cihet, s.96)
“..Bu kâinatın ve içindeki nev-i beşerin Hakîm ve Adil ve Muhsin ve Kerim ve Aziz ve Kahhar bir Mutasarrıfı, bir Rabbi var ki; Nuh ve İbrahim, Musa ve Hud ve Sâlih gibi (Aleyhimüsselâm) çok nebilere pek hârika bir surette tarihî ve geniş hâdiselerle muzafferiyet ve necatları vermiş ve Semud ve Âd ve Firavun kavimleri gibi çok zalimlere ve münkirlere dahi, peygamberlere isyanlarına mukabil dünyada dahi bir ceza olarak, başlarına dehşetli semavî musibetler indirmiş.” (Ş.,On Beşinci Şua-Elhüccetüzzehra-Fatiha-i Şerifenin Bir Muhtasar Hülâsası Sekizinci Kelime, s.618) (bk. L.,On Üçüncü Lem’a On Birinci İşaret, s.83)

Meal

3. Ali İmran Sûresi’nden

138. Bu;(Kur’an)1 insanlar için bir açıklama ve sakınanlar için bir yol gösterme ve bir öğüttür.

139. Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanmışsanız siz üstünsünüz.

140. Eğer size (Uhud’da) bir yara dokunuyorsa, onlara da o kadar bir yara dokunmuştur. Bu günleri insanların arasında döndürüyoruz (zafer bazen bir topluma, bazen de öteki topluma nasip olur). Bu da Allah’ın, iman edenleri bilmesi (ortaya çıkarması) ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.

141. Bir de iman edenleri tertemiz edip, kâfirleri kırması içindir.

142. Yoksa Allah, içinizden cihad edenleri belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz?

146. Nice peygamber vardır ki onunla beraber din âlimleri savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelen şeyden dolayı gevşemediler, zayıflık göstermediler ve boyun da eğmediler (sinmediler). Allah sabredenleri sever.2

147. Onların sözü sadece: “Ey Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizdeki aşırılığımızı bağışla, ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” demek oldu.

148. Allah da onlara hem dünya sevabını, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel hareket edenleri sever

Açıklamalar:

1 ” KUR’ÂN, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber; insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâp yapmış ve idame etmiş ki; ondört asır müddetinde, her dakikada, altıbin altıyüz altmışaltı âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor.. ruhlara inkişaf ve terakki, ve akıllara istikamet ve nur, ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.” (Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra Birinci Makamın On yedinci Mertebesi İkinci Nokta, s.134)

” KUR’AN,… Bütün âlemlerin Rabbi îtibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyle Allah’ın fermanıdır. Hem bütün Semavât ve Arzın Hâlıkı namına bir hitabdır. Hem Rubûbiyet-i Mutlaka cihetinden bir mukalemedir…” (S.,Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi- İkinci Cüz ve Tetimme-i Târif, s.367) (bk. Bakara Sûresi 2.âyet açıklaması, s.2)

2 “Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz’etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır ki, “Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar.” * “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.” durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir.

Çünki sabır üçtür: Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır, “Allah takvâ sahipleri ile beraberdir.” (Bakara Suresi, 2:194) sırrına mazhar eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. “Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.” (Al-i İmran Suresi, 3:159) * “Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran Suresi, 3:146) şerefine mahzar ediyor.(…)
Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevk ediyor.” (M.,Yirmi Üçüncü Mektub Dördüncü Suâliniz, s.280)

Meal
3. Al-i İmran Sûresi’nden

159. Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsa idin, etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için bağış dile ve(umuma ait) iş hususunda onlara danış.1 Karar verdiğin zaman Allah’a güven. Şüphesiz Allah, kendine güvenenleri (sığınanları) sever.2

160. Eğer Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, yalnız Allah’a güvensinler.

173. Onlar o kimselerdir ki, halk onlara: “Şüphesiz insanlar size asker topladılar; onlardan korkun” dediği zaman, onların imanlarını artırdı; “Bize Allah yeter; O, ne güzel vekildir!” 3 dediler.

174. Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah’ın nimeti ve lütfu ile döndüler. Allah’ın rızasına tabi oldular. Allah büyük bir lütuf sahibidir.

188. Getirdikleri şeyle (kötülükleriyle) sevinen ve yapmadıkları şeyle övülmelerini isteyen kimselerin,4 onların azaptan kurtulacakları bir yerde olacaklarını sakın sanma. Onlar için çok acıklı bir azap vardır.

189. Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah her şeye kadirdir.5

190. Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde aklıselim sahipleri için ibretler vardır.
191. Onlar ki Allah’ı ayakta, oturarak ve yanları üstü yatarak zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın.6 Seni tenzih ederiz. Bizi ateş (cehennem) azabından koru” derler.7

Açıklamalar:

1 “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim, bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassıs, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.(…) İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilafette tesis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecek.”(STİ., s.38, 40)

“Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyyedir. “Onların aralarındaki işleri, istişare iledir.”(Şura Suresi, 42:38) âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.(…) Asya Kıt’asının ve istikbâlinin keşşafı ve miftahı şûradır.(…) Madem beşerin ihtiyacâtı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.”(HŞ.,Altıncı Kelime, s.60-63) (bk. Şûra Sûresi 38.âyet açıklaması, s.96)

2 “İman hem nurdur, hem kuvvettir, Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. ‘Tevekkeltü alallah’ der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet’e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker. Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.”(S., Yirmi Üçüncü Söz Birinci Mebhas Üçüncü Nokta, s.314)

“İnsan zaîftir; belâları çok.. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelal’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar.Ya sarhoş veya canavar eder.”(S., Altıncı Söz Dördüncü Kâr, s.28) (bk. M., Altıncı Mektub ve Yirmi Üçüncü Mektub Dördüncü Suâl, s.25 ve 280; MN., Habbe sondan dördüncü İ’lem, s.130)

3 “Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?’ diye “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.”(Al-i İmran Suresi, 3:173) âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki; intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemâl-i intizamla vermekle beraber her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir. (…) İşte sen, intisab-ı îmânî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.”(Ş.,Dördüncü Şua İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, s.64; L.,Yirmi Altıncı Lem’a-İhtiyarlar Risalesi- On Dördüncü Rica, s.253) (bk. M., On Altıncı Mektub, s.61; M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Altıncı Kısım sonu, s.432)

4 “Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.  Hâlbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira, o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir.”(S., On Sekizinci Söz, s.230)

5 “Ferş’ten Arş’a, seradan süreyyaya, zerrattan seyyarata, ezelden ebede kadar herbir mevcud, semavat ve arz, dünya ve âhiret, her şey onun mülküdür. Mâlikiyet mertebe-i uzması, tevhid-i a’zam sûretinde O’nundur.”

“Hiçbir şey O’na ağır gelemez. Dâire-i imkânda ne kadar eşya var, o eşyaya gayet kolay vücud giydirebilir.(…) Kudret-i İlâhiyye’ye nisbeten en büyük şey, en küçük şey kadar kolaydır. Bir nev’in umum efradıyla icadı, bir ferd kadar külfetsiz ve rahattır. Cennet’i halketmek, bir bahar kadar kolaydır. Bir baharı icad etmek,, bir çiçek kadar rahattır.”(M., Yirminci Mektub İkinci Makam Dört ve Onuncu Kelimeler, s.231 ve 245)

6 “Fenninde şehadet ettiği gibi, Sâni-i Hakîm, her şeyde en kısa yolu, en yakın ciheti, en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kâinatta abesiyetin bulunmadığına delalet eder. Bu ise ciddiyete delalet eder. Ciddiyet ise, saadet-i ebediyenin gelmesiyle olur; yoksa bu varlık adem sayılır ve herşey abesiyete tahavvül eder. Hâlbuki abes ve israf gibi bâtıldan pâk ve münezzeh olduğunu şu “Bunları boş yere yaratmadın. Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz.”(Al-i İmran Suresi, 3:191) kelâmıyla i’lam ve talim eden Zât-ı Zülcelâl, sözüne nasıl muhalefet eder?”(İİ., Delâil-i Haşr Üçüncü Bürhan, s.53) (bk. S., Yirmi Sekizinci Söz Cennet Sözüne Küçük Bir Zeyl, s.503)

7 “…Bizi ateş(cehennem) azabından koru…”(Al-i İmran Suresi, 3:191) gibi pek çok âyetlerin ve başta Resûl-i Ekrem (A.S.M) ve umum peygamberler her vakit dualarında, en ziyade “Ecirnâ minennar * Neccinâ minennar * Hallisnâ minennar” ve vahy ve şuhuda binaen onlarca kat’iyyet kesbeden Cehennem’den ‘bizi hıfzeyle’ demeleri gösteriyor ki; nev’-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır. Ve kâinatın pekçok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakikatı Cehennem’dir ki; bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşahede eder. Ve bir kısmı tereşşuhatını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryad ederler. “Bizi ondan kurtar’ derler.” (Ş., On Birinci Şua-Meyve Risalesi- Sekizinci Mes’elenin Bir Hülâsası İkinci Nükte, s.232)

Meal
3. Al-i İmran Sûresi’nden

192. Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen kimi ateşe sokarsan, onu perişan etmişsindir. Zalimlerin yardımcıları yoktur.

193. Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz, “Rabbinize iman edin” diye imana çağıran bir davetçiyi işitip derhal iman ettik. Rabbimiz, sen de bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve canımızı iyilerle beraber al.

194 “Ey Rabbimiz! Peygamberlerine va’dettiklerini bize ver. Bizi kıyamet gününde perişan etme. Şüphesiz sen sözünden dönmezsin.1

200. Ey iman edenler, sabredin, sabır yarışı yapın, 2 nöbet bekleyin ve Allah’tan korkun ki, felah bulasınız (başarıya ulaşasınız).

4. Nisa Suresi’nden

69. Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın, kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve Salihlerle beraberdiler. Bunlar da ne güzel arkadaştır! 3

70. Bu lütuf Allah’tandır. Allah’ın her şeyi bilmesi yeter.

78. Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; ister ki sağlam kalelerde olun. Onlara bir iyilik dokunursa, “Bu, Allah katındandır”, derler. Başlarına bir musibet gelirse, “Bu, senin yüzündendir”, derler. De ki: “Hepsi Allah katındandır!” Bu topluluğa ne oluyor ki, bir türlü söz anlamıyorlar!

Açıklamalar:

1 “Hem madem her senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, haşrin ve Cennet’in nümunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem madem bütün semavî fermanları ile saadet-i ebediyeyi va’d edip, Cennet’i müjde veriyor. Hem madem bütün icraatı ve şuunatı hak ve hakikattır ve sıdk ve ciddiyetledir. Hem madem âsârının şehadetiyle, bütün kemalât, onun nihayetsiz kemaline delalet ve şehadet eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur onda yoktur. Hem mâdem hulful va’d ve hilâf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks ve kusurdur. Elbette ve elbette; O Kadîr-i Zülcelâl, O Hakîm-i Zülkemâl, O Rahîm-i Zülcemâl va’dini yerine getirecek, saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı âslisi olan Cennet’e sizi ey ehl-i îman idhal edecektir.” (M., Yirminci Mektub Birinci Makam Onuncu Kelime, s.228)

2 “Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz’etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır ki, “Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar.” * “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.” durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir.” (M., Yirmi Üçüncü Mektub Dördüncü Suâl, s.280) (bk. Al-i İmran Sûresi 146.âyet açıklaması, s.8; M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Altıncı Kısım Altıncı Desise-i Şeytaniye, s.427; Mnz., sonu- Sual:Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi nedir?)

3 “İşte bu âyet-i kerime: “…Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve Salih kimseler; ne güzel arkadaştır onlar!” (Nisa Suresi, 4:69) tabiriyle, sırat-ı müstakîm ehli ve hakikî niam-ı İlahiyeye mazhar, nev’-i beşerdeki taife-i Enbiya ve kafile-i Sıddıkîn ve cemaat-ı şüheda ve esnaf-ı sâlihîn ve enva’-ı tâbiînin bulunduklarını ifade etmekle beraber, âlem-i İslâmiyette o beş kısmın en mükemmelini dahi ayrıca sarahaten gösterdikten sonra o beş kısmın imamları ve baştaki rüesalarını sıfât-ı meşhureleriyle zikretmekle onlara delalet edip ifade ettiği gibi, ihbar-ı gayb nev’inden bir lem’a-i i’caz ile o taifelerin istikbaldeki reislerinin vaziyetlerini bir vecihle tayin ediyor.” (L., Yedinci Lem’a Bir Tetimme İkinci Nükte, s.34) (bk. Ş., On Beşinci Şua-Elhüccetüzzehra- Fatiha-i Şerife’nin Bir Muhtasar Hülasası Yedinci Kelime, s.616; İİ., Sûre-i Fatiha, s.26)

Meal
4. Nisa Sûresi’nden

79. Başına gelen bir iyilik Allah’tandır. Başına gelen bir kötülük de, kendi nefsindendir.1 Biz seni, insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter.

86. Bir selamla selamlandığınız zaman, ondan daha güzeli ile selam verin yahut aynısıyla karşılık verin.2 Allah her şeyin hesabını arayandır.

87. Allah’ tan başka hiçbir İlâh yoktur. Sizi vukuunda şüphe olmayan kıyamet gününde mutlaka toplayacaktır.3 Sözü Allah’tan daha doğru olan kimdir?

103. Namazı bitirdiğiniz zaman Allah’ı ayakta, oturarak ve yanlarınız üstü yatarken zikredin.4 Güvende olduğunuz zaman, namazı eksiksiz kılın. Şüphesiz namaz mü’minlerin üzerine belli vakitlerde yazılmış bir farzdır.5

104. Düşmanı takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı duyarsanız, şüphesiz onlar da sizin gibi acı duyarlar.(Üstelik)Siz Allah’tan, onların ummadıklarını (şehitliği) umuyorsunuz. Allah her şeyi bilen, hikmet sahibidir.

105. Şüphesiz kitabı sana hak ile indirdik ki, insanların arasında Allah’ın sana gösterdiği ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.

106. Allah’tan mağfiret dile.6 Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

125. İyilik yapan bir kimse olarak, yüzünü (kendini) Allah’a teslim edenden ve İbrahim’in dosdoğru dinine tabi olandan, dini daha güzel olan var mıdır? Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.

Açıklamalar
1 “Evet, Kur’anın dediği gibi: İnsan, seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur. Seyyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müdhiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile iman ile şuur ile rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı isteyen, nefs-i insaniyyedir (ya istidad ile ya ihtiyar ile).” (S., Yirmi Altıncı Söz-Kader Risalesi- Birinci Mebhas, s.464) (Ş., On Birinci Şua-Meyve Risalesi On Birinci Mes’ele, s.262; MN., Onuncu Risale Üçüncü Hatve, s.208; NİK., Altıncı Ders, s.43)

2 “Selâm vermek sünnet, almak ise farz-ı kifâyedir. Kur’ân-ı Kerîm okuyan, hadîs-i şerif rivâyet eden, ilmî müzâkerede bulunan, ezan okuyan ve kâmet getiren kimse, verilen selâma cevab vermekle mükellef değildir.” (KMM., Nisâ Sûresi 86.âyet açıklaması, s.90)

3 “Evet, Kudret-i Ezeliye’ye nisbetle, ölümden sonra haşrin gelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet, nebatat gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. Evet, geçmiş zamanda vukua gelmiş olan mu’cizat-ı kudret, Sâni’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna kat’î şahid ve bürhanlardır.

Ve keza bu âlemin mâliki, kendi kudretine pek kolay ve pek ehven ve ibadına fevkalâde mühim ve pek şedid-ül ihtiyaç olan haşrin tekrar be tekrar va’dinde bulunmuştur. Malûmdur ki, hulf-ül va’d kudretin izzetine, rububiyetin merhametine zıddır. Zira va’din hilafını yapmak, cehlin veya aczin alâmetidir. Bu ise Kadîr-i Mutlak, Hakîm-i Mutlak olan zâta muhaldir.

Maahaza, insanların haşri nebatatın haşri gibidir. Bunu gören onu nasıl inkâr eder?” (MN., Lâsiyyemalar, s.45) (bk.bS., Onuncu Söz Haşir Risalesi, s.48-119)

4 “Namazdan sonraki tesbihatlar, tarîkat-ı Muhammediye’dir (a.s.m.) ve velayet-i Ahmediye’nin (a.s.m.) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikatı böyle inkişaf etti: Nasılki risalete inkılab eden velayet-i Ahmediye (a.s.m.) bütün velayetlerin fevkindedir; öyle de, o velayetin tarîkatı ve o velayet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair târikatların ve evradların fevkındedir.” (KL., İki İnce Mes’ele, s.103)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! ‘Sübhanallah’ ve ‘Elhamdülillah’ cümleleri, Cenab-ı Hakk’ı Celâl ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. ‘Celâl’ sıfatını tazammun eden ‘Sübhanallah’, abdin ve mahlûkun Allah’tan baîd olduklarına nâzırdır. ‘Cemal’ sıfatını içine alan ‘Elhamdülillah’, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle abde ve mahlûkata karib olduğuna işarettir.” (MN., Habbe,s.124) (bk. S.,Dokuzuncu Söz Bir ve İkinci Nükteler ve 16.Söz Dördüncü Şua, s.41 ve 199; Ş., On Birinci Şua Meyve Risalesi Sekizinci Mes’elenin Bir Hülâsası, s.233)

5 “Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve ta’zim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek lan namaza emredilmiştir.”

“Demek, bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılab başında olduğu ve büyük inkılabları ihtar ettiği gibi; kudret-i Samedaniyenin tasarrufat-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle; hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mu’cizatını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat’î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıkdır ve ensebdir.” (S.,Dokuzuncu Söz, s.40 ve 42) (bk. S., Dördüncü Söz ve 21.Söz Birinci Makam, s.20 ve 269)

6 “..hakikî günahlardan mağfiret değil; çünki; ismet var, günâh yok. Belki makam-ı Nübüvvete lâyık bir mânâ ile Peygambere müjde-i mağfiret..” (L., Yedinci Lem’a Yedinci Vecih, s.33)

Meal
4. Nisa Sûresi’nden

126. Göklerde ne var, yerde ne varsa (hepsi) Allah’ındır.1 Allah her şeyi kuşatmıştır. (Hiçbir şey O’nun ilim ve kudretinin dışında kalamaz.)

145. Şüphesiz münafıklar, cehennemin en alt katındadır.2 Sen onlar için asla bir yardımcı bulamazsın.

146. Ancak tövbe edip kendilerini ıslah edenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini Allah’a has kılanlar (samimi olanlar) hariç.3 İşte onlar mü’minlerle beraberdirler. Allah onlara, yakında büyük bir mükâfat verecektir.

147. Eğer şükreder ve O’na inanırsanız, Allah size niçin azap etsin! Allah şükre karşılık veren, her şeyi çok iyi bilendir.

148. Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan hariç. Allah hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir.

174. Ey insanlar! Size Rabbinizden bir delil (Hz. Muhammed) gelmiştir ve size apaçık bir nur (Kur’an-ı Kerîm) indirmişizdir.

175. Allah’a iman edip O’na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları rahmet ve lütfuna girdirecek ve onları kendi doğru yoluna iletecektir. (…)

5. Maide Suresi’nden

15. … Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap 4 da gelmiştir.

16. Allah onun sayesinde, rızasına uyanları selamet yollarına iletir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola iletir. (…)

Açıklamalar
1 (bk. Al-i İmran Sûresi 189.âyet açıklaması, s.9)

2 “Şüphesiz münafıklar Cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.” (Nisa Suresi, 4:145) , cifir ve ebced hesabiyle, tam tamına nifakın dört mertebesinin tarihlerine tevafuk ile parmak basıyor. Şöyle ki: Şeddeler sayılır, eğer okunmayan hemzeler ve “Fî”deki okunmayan “Ye” sayılmazsa, tam tamına 1362 ederek bu seneye parmak basar. Eğer “Minennar” deki şedde bir nun bir lâm-ı aslî hesab olsa 1342 ederek Birinci Harb-i Umumî’nin dehşetli nifakları netice veren tarihine tam tamına tevafukla haber verir. Eğer şedde iki nun sayılsa, okunmayan hemzeler ve “ye” harfi de sayılsa 1376 ederek, bu zulümatlı nifakın sukut mertebesine ve çok âyetlerde “Nur” ile karşılaştırılan “Ezzulumati” kelimesinin makam-ı cifrîsi olan 1372’ye dört farkla tevafuk ederek haber verir. Eğer okunmayanlar sayılsa ve “Ennar” daki şedde lâm-ı aslî olsa, tam tamına (1356) ederek küfür ve nifakın dehşetli fırtınalarının tarihine tevafukla parmak basar gördüm.” (EL-I., s.35) (bk. HŞ., Üçüncü Kelime, s.45; L., On Üçüncü Lem’a Dokuzuncu İşaret, s.80)

3 “İbadetin ruhu, ihlâsdır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.” (İİ., İbadetin Hakikatı, s.85)

“Medâr-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.” (L., On Yedinci Lem’a On Üçüncü Nota Üçüncü Mes’ele, s.133) (bk. L., Yirmi Birinci Lem’a-İhlâs Risalesi-, s.159)

4 “Hem o Kur’an, bilbedâhe mahz-ı hidayettir. Çünkü onun muhalifi, bilmüşahede küfrün dalaletidir. Hem bizzarure Kur’an envâr-ı imaniyenin madenidir. Elbette envâr-ı imaniyenin aksi, zulümattır.(…) Hem Kur’an; bil’ayn ve şüphesiz, saadet-i dâreyne îsâl eder, beşeri ona sevkeder. Kimin şüphesi varsa, bir def’a Kur’anı okusun ve dinlesin ne diyor..” (M., On Dokuzuncu Mektub-Mu’cizat-ı Ahmediyye Risalesi On Sekizinci Nükteli İşaret Üçüncü Nükte, s.189)

“KUR’AN, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyyesi..(…) Ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi.. ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve ziyası.. ve nev’-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi… ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci’olacak çok kitabları tazammun eden tek, câmi’bir KİTAB-I MUKADDES’tir.” (S., Yirmi Beşinci Söz Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi, s.366) (bk. Bakara Sûresi 2.âyet açıklaması, s.2; Ş., Birinci Şua 15.âyet, s.703)

Meal
5. Maide Sûresi’nden

105. Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulduğunuz zaman, sapanlar size zarar vermezler.1 Hepinizin dönüşü Allah’adır; o zaman yaptıklarınızı size haber verir.

119. Allah dedi: ‘Bu, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği bir gündür.2 Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada sürekli olarak sonsuza kadar kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır.” İşte bu, büyük kurtuluştur.

120. Göklerin, yerin ve onlardaki şeylerin mülkü Allah’ındır.3 O, her şeye kadirdir.

6. En’am Suresi’nden

38. Yeryüzünde yürüyen bir hayvan veya iki kanadı ile uçan bir kuş yoktur ki, onlar da sizin gibi bir ümmet (topluluk) olmasın.4 Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra ancak Rablerine toplanacaklar.

54. Ayetlerimize iman edenler sana geldiği zaman de ki: “Selam size!” Rabbiniz rahmeti kendi üzerine şöyle yazdı: “İçinizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra da ardından tövbe eder ve (kendini) ıslah ederse, şüphesiz O, çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

59. Gaybin anahtarları O’nun yanındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanları bilir. Düşen bir yaprağı da bilir. Yerin karanlıkları altındaki bir tane, ne yaş ne kuru ne varsa, mutlaka hepsi apaçık bir kitaptadır.5

Açıklamalar
1 “Bu âyet ‘Lâ Yedurruküm…’ (Maide Suresi, 5:105) ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan “Erradi” (Maide Suresi, 5:105) Yani: ‘Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.’ Düsturun manası: ‘Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.’ Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nûrâni müdafadır.” (EL-I., s.44) (Ayrıca bk. Mnz., sonu, Zindan-ı Atâlete Düştüğümüzün Sebebi Nedir?)

2 “Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb nifakın birinci alâmetidir. Kizb kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbtir. Hülâsa: Yol ikidir: Ya sükût etmektir. Çünki söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır. Çünkü İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalâta isal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkıyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı, sıdktır. Nev’-i beşeri kâ’be-i kemalâta îsal eden, sıdktır. Ashab-ı Kiram’ı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır.”(İİ.,Mühürlenen Kalbler Yedinci Cümle, s.82)

3 (Ayrıca bk. Al-i İmran Sûresi 189.âyet açıklaması, s.9)

4 “Mâdem ruy-i zemin, bir sofra-i Rahmandır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler.” (S., Yirminci Söz İkinci Makam, s.260)

“Şimdi kuşlara bak! Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni’-i Hakîm’in intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksad etmeleridir.” (S.,Otuz Üçüncü Söz Yirminci Pencere, s.671)

5 “Bir kavle göre Kitab-ı Mübîn, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu, şu ayet-i kerîme beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri, bazen icmalleri, bazen düsturları, bazen alâmetleri; ya sarâhaten, ya işâreten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve makasıd-ı Kur’ana münasip bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.” (S., Yirminci Söz İkinci Makam, s.252) (Ayrıca bk. S., On Dördüncü Söz ve 26.Söz Üçüncü Mebhas, s.16 ve 469; İİ., Mukaddeme, s.206; Ş.,On Beşinci Şua Lahika, s.682; BL., s.62, 64; STG., Hz.Gavs’ın Kerâmet-i Gaybiyesi.., s.162)

Meal
6. En’am Sûresi’nden

60. Gece sizi öldüren (öldürür gibi uyutan) ve gündüz ne elde ettiğinizi bilen de O’dur. Sonra sizi onda uyandırır ki, belli ecel (süre) yerine getirilsin. Sonra dönüşünüz O’nadır. Sonra da yaptıklarınızı size haber verecektir.

61. Kullarının üstünde hükümdar O’dur. Üzerinize bekçi (melek)ler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz (can almakla görevli melekler) onun ruhunu alır. Onlar kusur işlemezler.

62. Sonra Hak Mevlaları olan Allah’a döndürülürler. Bilin ki hüküm O’nundur. O, hesap görenlerin en süratlisidir.

63. De ki: ‘Sizi, karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir?’ 1 O’na açık ve gizli (şöyle) dua edersiniz: ‘Eğer bizi bundan kurtarırsa ebette şükredenlerden oluruz.’

64. De ki: ‘Sizi ondan ve bütün sıkıntılardan Allah kurtarır. Sonra da O’na şirk koşarsınız.’

65. De ki: “O; size üstünüzden yahut, ayaklarınızın altından azap göndermeğe yahut, sizi gruplara katıp (ayırıp) birbirinize şiddetinizi (hıncınızı, hışmınızı) tattırmağa kadirdir.” 2 Bak, belki anlarlar diye ayetleri nasıl açıklıyoruz.

73. O ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı. O günde ki; ‘Ol!’ (dediği) şey olur. Sözü haktır. Sura üfürüleceği, gün mülk O’nundur. Görünmeyeni ve görüneni bilendir. O hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

Açıklamalar
1 “Evet, bu âlemde görüyoruz ki: Bu zîruhlar, şuuren ve aklen olmasa da hissen, fıtraten hissediyorlar ki; herbiri, hadsiz bir acz ve za’f içinde, hadsiz düşmanları ve incitenleri var ve hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içinde, hadsiz hacatı ve matlubları var. İktidarı ve sermayesi binden birine kâfi gelmediğinden, bütün kuvvetiyle bağırır ve ağlar; manen, fıtraten yalvarır; kendine mahsus sesiyle, lisanıyla dualar, niyazlar, bir nevi namazlar, salâvatlar ile bir Alîm-i Kadîr dergâhına iltica ederken birden görüyoruz ki; o bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen ve her derdini ve zararını anlayıp yalvarmasını, fıtrî duasını işiten Alîm-i Mutlak bir Kadîr-i Hakîm, imdadlarına yetişir, bütün istediklerini yapar. Ağlamalarını gülmeğe, bağırmalarını teşekkürlere çevirir.” (Ş., On Beşinci Şua -Elhüccetüzzehra- İkinci Makam Üçüncü Kelime, s.644)

2 “Resûl-i Ekrem (asm) bir hadîs-i şerîflerinde: ‘Ümmetimin üzerine, üstlerinden veya ayaklarının altından azab göndermemesini Rabbimden istedim ve bu duâm kabûl olundu. Yine Rabbimden, ümmetim arasına şiddet ve kıtâl vermemesini istedim, ama bunu kabûl etmedi. Cibrîl, ümmetimin fitnesinin kılıç ile olduğunu bana haber verdi!’ buyurmuşlardır.” (KMM., En’âm Sûresi 65.âyet açıklaması, s.134)

Meal
6. En’am Sûresi’nden

74. Hani, İbrahim, babası Azer’e: “Putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.
75. Böylece İbrahim’e, kesin inananlardan olması için, göklerin ve yerin mülkünü gösteriyorduk.
76. Üzerine gece bastırınca bir yıldız gördü. “İşte, Rabbim bu!” dedi. Yıldız batınca: “Ben batanları sevmem!” dedi.1
77. Ay’ı doğarken görünce: “İşte Rabbim bu!” dedi. O da batınca: “Andolsun, eğer Rabbim bana hidayet etmezse, mutlaka ben sapanlar güruhundan olurum!” dedi.
78. Güneşi doğarken görünce: “İşte Rabbim bu; bu, daha büyüktür!” dedi. O da batınca: “Ey kavmim, şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım” dedi.
79. “Şüphesiz ben, bir muvahhit (Allah’ı tek bilen) olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben şirk koşanlardan değilim”.
80. Kavmi (bu hususta) onunla tartıştı. O da: “Bana doğru yolu göstermişken benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? Ben ortak koştuğunuz şeylerden korkmuyorum; meğerki Rabbim bana bir şey dilemiş olsun. Rabbim her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. Düşünmüyor musunuz?” 2 dedi.
81. “Sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım ki? Oysa siz; Allah’ın size hiç delil indirmediği şeyleri Allah’a şirk (ortak) koştunuz. Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), iki gruptan (siz ve benden) hangisi güvene daha layıktır?” 3
82. İman edip de, imanlarını haksızlıkla karıştırmayanlar için emniyet vardır ve onlar doğru yolu bulmuşlardır.

Açıklamalar
1 “Ey nefsim! Madem hakikat böyledir ve madem Millet-i İbrahimiyedensin (a.s.). İbrahimvâri “Ben batıp gidenleri sevmem.” (En’am Suresi, 6:76) de. Ve Mahbub-u Bâki’ye yüzünü çevir ve benim gibi şöyle ağla:
“Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki: Zevale mahkûm, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedi için yaratılan ve âyine-i sâmed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
Bir matlûb ki, guruba gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına fikrin merakına değmiyor. Amâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.
Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünki, fâniyim, fani olanı istemem; neyleyeyim…” (S., Yirmi Dördüncü Söz sonu, s.364; On Yedinci Söz İkinci Makam, s.214)

2 “Kur’anın uslûb-u hakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azil ve bürhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve burhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor; âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor.” (Mh., Birinci Makale Sekizinci Mukaddeme sonu, s.39)

3 “Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım?” (En’am Suresi, 6:81) diyen ve Kur’anın takdirine mahzar olan Hazret-i İbrahim (A.S)’ın ittiba’ına mükellef olduğumuza işaret eden “Batıl dinlerden uzak, İbrahim’in İslam dinine uyunuz.” sırrına mahzar olduğumuzu bilmeliyiz.” (BL., Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Mes’elesinin Üçüncü Nüktesi, s.320)

Meal
6. En’am Sûresi’nden
83. İşte bunlar; kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz delilimizdir. Dilediğimizin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
84. O’na İshak’ı ve Yakub’u hibe ettik. Her birini hidayete erdirdik. Daha önce Nuh’u da hidayete erdirdik. Davud, Süleyman, Eyyup, Yusuf, Musa ve Harun da O’nun neslindendir. Biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız.
85.Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (hidayete erdirdik). Bunların hepsi iyi kimselerdendir.
86. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da (hidayete erdirdik). Her birini (bütün bunları) dünyalara üstün kıldık.
95. Şüphesiz Allah; tohumu ve çekirdeği yarandır. Ölüden diriyi çıkarır; diriden ölüyü çıkarandır.1 İşte Allah budur; nasıl da haktan döndürülüyorsunuz?
96. Sabahı yarandır. Geceyi dinlenme; güneşi ve ay’ı da hesabı bilmeniz için yarattı.2 İşte bu, mutlak galip ve her şeyi bilenin takdiridir.
97. O ki, yıldızları karanın ve denizin karanlıkları içinde yol bulmanız için yarattı. Bilen bir topluluk için ayetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz.
98. O ki, sizi bir candan (Hz. Âdem’den) yarattı. (Sonra sizin için) bir karar yeri (ana rahmi), bir de emanet yeri (babanın sulbü veya yeryüzü) vardır. Anlayan bir topluluk için ayetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz.

Açıklamalar
1 “Evet şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyaratın tayyare-misal hareketleri gibi azametli harekât ve Arzı insana beşik, Güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilat gösteriyor ki: Perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister. ” (S., Onuncu Söz Altıncı Hakikat, s.73)
“Evet nasıl zemin yüzündeki masnuat ve zîhayatlar ve hayattar zemin yüzü, bir Sâni-i Hakîm’in vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine şehadet ediyorlar. Öyle de: O zîhayatlar ölümleriyle bir Hayy-ı Bâki’nin sermediyetine ve vâhidiyetine şehadet ediyorlar.(…)
Meselâ yalnız birtek zîhayat olan zemin yüzü, intizamatıyla, ahvaliyle Sâni’i gösterdiği gibi, öldüğü vakit yani kış, beyaz kefeni ile ölmüş o zemin yüzünü kapaması ile nazar-ı beşeri ondan çeviriyor. Veyahut nazar, o giden bahar cenazesinin arkasından maziye gider, daha geniş bir manzarayı gösterir. Yani herbiri birer mu’cize-i kudret olan zemin dolusu bütün geçen baharlar misillü yeni gelecek birer hârika-i kudret ve birer hayattar zemin olan, bahar dolusu hayattar mevcudat-ı arziyenin gelmelerini ihsas ve vücudlarına şehadet ettiklerinden; öyle geniş bir mikyasta, öyle parlak bir surette, öyle kuvvetli bir derecede bir Sâni’-i Zülcelal’in bir Kadîr-i Zülkemal’in, bir Kayyum-u Bâki’nin, bir Şems-i Sermedî’nin vücub-u vücuduna ve vahdetine ve beka ve sermediyetine şehadet ederler ve öyle parlak delaili gösterirler ki, ister istemez bedahet derecesinde “Vahid ve Ehad olan Allah’a iman ettim.” dedirtir. (S., Otuz Üçüncü Söz Yirmi Dördüncü Pencere, s.677)

2 “Yani: Semânın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lambayaı takmak; gece gündüz hatlariyle, kış yaz sahifelerinde mektubat-ı semâdaniyyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrebleri misüllü, kubbe-i semâda Kameri, zamanın saat-ı kübrasına bir akreb yapmak; mütefavit çok hilâller suretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakik hesapla hareket ettirmek ve kubbe-i semâda parlıyan, tebessüm eden yıldızlarla, göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı Rubûbiyyetin şeâiridir. Zîşuura, Onu iş’ar eden muhteşem bir ulûhiyyetin işârâtıdır. Ehl-i fikri, îmana ve tevhide dâvet eder. ” (S., Otuz İkinci Söz Birinci Mevkıfın Küçük Bir Zeyli, s.603)

Meal
6. En’am Sûresi’nden
99. O ki, gökten su indirdi. Onunla her şeyin bitkisini çıkardık. Ondan yeşillik çıkardık. Ondan sırt sırta binmiş taneler; hurmadan da tomurcuğundan (el ile tutulabilecek derecede) yakın salkımlar; hem benzeyen, hem de benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri1 çıkartıyoruz. Meyve verdiği zaman meyvesine ve olgunlaşmasına bakın. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için ayetler vardır.
100. Cinleri Allah’a ortaklar yaptılar. Oysa onları da O yarattı. Bilmeden O’na oğullar ve kızlar nisbet ettiler. O’nu tenzih ederiz. Allah, onların nitelediklerinden münezzeh ve çok yücedir!
101. Göklerin ve yerin eşsiz yaratanıdır. O’nun çocuğu nasıl olur ki O’nun eşi (zevcesi) yoktur. O her şeyi hakkıyla bilendir.
102. İşte Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka İlâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse (yalnız) O’na ibadet edin. O, her şeye vekildir.
103. Gözler O’nu görmez; O ise gözleri görür. O lütuf sahibidir, her şeyden haberdardır.
122. Hiç ölü olup da kendisini dirilttiğimiz ve kendisine onunla insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp da hiçbir zaman ondan çıkamayan kimse gibi midir? 2 İşte kâfirlere yaptıkları şeyler böyle süslü gösterilmiştir.
125. Allah kimi dilerse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak dilerse, sanki göğe çıkıyormuş gibi, onun göğsünü daraltır. İşte Allah böylece inanmayanların üzerine azap, pislik (murdarlık) musallat eder.

Açıklamalar
1 “Bak; başında çok süt konserveleri taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı, hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. Hattâ hububatta dahi sümbüllenmek vazifesinde zahir bir iştiyak görünür. Nasıl ki dar bir yerde hapsedilen bir zât, bir bostana, geniş bir yere çıkmayı müştakane ister. Öyle de: Hububatta, sümbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor.”(L., On Yedinci Lem’a Sekizinci Nota, s.124)
“Evet bu iki meyve (hurma ve üzüm), hem gıda ve kut, hem fakihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşe’leri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurub makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki; zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir.”demeğe mecburdur. Çünki meselâ bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var ve her salkımda şekerli şurub tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve latif ve renkli bir mahfazayı giydirmek ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hâfızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı hârika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki; bu işi yapan bütün kâinatın Hâlıkıdır ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak O’nun fiilidir.”(Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra- İkinci Bab İkinci Menzil İkinci Hakikat, s.156)

2 ” “Ölü iken iman ile diriltip nura kavuşturduğumuz ve halk içinde o nur ile doğru yolda yürüyen kimse…”(En’am Suresi, 6:122) dir. Bu âyetin remzi lâtiftir. Çünkü hem kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile hem cifirle efrad-ı kesiresi içinde hususi bir surette Risale-i Nur ve müellifine bakıyor. Şöyle ki, “ölü iken” kelimesi tenvin ‘nun’ sayılmak cihetiyle beşyüz ederek ‘Said-ün Nursî’ adedi olan beşyüze tevafukla, işaret ediyor ki, ‘Said-ün Nursî dahi meyyit hükmünde idi. Rislet-ün Nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu.’ Evet…”(Ş., Birinci Şua Beşinci Ayet,s.694-696) (bk. KL., s.191)
Meal
6. En’am Sûresi’nden
126. İşte Rabbinin dosdoğru yolu budur. Öğüt alacak (iyi düşünecek) bir topluluk için ayetleri açıklamış bulunuyoruz.
127. Onlar için, Rablerinin katında, selamet yurdu vardır. O, yaptıkları (iyi amellerden dolayı) onların dostudur.
141. O ki çardaklı çardaksız bahçeler, ürünleri farklı hurmalar ve ekinler ve birbirine benzer ve benzemez zeytinler ve narlar yarattı. Meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Hasat (devşirme) günü hakkını verin, israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
142. Hayvanlardan yük taşıyacak ve (tüyünden) döşek yapılacak olanları da O yarattı. Allah’ın size rızk ettiği o şeylerden yiyin; şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.1
151. De ki: Gelin, size Rabbinizin neleri haram ettiğini okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik edin, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızklarını biz veriyoruz. Çirkin şeylerin görünenine ve görünmeyenine yaklaşmayın. Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin. Belki aklınızı çalıştırırsınız diye Allah size bunları tavsiye etmiştir.

Açıklamalar
1 “Ey ehl-i îman! Bu müdhiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhîyyeye ilticadır.”
“Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şerr, şerdir. Çünkü halk ve icad; umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ: Ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar sû’-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şerr yapmakla ‘Ateşin icadı şerdir’ diyemezler. Öyle de: Şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû’-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla ‘Şeytanın hilkati şerdir.’ diyemez.” (L., On Üçüncü Lem’a İkinci ve Yedinci İşaret, s.72 ve 76) (Ayrıca bk. S., Yirmi Dördüncü Söz Birinci Dal, s.335)

Meal
6. En’am Sûresi’nden
152. Yetim malına, en güzeli dışında, erginliğine erişinceye kadar yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz, hiç kimseye gücünün yetmediğini teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz zaman adil olun, ister ki akraba olsun. Allah’ın sözünü yerine getirin. İşte Allah size bunları tavsiye etti. Umulur ki öğüt alırsınız.
153. Bu, benim doğru yolumdur, siz de ona tâbi olun; başka yollara gitmeyin ki, sonra sizi O’nun yolundan ayırır. İşte size bunu tavsiye etti; belki (kötülüklerden) sakınırsınız.
160. Kim iyilikle gelirse, ona onun on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse, ancak misli ile cezalanır. Onlara haksızlık edilmez.1
161. De ki: Şüphesiz beni Rabbim doğru bir yola, hakka yönelen İbrahim’in dosdoğru tevhid dinine hidayet etti. O, müşriklerden değildi.2
162. De ki: Şüphesiz namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.
163. O’nun ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.
164. De ki: Allah’tan başka Rab mi arayacağım? O ki, her şeyin Rabbidir. Her nefis ancak kendi aleyhine kazanır. Bir günahkar bir başkasının günahını taşımaz.3 Sonra dönüşünüz Rabbinizedir; ihtilaf ettiğiniz şeyleri size haber verir.
165. O ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve kiminizi kiminizin üstüne derecelerle yükseltti ki verdiklerinde sizi denesin. Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Şüphesiz O, elbette çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

Açıklamalar
1 “İşte ey gafil insan! Bak Cenâb-ı Hakk’ın fazlına ve keremine! Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bazen yetmiş, bazen yedi yüz, bazen yedi bin yazar. Hem şu nükteden anla ki; o müthiş Cehennem’e girmek cezayı ameldir, aynı adildir. Fakat Cennet’e girmek, mahz-ı fazıldır” (S., Yirmi Üçüncü Söz İkinci Mebhas Birinci Nükte, s.321)
“Mademki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde, birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, Muhsinden, Muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adaveti, müsi’den müsi’in akaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i aliyye-i âdile-i Kur’aniye ile edeblen! Kur’an’ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.”(NİK., Altıncı Ders, s.46)

2 “Hem nasılki bu âyet Risale-in Nur’a ismiyle bakıyor, öyle de Onun isthzarat zamanına da bakar. Çünki “Elbette Rabbim beni dosdoğru bir yola eriştirdi.” (En’am Suresi, 6:161) in makam-ı cifrîsi bin üçyüz onaltı ederek Risalet-ün Nur müellifinin ihtiyarsız olarak istihzarat-ı Nuriye’de bulunduğu ve umum mâlumatını Kur’ân’ın fehmine basamaklar yaptğı en hararetli tarih olan bin üçyüz onaltı adedine tam tamına tevâfuku elbette evvelki işâratı te’yid ve onunla teeyyüd ederek Risalet-ün Nur’u daire-i harîmine remzen belki işareten dâhil ediyor..” (Ş., Birinci Şua Yirmi Birinci Ayet veya Ayetler, s.707)

3 “Adâlet-i mahzâyı ifade eden “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (En’am Suresi, 6:164) sırrına göre; bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden sâir masum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bâhusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp; o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek, “Muhakkak ki insan çok zalimdir.” (İbrahim Suresi, 14:34) sîga-i mübalağa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde; nasıl kendini haklı bulursun,’Benim hakkım var dersin?”(M., Yirmi İkinci Mektub Üçüncü Vecih, s.264)
“Bir taifede, bir cerayandan, bir aşiretten bir ferdin hatasiyle o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. (…) Kur’anın bir kanun-u esâsîsi, muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi te’min eden ve bu Millet-i İslâmiye’yi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esâsî ki, ‘Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz.’ Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada değil…” (EL-II. Başvekile ve dindar Meb’uslara.., s.82)
“Halbuki şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığı ile bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet, yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup ki ve garaza ve mukabele-i bimisîle mecbur ediliyor.” (EL-II., Başvekil Adnan Menderes’e Mektub, s.172) (STİ., s.27, 56)

Meal
7. A’raf Suresi’nden
31. Ey Âdemoğulları, (namaz için) her mescide gidişinizde ziynetinizi alın (güzel elbiseler giyinin). Yiyin, için; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.1
32. De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram etti? De ki: Onlar kıyamette kendilerine mahsus olmak üzere, iman edenler içindir. İşte bilmeyen bir topluma ayetleri böyle açıklıyoruz (onlardan ahirette kâfirlere hisse yoktur).
33. De ki: “Rabbim ancak açık ve gizli çirkin şeyleri, günahı, haksız yere saldırıyı, bir kanıt indirmediği şeyleri Allah’a şirk koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allah’a demenizi haram etti.”
34. Her ümmet için bir süre (ecel) vardır. Süreleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler.2
40. Şüphesiz ayetlerimizi yalanlayanlara ve onlara karşı büyüklük taslayanlara, deve iğne deliğinden geçinceye kadar, cennet kapıları açılmaz. İşte günahkârları böyle cezalandırırız.
41. Onlar için cehennem ateşinden bir döşek, üstlerinden de örtüler (yorganlar) vardır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.
42. İman edip iyi şeyler yapanlara gelince, ki biz hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemeyiz, işte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklar.

Açıklamalar
1 ” Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nîmetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise; şükre zıttır, nîmete karşı hasâretli bir istihfafatır. İktisat ise, nîmete karşı ticaretli bir ihtiramdır. Evet, İktisat; hem bir şükr-ü mânevî, hem nîmetlerdeki RAHMET-İ İLAHİYE’ye karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medâr-ı sıhhat, hem mânevi dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nîmet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nîmetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhâlif olduğundan, vahim neticeleri var.” (L., On Dokuzuncu Lem’a Birinci Nükte, s.139)
” Sâni-i Zülcelâl, İsm-i Hakîmin muktezâsıyle, her şeyde en hafif sûreti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, İsm-i Hakîmin zıddı olduğu gibi; iktsad, onun lazımıdır ve düstur-u esâsıdır.” (L., Otuzuncu Lem’a Üçüncü Nükte Beşinci Nokta Birinci Mes’ele, s.316)

2 “Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında bîçâre insan; o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi; o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.”(S.,On Üçüncü Söz İkinci Makam,s.142)

Meal
7. A’raf Sûresi’nde
43. Kalplerindeki kinden ne varsa söktük. Altlarından ırmaklar akar. “Bizi buna kavuşturan Allah’a hamdolsun. Eğer O bize hidayet etmeseydi, biz hidayete erecek değildik. Andolsun, Rabbimizin elçileri bize gerçeği getirmişlerdir.” derler. Onlara: “İşte yaptıklarınıza karşılık mirasçı kılındığınız cennet budur!” diye seslenilir.
54. Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yarattı,1 sonra da Arş’a hükümran oldu. Geceyi onu durmadan arayan gündüzün üzerine örter. Güneşi, ayı ve yıldızları da emrine amade olarak (O yarattı)2 Bilin ki, yaratma da ve emretme de mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!
55. Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.3
56. Islah ettikten (düzelttikten) sonra, yeryüzünde fesat çıkarmayın (bozgunculuk etmeyin). O’na korkarak ve umarak dua edin. Şüphesiz Allah’ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
57. O ki, rüzgârları rahmetinin önünde bir müjdeci olarak gönderir. Nihayet ağır bulutları yüklendiği zaman, biz onu ölü bir toprağa göndeririz. Onunla su indiririz; onunla bütün ürünlerden çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkarırız. Belki ibret alırsınız. (…)

Açıklamalar
1 ” Meselâ, “(Şüphesiz Rabbiniz) gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (A’raf Suresi, 7:54) ‘Altı günde gökleri ve yerleri yarattık’demek olan; hem, belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’âniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-i ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâlin halk ettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâlin emriyle âlem dolar, boşanır.” (S., On Dördüncü Söz, s.163)

2 “İşte, Kur’ân şu âyette, azamet-i kudret-i İlâhiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki, Güneş, Ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyyâ; gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini kâinat sayfalarında yazan ve Arş-ı Rububiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâli gösterdiğinden, her ruh işitse, “Bârekallah * Mâşallah * Fetebârekallahu Rabbü’l-Âlemîn.” demeye hâhişger olur.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi- İkinci Şule İkinci Nur Dördüncü Nükte-i Belâgat, s.420) (Ayrıca bk. S., On İkinci Söz Dördüncü Esas; On Dördüncü Söz, 25.Söz Üçüncü Ziya, s.135, 139, 440; M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Birinci Kısım Dördüncü Nükte, s.391)

3 ” Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir. Yani, ‘Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?’bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubudiyete uçmaktır. Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üss-ül esası da iman-ı billahtır.” (S., Yirmi Üçüncü Söz Birinci Mebhas Dördüncü Nokta, s.316)

Meal
7. A’raf Sûresi’nde
143. Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla konuşunca: “Rabbim, bana görün; sana bakayım” dedi. O da: “Sen beni asla göremezsin. Ancak dağa bak; eğer yerinde durursa, sen de beni görürüsün” dedi. Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti ve Musa baygın düştü. Ayılınca: “Seni tenzih ederim. Sana tövbe ettim ve ben, mü’minlerin ilkiyim” dedi.1
144. (Allah) buyurdu: “Ey Musa, şüphesiz ben, seni mesajlarımla ve kelamımla insanların üzerine seçtim. O halde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol”.
158. (Ya Muhammed) de ki: “Ey insanlar, şüphesiz ben; sizin hepinize gönderilen Allah’ın peygamberiyim. O (Allah) ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O’ndan başka İlah yoktur. Diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmi Peygamberi olan elçisine iman edin ki O da Allah’a ve kelimelerine iman eder Ona tabi olun ki hidayete eresiniz”.2
196. Şüphesiz benim velim (dostum); kitabı indiren Allah’tır. O, Salihlere de velilik eder.
197. O’ndan başka taptıklarınız, ne size yardım etmeğe güç yetirirler, ne de kendilerine yardım edebilirler.
198. Eğer onları doğru yola çağırırsanız, (sizi) duymazlar. Onların sana baktıklarını görürsün, hâlbuki onlar görmezler.
199. (Ey Muhammed) sen affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.
200. Eğer seni şeytandan bir fit dürterse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyle işiten, her şeyi bilendir.3

Açıklamalar
1 “Şu fıkra ile Tûr-i Sinâ’daki münâcât-ı Mûseviyede (a.s.) vuku bulan tecelliye-i celâliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-i meşhureyi ihtarla şöyle bir mânâyı ders veriyor ki: Ey kavm-i Mûsâ! Nasıl Allah’tan korkmuyorsunuz? Hâlbuki taşlardan ibaret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor. Ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hadisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?” (S., Yirminci Söz Birinci Makam, s.250)

2 ” Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve her bir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalb etmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ et. Çünki; bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibadet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ: Birşeyi satın aldın. Îcab ve kabul-i şer’iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alış-verişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer’î bir tasavvur-u vahy verir. O dahi, Şârii düşünmekle bir teveccüh-ü İlahî verir. O dahi, bir huzur verir. Demek Sünnet-i Seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde edilir.” (S., Yirmi Dördüncü Söz Beşinci Dal Üçüncü Meyve, s.362) (Ayrıca bk. S., 33.Söz Otuz İkinci Pencere, s.688)

3 “Acaba, iman varken, Cenâb-ı Hakkın o kadar şiddetli tehdidâtına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl îman gitmiyor? “Muhakkak ki şeytanın hilesi pek zayıftır.” (Nisa Suresi, 4:76) sırrıyle: Şeytanın gayet zaif desiselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor.(…) Çünki: Sâbıkan dediğimiz gibi şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler. İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hakk’ın “Gafur”, “Rahîm” gibi iki ismi, tecelli-i a’zamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur’an-ı Hakîm’de Peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmeye davet ediyor. “Bismillahirrahmanirrahim” kelime-i kudsiyesini her sure başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vasiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor ve “Allah’a sığın.” emriyle “Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.” kelimesini siper yapıyor.” (L., On Üçüncü Lem’a Beşinci İşaret, s.74) (Ayrıca bk. S., Yirmi Birinci Söz İkinci Makam, s.274)

Meal

8. Enfal Suresi’nden
24. Ey iman ederler! Sizi, size hayat verecek şeye davet ettiği zaman, Allah’a ve Resûlüne icabet edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Şüphesiz siz O’nun huzurunda toplanacaksınız.
25. Bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmaz.1 Bilin ki, Allah’ın azabı çok çetindir. (…)

9. Tevbe Suresi’nden
32. Allah’ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hoş görmese de nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemiyor.2
33. O ki, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderdi ki, onu bütün dinlerden üstün kılsın. İster ki müşrikler (Allah’a ortak koşanlar) hoşlanmasınlar! 3
38. Ey iman edenler! Size ne oluyor ki, size: “Allah yolunda seferber olun (savaşa çıkın)”denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Ahirete karşılık, dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya zevki, ahirete nisbetle pek azdır.
39. Eğer seferber olmazsanız (savaşa çıkmazsanız) size acıklı bir azap eder ve sizin yerinize sizden başka bir topluluk getirir. O’na (Allah’a yahut Resûlüne) hiçbir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye kadirdir.

Açıklamalar
1 “Yâni: ‘Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.’ Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil’ler, aynen Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.”(S., On Dördüncü Söz Zeyli, s.172)

2 “Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor.
Diyorlar ki: ‘Londra’da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki, sükût ediliyor?’
Elcevab: Bu kıyasın o kadar zahir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklid etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta ‘Dâr-ı Harb’ denilir. Dâr-ı Harbde çok şeylere cevaz olabilir ki, ‘Diyar-ı İslâm’ da mesağ olamaz.”
“Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, cenazeleriyle “El-mevtü hak” hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsâk eder…”(M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Yedinci Kısım Birinci ve Üçüncü İşaretler, s.433 ve 438) (Ayrıca bk. Ş., Birinci Şua Yirmi Sekizinci Ayet, s.719; TH., Av.A.Şeref LAÇ’ın Müdâfası, s.660)

3 ” “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur…”(Fetih Suresi, 48:28)Kemal-i kat’iyyetle ihbar ediyor ki:’Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği din, umum dinlere galebe çalacak.’ Hâlbuki o zamanda yüzer milyon tebaası bulunan Nasara ve Yahudi ve Mecusi dinleri ve Roma, Çin ve İran hükûmeti gibi yüzer milyon tebaası bulunan cihangir devletlerin edyan-ı resmîleri iken, kendi küçük kabîlesine karşı tam galebe edemeyen bir vaziyette bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği din, umum dinlere galib ve umum devletlere muzaffer olacağını ihbar ediyor. Hem gayet vuzuh ve kat’iyyetle ihbar ediyor. İstikbâl, o haber-i gaybîyi, Bahr-i Muhit-i Şarkîden, Bahr-i Muhit-i Garbîye kadar İslâm kılıcının uzamasiyle tasdik etmiştir.”(L., Yedinci Lem’a, Dördüncüsü, s.30)

Meal
9. Tevbe Sûresi’nden
40. Eğer Ona (Peygambere) yardım etmezseniz, Allah Ona kâfirler onu ikinin (Resûlullah ve Ebubekir) ikincisi olarak (Mekke ‘den) çıkardıkları zaman, onlar mağarada iken, yardım etmişti. O zaman arkadaşına: “Üzülme, şüphesiz Allah bizimledir” diyordu.1 Bunun üzerine Allah Ona sükûnetini (emniyetini) indirdi ve Onu görmediğiniz askerlerle destekledi. Kâfirlerin sözünü alçalttı. Allah ‘ın sözü ise o, en yüksektir. Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir.
111. Şüphesiz Allah, cennet kendilerinin olmak üzere mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.2 Onlar, Allah yolunda savaşırlar; öldürür ve öldürülürler. Bu; Tevrat ‘ta, İncil ‘de ve Kur ‘ an ‘da (Allah ‘ın) kendi üzerine aldığı bir vaattir. Sözünü Allah’tan daha çok yerine getiren kimdir? Öyleyse (ey mü’minler), yaptığınız alışverişten dolayı sevinin. İşte en büyük kurtuluş budur.
112. (Bu alışverişi yapanlar) tövbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten men edenler ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. İşte o mü’minleri müjdele.
128. Andolsun, size içinizden (kendi cinsinizden) bir Peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. Size gayet düşkündür, mü’minlere de çok şefkatli, çok merhametlidir.3
129. (Ey Muhammed) eğer (sana iman etmekten) yüz çevirirlerse: “Allah bana yeter. O ‘ndan başka İlah yoktur. Yalnız O ‘na güvendim. O, ulu Arş ‘ın Rabbidir” de.4

Açıklamalar
1 “O zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir bütün ahvâl ve harekâtı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulâde değilse de onun sıdkına delâlet eder. Ezcümle: ‘Ğar ‘ meselesinde, Ebu Bekri ‘s-Sıddık ile beraber halâs ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda “Lâ tahaf innallahe meanâ.” ‘Korkma, Allah bizimle beraberdir ‘ diye Ebu Bekri ‘s Sıddık ‘a verdiği tesellî ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddütsüz gösterdiği vaziyet, elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Hâlıkına itimad ettiğine güneş gibi bir burhandır. Kezalik, saadet-i dareyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin, hakikatle muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün âlemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.” (İİ., Nübüvvet Hakkında İkinci Mes’ele, s.106)

2 “NEFİS VE MALINI Cenâb-ı Hakka satmak ve Ona abd olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:(…) Şimdi satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok, kat ‘a ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah ‘a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. ‘Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanete emin kıl! Âmin! ‘ demeli ve Ona yalvarmalı.” (S., Altıncı Söz, s.25, 29)

3 “Şu âyet-i azime.. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve merhametini ifade ediyor. Evet, rivayet-i sahiha ile mahşerin dehşetinden herkes, hattâ enbiya dahi ‘nefsî, nefsî ‘ dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ‘ümmetî, ümmetî ‘ diye refet ve şefkatini göstereceği gibi, yenidünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi onun münâcâtından ‘ümmetî, ümmetî ‘ işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârâne mekârim-i ahlâk, kemâl-i şefkat ve refetini gösterdiği gibi, ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş. İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyesine müraat etmemek. Ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.” (L., Dördüncü Lem ‘a Birinci Nükte,s.19; On Birinci Lem ‘a-Mirkat-üs-Sünneti ve Tiryâku Maraz-ıl Bid ‘a-, s.50)

4 ” “Eğer senden yüz çevirirlerse…”(Tevbe Suresi, 9:129) âyetiyle der ki: ‘Ey insanlar! Ey müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarfeden ve manevî yaralarınız için kemal-i şefkatle getirdiği ahkâm ve sünnet-i seniyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve göz ile görünen re ‘fetini ittiham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz! Ve ey şefkatli Resul ve ey re ‘fetli Nebi! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re ‘fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme! Semavat ve Arz ‘ın cünudu taht-ı emrinde olan, arş-ı azîm-i muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl sana kâfidir. Hakikî muti ‘ taifeleri, senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir! ‘ Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mes ‘ele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın.” (L., On Birinci Lem ‘a Sekizinci Nükte, s.55)

Meal
10. Yunus Suresi’nden
9. Şüphesiz iman edip iyi şeyler yapanları, Rableri, imanları ile doğru yola iletir. Nimet cennetlerinde (köşklerin) altlarından ırmaklar akar.
10. Orada duaları: “Ya Allah, seni tenzih ederiz”dir. Orada sağlık dilekleri de, “selamdır.” Dualarının sonu da: “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun” (demektir).1
31. De ki: “Size gökten ve yerden rızk veren kimdir? Yahut kulaklara ve gözlere (onları yaratmağa) sahip olan kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? Yaratma işini kim idare ediyor?” ‘Allah’ diyecekler. De ki: “Öyleyse (O’nun azabından) korkmuyor musunuz?”
32. İşte hak Rabbiniz Allah’tır, Haktan sonra da sapıklıktan başka bir şey yoktur. Nasıl da (imandan) döndürülüyorsunuz? 2
55. Bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ındır. Bilin ki, Allah’ın va’di haktır; ancak onların çoğu bilmiyorlar.
56. O, diriltir ve öldürür ve yalnız O’na döndürüleceksiniz.3
57. Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan (dertlere) bir şifa ve mü’minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.
58. De ki: “Ancak Allah’ın lütfu ve rahmeti ile işte bununla sevinsinler. Çünkü bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.4

Açıklamalar
1 “Evet; ‘Onların duaları şu sözlerle sona erer: Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.’ (Yunus Suresi, 10:10) olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü hamd, in’am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan hâsıl olan elem zâil olur. Çünkü şecerede çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.” (MN., Habbe, s.123)
“İntihabım olamayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektubların ahirinde ” Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bildiğimiz yokrur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” (Bakara Suresi, 2:32) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki; tefsirim de, şu ayet ile hitam buluyor. Demek inşallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cedveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, gûya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek o zamandan beri yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım ” (İİ.,Halifelik Sırrı sonu HAŞİYE, s.212)

2 “İşte, başta der; “Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi meheyya edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir’ Allah’tan başka koca sema ve zemini iki mutî hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise şükür, Ona münhasırdır” İkinci fıkrada der ki: “Sizin âzalarınız içinde en kıymetdar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latif kıymettar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur ki, bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız Rab odur, Mabud da o olabilir.”
Üçüncü fıkrada der: “Ölmüş yeri ihya edip yüzbinler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hak’tan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından başka şu işi kim yapabilir? Elbette o yapar. O ihya eder. Madem Hak’tır, hukuku zayi’ etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübraya gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de ihya edecektir.”
Dördüncü fıkrada der: “Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi kemal-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? Madem Allah’tan başka olamaz; koca kâinatı bütün ecramıyla gayet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve muavenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mahlûkatı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez ‘Allah’ diyeceksiniz.” (S.,Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi- İkinci Şule İkinci Nur İkinci Nükte-i Belagat, s.416)

3 “Her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitab sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti, iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kâdir-i Zülcelâl’dir. Madem böyledir, bütün delailin neticesi olarak ‘Siz de Ona döndürüleceksiniz.’ (Yasin Suresi, 36:83) Yani: ‘Kabirden sizi ihya edip, haşre getirip, huzur-u kibriyasında hesabınızı görecektir.’ İşte şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyya etti, kalbi de hazır etti. Çünki nazairini dünyevî ef’al ile de gösterdi.” (S.,Yirmi Beşinci Söz İkinci Şule Sekizinci Meziyet-i cezâlet, s.425)

4 “İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubudiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Hâlbuki buna da tenbellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimane istiyorsun. Ve hem ‘Niçin duam kabul olmadı? diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır, Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâima rahmet ve keremine iltica et. Ona güven ve şu fermanı dinle:…”(S.,Yirmi Dördüncü Söz Beşinci Dal İkinci Meyve, s.360) (Ayrıca bk. M.,28.Mektub Yedinci Risale/Yedinci Mesele, s.368)

Meal
10. Yunus Sûresi’nden
61 “Hangi durumda olursan, Kur’an’dan ne okursan, ne amel yaparsan, mutlaka siz ona giriştiğiniz zaman biz üzerinizde şahit idik. Ne yerde, ne gökte, zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, mutlaka apaçık bir kitaptadır.1
62. Haberiniz olsun ki, Allah’ın veli kullarına korku yoktur. Onlar üzülmezler de.
63. Onlar ki iman ettiler ve korkuyorlardı.
64. Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır. Allah’ın kelimeleri için değişme yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.2
65. Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz bütün izzet / kuvvet Allah’ındır. O, hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir.
66. Bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ındır. Allah’tan başkasına ibadet edenler de, ortaklara (putlara) tâbi olmuyorlar.3 Onlar ancak zanna tabi oluyorlar ve onlar ancak yalan söylüyorlar.
67. O (Allah) ki, geceyi dinlenmeniz için karanlık, gündüzü de (çalışmanız için) aydınlık kıldı. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için elbette deliller (ibretler) vardır.
107. Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, O’dan başka onu kaldıracak yoktur. Eğer sana bir hayır isterse, O’nun lütfunu reddedecek kimse yoktur. Onu (lütfunu) kullarından dilediğine isabet ettirir. O, çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.4

Açıklamalar
1 “Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsâs eder ve küçük küçük senetler, bir defter-i kebîrin bulunduğunu iş’ar eder ve küçük kesretli tereşşuhâtlar, büyük bir su menbaını işmâm eder. Aynen öyle de: Küçük küçük cüzdanlar hükmünde, hem birer küçük Levh-i Mahfuz manasında; hem büyük Levh-i Mahfuzu yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî beşerin kuvve-i haızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları, elbette bir hâfıza-i kübrâyı, bir defter-i ekberi, bir Levh-i Mahfûz-u Azamı ihsas eder, iş’âr eder ve ispat eder, belki keskin akıllara gösterir.” (S.,Onuncu Söz Yedinci Suret HAŞİYE, s.53)

2 “Hülâsa: Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiyeyle veya felsefenin dalâletiyle veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar, senin meşrep ve mesleğine tâbi olurlar. Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izâleyle ayıltacaktır. Ve keza, insan hayvan gibi yalnız zaman-ı halle müptelâ ve meşgul değildir. Belki müstakbelin korkusu ve mazinin hüzün ve kederiyle hal elemlerine mâruzdur. Fakat kendisini şakî, dâll, ahmaklardan addetmeyen adam, Kur’ân’ın şu beşaretini dinlesin:…” (MN.,Onuncu Risale, s.220) (Ayrıca bk. NİK.,Üçüncü Ders sonu, s.32)

3 “Maahaza, şerik hadd-i zâtında mümteni’dir. Bir ferdinin vücudu mümkün değildir. Çünkü kudret-i kâmilenin tesiri gayr-ı mütenahîdir. Şerik olduğu takdirde, kudretin tesiri mahdud olur. Mütenahî olmadığı halde mütenahî olur, inkıtaa uğrar. Bu ise, birkaç cihetten muhaldir. Öyle ise istiklal ve infirad, ulûhiyet için zâtî hâssalardır.
Maahazâ, şerike bir mahal, bir makam, bir îmkan-ı zâtî yoktur. Ve şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de bir delilden neş’et eden bir ihtimal ve ne de bir emâre ve kâinatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yokrur. Bilâkis hangi şeye, hangi cihete bakılırsa tevhid sikkesi görünür. Demek, müessir-i hakikî ancak ve ancak Allah’tır.” (MN., Katre, s.59)

4 “Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellük edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı Onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir. Her şey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.” (M.,Yirminci Mektub Birinci Makam İkinci kelime, s.224; As., Onuncu Hüccet-i İmaniye, s.227)

Meal
10. Yunus Sûresi’nden
108. De ki: ‘Ey insanlar, muhakkak size Rabbinizden bir hak (Kur’an) geldi. Artık kim doğru yolu bulursa, ancak kendisi için bulmuş olur. Kim de saparsa, hemen ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim (sadece tebliğ etmekle memurum).’
109. (Ey Muhammed) Allah hüküm verinceye kadar, sana vahyolunana tabi ol. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.

11. Hud Suresi’nden
6. Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın.1 Allah onun duracak yerini de, emanet edilecek yerini de bilir. Çünkü (bunların) hepsi apaçık bir kitapta (Levhi Mahfuzda) dır.
41. Nuh dedi ki: ‘Gemiye binin, onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim, elbette çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir’.
42. O (gemi), dağlar gibi dalgaların arasında onları götürüyordu. Nuh, ayrı bir yerde (gemiden uzakta) duran oğluna: ‘Oğulcuğum, bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!’ diye seslendi.
43. Oğlu dedi: ‘Dağa sığınacağım; beni sudan korur’ Nuh da: ‘Bugün Allah’ın emrinden koruyacak yoktur, ancak Allah’ın esirgediği müstesna ‘ dedi ve aralarına dalga girdi; o da boğulanlardan oldu.
44. ‘Ey yer (suyunu) yut, ey gök, sen de (yağmurunu) tut / kes’, denildi.2 Su çekildi, iş bitirildi. Gemi Cudi (dağının) üzerinde durdu. Ve ‘O zalimler kavmi (topluluğu) uzak olsun!’ denildi.
45. Nuh, Rabbine seslendi: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan ) oğlum benim ailemdendir. Şüphesiz senin va’din haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin!’

Açıklamalar
1 ‘Fakat, rızk dediğimiz iki kısımdır: Hakikî rızk, mecazî rızk. Yani zarurî var, gayr-ı zarurî var. Âyetle taahhüd altına alınan, zarurî kısmıdır. Evet, hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve za’fiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz. Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şahiddir. Mecazî olan rızk ise, âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak sa’y ve kesbe bağlıdır.’ (MN., Katre Nükte, s.73)
‘Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların, hem maddî ve midevî, hem mânevî bütün rızıklarını, şefkatkârâne, kuru ve basit bir topraktan ve câmid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en lâtifi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, gözümüz önünde, bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir. (Rahimiyyet ve Rezzakiyyet hakikati)’ (Ş.,Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra- son Dördüncü Hakikat, s.172) (Ayrıca bk. L.,On Dokuzuncu Lem’a Dördüncü Nükte, s.142; STİ., s.9)

2 ‘Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna ‘Ateş kes!’ ve hücum eden diğer bir ordusuna ‘Dur!’ der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. ‘İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular’ der. Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvat ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: ‘Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.’ Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular. İşte şu üslûbun ulviyetine bak. ‘Zemin ve gök iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler.’ diyor. İşte şu üslûb işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semavat ve Arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: ‘Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir zâta isyan edilmez, edilmemeli.’ Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tûfan gibi bir hâdise-i umûmiyeyi bütün netâiciyle, hakaikıyle birkaç cümlede îcazlı, i’cazlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder.’ (S., Yirmi Beşinci Söz Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi- Birinci Şule Birinci Şua İkinci Suret Üçüncü Nokta, s.376) (Ayrıca bk. S., Yirmi Beşinci Söz İkinci Şule Üçüncü Nur, s.430; MN., On Dördüncü Reşha Altıncı Katre, s.234)

Meal
11. Hud Sûresi’nden
56. ‘Şüphesiz ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki O, onların perçeminden tutmuş olmasın.1 Şüphesiz Rabbim doğru yoldadır’
102. Rabbinin zalim kentleri (onların halkını) yakaladığı zaman, yakalaması işte böyle (şiddetli)dir. Şüphesiz O’nun yakalaması acıklıdır, çok çetindir.
103. Şüphesiz bunda, ahiret azabından korkan için elbette bir ibret vardır. O, (bütün) insanların kendisi için toplanmış olduğu bir gündür. O, (bütün mahlûkatın) hazır olduğu bir gündür.
104. Biz onu (kıyamet gününü), ancak sayılı bir süre için erteliyoruz.2
105. O gün, hiçbir nefis O’nun (Allah’ın) izni olmadan konuşmaz (şefaat edemez). Onlardan kimi şaki (bedbaht), kimi ise said (mutlu)dur.
106. Şakilere gelince, onlar ateşteler. Onların orada (çok feci) bir soluk verme ve soluk almaları vardır ki!
107. Orada gökler ve yer durdukça ebedi kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilediği şey müstesna. Şüphesiz Rabbin, dilediğini hakkıyle yapandır.
108. Mutlulara gelince, onlar da cennettedirler.3 Gökler ve yer durdukça orada ebedi kalacaklar. Ancak, Rabbinin dilediği şey müstesna. Bu (nimetler) de kesintisiz bir lütuftur.)
110. Andolsun, biz Musa’ya Kitabı verdik de onda ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden bir kelime geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilmiş (işleri bitirilmiş) olurdu. Şüphesiz onlar (Mekke’liler), bundan kuşkuya düşüren bir şüphe içindeler.
111. Şüphesiz Rabbin, her birine amellerini mutlaka eksiksiz verecektir. Çünkü Rabbin, onların yaptıklarından haberdardır.

Açıklamalar
1 “İsm-i Kayyûmun bir cilve-i âzamına işaret eden ‘Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın.’ (Hud Suresi, 11:56) gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-i âzamın bir veçhi şudur ki: Şu kâinattaki ecrâm-ı semâviyenin kıyamları, devamları, bekaları, sırr-ı kayyûmiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyûmiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenâhi boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasılki meselâ: Havada tayyareler yerinde binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür.. öyle de: O Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz’dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, her birini bir vazifeyle tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde, emr-i kün feyekûn’dan gelen fermanlara kemâl-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyûmun âzamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, her bir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi, sırr-ı kayyûmiyetle kaim ve o sırla beka ve devam ediyorlar.” (L., Otuzuncu Lem’a Altıncı Nükte İkinci Şua Birinci Mes’ele, s.344) (Ayrıca bk. S., Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Üç ve Dördüncü Lem’a, 33.Söz Ondördüncü Pencere, s.295, 663; Ş., On Beşinci Şua Elhüccet-üz Zehra İkinci Makam, s.638; MN., Lem’alar, s.10; NİK., On Dördüncü Ders, s.107)

2 “Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, irade-i ezeliyenin izniyle haricî bir maraz veya Muharrib bir hadise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesap ile, bir gün gelecek ki: ‘Güneş dürülüp toplandığında; yıldızlar döküldüğünde; dağlar yürütüldüğünde.’ (Tekvir Suresi, 81:1, 2, 3) mânâları ve sırları, Kadîr-i Ezelînin izniyle tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerâta başlayıp, acip bir hırıltıyla ve müthiş bir savtla fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir.” (S., Yirmi Dokuzuncu Söz İkinci Maksad Dördüncü Esas, s.529)

3 “Birinci Şua’da iki-üç âyetin işârâtında, Risalet-ün Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gireceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük mes’eleye ve çok kıymetdar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim. Çoktan beri muntazırdım. Lillahilhamd iki emare birden kalbime geldi:
Birinci Emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin îmanı zevalden mahfuz kalıyor.(…)
İkinci Emare: Risalet-ün Nur’un sadık şakirdleri, hüsn-ü akibetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.
Ezcümle: Risalet-ün Nur’un bir hâdimi ve bir tek şakirdi, yirmidört saatte, Risalet-ün Nur talebelerinin hüsn-ü akibetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına, yüz defa Risalet-ün Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi-otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü akibetlerine ve imanla kabre girmelerine aynı duayı en ziyade kabule medar olan şerâit içinde ediyor. Hem Risalet-ün Nur’un talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz iman hususunda birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, masum lisanlarıyla dualarının yekûnü öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza mecmuu itibariyle reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i iman ile kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünkü her bir dua umuma bakıyor.” (KL., Birinci Mes’ele, s.18) (Ayrıca bk. Ş., Birinci Şua Yirmi Altıncı Ayet, s.716; STG., Sekizinci Lem’a, s.162)

Meal
11. Hud Sûresi’nden
112. O halde sen emrolunduğun gibi doğru ol.1 Seninle beraber tövbe edenler de (öyle olsunlar). Taşkınlık etmeyin. Çünkü O, yaptıklarınızı görücüdür.
113. Zalimlere meyletmeyin; aksi halde size ateş dokunur.2 Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım olunmazsınız.
114. Namazı, gündüzün iki ucunda (sabah, öğle ve ikindi) ve gecenin bir kısmında (akşam ve yatsı) kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür.
115. (Ey Muhammed!) sabret. Şüphesiz Allah, iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez.
123. Göklerin ve yerin gaybi (sırrı) Allah’ındır. Bütün iş, yalnız O’na döndürülür. Sen de O’na ibadet et ve O’na tevekkül et (O sana yeter).Rabbin sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.

12. Yusuf Suresi’nden
53. ‘Ben kendimi temize çıkarmıyorum.3 Şüphesiz nefis daima kötülüğü emreder; ancak Rabbimin merhamet ettiği hariç. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir’.
101. ‘Ey Rabbim! Bana mülk verdin ve bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin Yaratıcısı; benim dünyada da ve ahirette de velim sahibim sensin. Canımı Müslüman olarak al ve beni salihlere kavuştur’.4

Açıklamalar
1 “Hattâ Resûl-iEkrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: ‘Şeyyebetni Suretu Hûd.’ yani sûre-i Hûd’daki ‘Festakım kema umirte.’ âyeti beni ihtiyarlattırdı. Çünkü ehemmiyeti azimdir. İstikamet-i tâmmeyi emrediyor.” (STG., Hazreti Gavs’ın Hâşiye, s.162)
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden, harekât ve sekenâtı, itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i Seniyyesi, kat’î bir surette gösterir ki; her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş. İfrat ve tefritten içtinap etmiştir. Evet, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ‘Festakım kema umirte.’ emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün ef’al ve akvâl ve ahvâlinde istikamet, kat’i bir surette görünüyor.” (L., On Birinci Lem’a Üçüncü Mes’ele, s.60) (Ayrıca bk. S., Angilikan Kilisesine Cevab, s.746; Ş., Birinci Şua İkinci Ayet, s.692; BL., Lütfi’nin Mektubu, s.170)

2 “Zulmedenler en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.” (Hûd Suresi, 11:113) âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünki: Rızâ-yı küfür, küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.” (M., Yirmi Sekizinci Mektub Dördüncü Mes’ele, s.361) (Ayrıca bk. M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Altıncı Risale/Kısım Birinci Desise, s.412; EL-I., s.58)
“..Şüphesiz ki insan çok zalimdir.” (İbrahim Suresi, 14:34) âyetine en âzam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zâlim olur. Meyletse ‘Zulmedenler en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.’ (Hûd Suresi, 11:113) âyetine mahzar olur.”(KL., s.207)

3 “Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. (…)Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan, ‘Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefi daima kötülüğe sevk eder.’ (Yusuf Suresi, 12:53) dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.” (L., On Üçüncü Lem’a On Üçüncü İşaret İkinci Nokta, s.88) (Ayrıca bk. L., Yirmi Birinci Lem’a, 28.Lem’a, s.160, 275; BL., Hulûsi Bey’in mektubudur, s.306)

4 “Halbuki şu âyet, kıssa-i Yûsuf’un en parlak kısmı ki; Azîz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yûsuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yûsuf kendisi Cenâb-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saâdete mazhar oldu. Demek: O dünyevî lezzetli saadetten daha câzibedar bir saâdet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat; o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saâdete mazhar olsun.(…) Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. Hem Hazret-i Yûsuf’un âli sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu hâleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor.” (M., Yirmi Üçüncü Mektub sonu, s.283)

Meal
13. Ra’d Sûresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Elif. Lam. Mim. Ra.1 Bunlar kitabın ayetleridir. Rabbin-den sana indirilen gerçektir. Ancak insanların çoğu iman etmezler.
2. Allah O’dur ki, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yarattı.2 Sonra da Arş’a hükümran oldu. Güneşi ve ayı boyun eğdirdi. Her biri belli bir süreye kadar akar. (Mahlûkat ile ilgili) işi idare eder, âyetleri açıklar. Belki Rabbinize kavuşacağınıza kesin inanırsınız.
3. O ki, yeri döşedi, onda sabit dağlar ve ırmaklar koydu. Orada meyvelerin hepsinden ikişer çift yarattı. Geceyi gündüze bürür. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için deliller vardır.3
4. Yerde komşu kıtalar; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar 4 vardır ki, hepsi bir su ile sulanır. Meyvelerinde bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunda aklını çalıştıran bir topluluk için elbette deliller vardır.
8. Allah; her dişinin taşıdığını, rahimlerin neyi eksilttiğini ve neyi artırdığını bilir. Her şey O’nun yanında bir ölçü iledir.
9. Görünmeyeni ve görüneni bilendir, büyüktür, yücedir.
10. İçinizden sözü gizleyen de onu açıklayan da, gece gizlenen de gündüz yoluna giden de (O’nca) birdir.

Açıklamalar
1 ( bk. Bakara Sûresi 1.âyet açıklaması, s.2)

2 ” Evet, sırr-ı kayyûmiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbisini bu nihayetsiz fezada, ‘O Allah ki, gökleri, gördüğünüz gibi direksiz yükseltti.’ (Ra’d Suresi, 13:2) sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin tecellîsine mahzar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinat olmazsa, hiçbir şey kendi başıyla durmaz; hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek. Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar; kıyamları onunladır.. öyle de: Mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette ‘ Bütün işler sadece Ona döndürülür.’ (Hud Suresi, 11:123) sırrıyla, uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona.. gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.” (L., Otuzuncu Lem’a Altıncı Nükte İkinci Şua, s.346) (Ayrıca bk. M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Beşinci Kısım, s.411)

3 ” Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki:Mâyi haline gelen bir madde-i seyyâleden taş, ve taştan toprak halk edilmiş. Mâyi kalsaydı, kabil-i süknâ olmazdı. O mâyi taş olduktan sonra demir gibi sert olsaydı, kabil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hâcetlerini gören bir Sâni-i Hakîmin hikmetidir. Sonra, tabaka-i türâbiye, dağlar direği üzerine atılmış, tâ içindeki dâhilî inkılâplardan gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın. Hem denizin istilâsından toprağı kurtarsın. Hem zîhayatların levâzımât-ı hayatiyesine birer hazine olsun. Hem havayı tarasın, gazât-ı muzırradan tasfiye etsin, tâ teneffüse kabil olsun. Hem suları biriktirip iddihar etsin. Hem zîhayata lâzım olan sair madenlere menşe ve medar olsun. İşte, bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîmin vücub-u vücuduna ve vahdetine gayet kat’î ve kuvvetli şehadet eder.” (S., Otuz Üçüncü Söz Yirmi İkinci Pencere, s.674) (Ayrıca bk. L., Yirmi Dokuzuncu Lem’a İfade-i Meram, s.284)

4 “Evet bu iki meyve (üzüm ve hurma), hem gıda ve kut, hem fakihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşe’leri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurub makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki; zerre kadar aklı bulunan bir adam, ‘Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir.’ demeğe mecburdur.” (Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra-İkinci Bab İkinci Hakikat Üçüncü Ayet, s.156)

Meal
1. Ra’d Sûresi’nden
11. Onun (insanın) önünden ve arkasından takipçileri vardır. Onu Allah’ın emrinden korurlar. Şüphesiz Allah, bir kavimdeki şeyi (nimeti) kendilerindeki şeyi (güzel hali) değiştirinceye değiştirmez. Allah bir topluma bir kötülük istediği zaman, onu geri çevirme yoktur. Onların O’ndan başka bir yardımcısı yoktur.
12. O (Allah) ki, size şimşeği korku ve ümit vermek için gösterir ve (yağmur dolu) ağır bulutlar meydana getirir.1
13. Gök gürültüsü Allah’a hamd eder. Melekler de O’nun korkusundan tesbih ederler. O, yıldırımlar gönderip onlarla dilediği kimseyi çarpar.2 Onlar Allah hakkında mücadele ediyorlar. Oysa O, kuvveti çetin olandır.
14. Hak davet O’nundur. O’ndan başka ibadet ettikleri şeyler, onlara hiçbir şeyle cevap vermezler.3 Ancak (kuyu başında) suyun, ağzına ulaşması için (uzaktan) iki avucunu açana suyun cevap vermesi gibi cevap verirler ki, o (su) ona asla ulaşmaz. Kâfirlerin duası ancak sapıklık içindedir.
15. Göklerde ve yerde kim varsa (onlar) ve gölgeleri, ister istemez O’na sabah ve akşam secde ederler.4
16. De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ 5 ‘Allah’de. De ki:’O’ndan başka kendi nefislerine ne yarar ne de zarar verme imkânına sahip olmayan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Körle gören bir olur mu hiç? Yahut karanlıklarla nur (aydınlık) bir olur mu?’ Yoksa Allah’a O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar koştular da yaratma onlara benzer mi göründü? De ki: ‘Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, kahhardır.’

Açıklamalar
1 “Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı (gök gürültüsü) dinler, görür ki, pek acip ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar. Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki: ‘Atılmış pamuk gibi bu câmid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet kadîr ve rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer. Ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be vakit cevv âlemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydosla bozar tahtasına ve mahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir. Ve gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rubûbiyetperver bir Hâkim-i Müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler….” (Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra- Birinci Makamın İkinci Mertebesi, s.107)

2 “Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, ‘Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar’ diye ihtar ediyorlar. (Ş., Yedinci Şua -Ayet ül Kübra- Birinci Makamın İkinci Mertebesi, s.109)

3 “Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani, harika, menhus zekândır. O kör dehân ile, herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabiata isnad ettin, âsârını esbaba verdin, o Hâlıkın malını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehân nazarında, her zîhayat, herbir insan, tek başıyla hadsiz a’dâya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem’a gibi bir şuur, çabuk söner şule gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömürle, o hadsiz a’dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki, o biçare zîhayatın sermayesi, binler matluplarından birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor. ‘Kâfirlerin duası ancak boşa gider.’ (Ra’d Suresi, 13:14) sırrına mahzar oluyor.”(L., On yedinci Lem’a Beşinci Nota, s.118)

4 Bu âyet-i kerime, Kur’an’daki on dört secde âyetinin ikincisidir. (MB)

5 “Hem madem bu arz, kasret-i mahlûkat cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüz binler çeşit çeşit envâ-ı zevi’l hayat ve zevi’l ervâhın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki, küçüklüğüyle beraber koca semâvâta karşı denk tutulmuş. Semâvî fermanlarda dâima ‘Göklerin ve yerin Rabbi.’ (Ra’d Suresi, 13:16) deniliyor.” (Ş., Dokuzuncu Şua İkinci Nokta, s.188) (Ayrıca bk. Ş., On Birinci Şua Meyve Risalesi Altıncı Mes’ele sonu ve 15.Şua El-Hüccetüzzehra- İkinci Makamı, s.208 ve 637)

Meal
14. İbrahim Suresi’nden
12. Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki, O bize yollarımızı göstermiştir? Bize ettiğiniz eziyetlere mutlaka sabredeceğiz.1 Tevekkül edenler, yalnız Allah’a tevekkül etsinler’.
24. Görmedin mi, Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir söz; kökü sağlam / yerde, dalı gökte hoş bir ağaç gibidir.2
25. Meyvesini Rabbinin izni ile her zaman verir. Allah, belki öğüt alırlar diye böyle misaller getiriyor.3
26. Kötü söz de, toprağın üzerinden koparılan, sebatı (istikrarı) olmayan kötü bir ağaç gibidir.
27. Allah; iman edenlere, dünya hayatında ve ahirette sabit sözle sebat verir. Allah zalimleri saptırır ve Allah dilediğini yapar.4
32. Allah O’dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi. Onunla size rızk olarak çeşitli ürünler çıkardı. Emri ile denizde akması için gemileri emrinize verdi ve nehirleri de emrinize verdi.
33. Sürekli olarak görevlerini yapan Güneşi ve Ayı emrinize verdi. Geceyi ve gündüzü de emrinize verdi.
34. (Allah) size her istediğinizden verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymak isterseniz, sayamazsınız / bitiremezsiniz. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.5(…)

Açıklamalar
1 “Avrupanın insaniyetperver maskesi altında vahşî reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zâlimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette ‘Yaşasın Cehennem’ dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhâldir.” (M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Es’ile-i Site, s.429-432)

2 ( bk. KL., s.64)

3 “Kur’an’ın tâkib ettiği makasıd-ı esasiye ve anâsır-ı asliye: Ubûdiyetle tevhid, risâlet, haşir, adâlet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği mes’eleler ancak bu maksadlara vesilelerdir. Bu itibarla vesilelerde yapılacak tafsilât, ol babdaki kavaide muhaliftir. Çünkü malayani ile iştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki, bazı mesail-i kevniyede Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ihmal veya ibham veya icmal yapmıştır. Ve keza Kur’anın muhatablarından kısm-ı ekseri avamdır. Avam sınıfının hakaik-i İlahiyenin ince ve müşkil kısmına fehimleri kadir değildir. Ancak temsil ve icmaller ile fehimlerine yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki Kur’an, kesret ile temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bâzı mesâilde de icmal yapıyor.” (MN., On Dördüncü Reşha Dördüncü Katre Üçüncü Nükte, s.234)
“Nasılki Kur’anın müteşabihatı var; gayet derin Mes’eleleri temsilât ile ve teşbihatla avama ders veriyor. Öyle de: Hadîsin müteşabihatı var; gayet derin hakikatları me’nûs teşbihatla ifade eder.” (L., On Dördüncü Lem’a Üçüncü Esas, s.91) (Ayrıca bk. S., On altıncı Söz Birinci Şua, s.193; M., Yirmi Dördüncü Mektub İkinci Makam Birinci Mebhas ve Yirmi Sekizinci Mektub Yedinci Mes’ele Dördüncü İşaret, s.291 ve 373)

4 “İ’lem eyyühe’l-aziz! Sinek, örümcek, pire gibi küçük hayvanlar fil, camus, deve gibi büyük hayvanlardan daha zeki, hilkatçe daha güzel, san’atça daha tam oldukları halde, bunların ömrü kısa, onlarınki uzun, bunların zahiren menfaatleri yok, onlarınki var. İşte bu hal, hilkat-i eşyada Sâniin külfeti olmadığına ve herşeyin vücuda gelmesi ancak “Kün” emriyle olduğuna bâhir bir burhandır.” (MN., Zerre, s.187; Habbe, s.128)

5 “İşte şu ayetler (İbrahim Sûresi:32-34 âyetler) evvelâ Cenâb-ı Hakkın insana karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde halk edip, semâdan zemine âb-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semâyı iki hizmetkâr ettiği gibi, zeminin sair aktârında bulunan herbir nevi meyvelerinden herbir adama istifade imkânı vermek, hem insanlara semere-i sa’ylerini mübadele edip her nevi medar-ı maişetini temin etmek için gemiyi insana musahhar etmiştir. Yani, denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebettar etmekle beraber, ırmakları, büyük nehirleri insanın fıtrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir, hem güneşle ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün’im-i Hakikînin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halk etmiş. Hem gece ve gündüzü insana musahhar, yani hâb-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü maişetlerine ticaretgâh hükmünde teshir etmiştir.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi-İkinci Şule İkinci Nuru Altıncı Nükte-i Belagat, s.421) (Ayrıca bk. S., Otuz Üçüncü Söz Onuncu Pencere, s.661; KL., R.N.Şakirdleri tarafından sorulan bir suale cevabdır, s.207; STİ., Rüyada Bir Hitabe sonu, s.56)

Meal
14. İbrahim Sûresi’nden
38. ‘Rabbimiz, şüphesiz sen bizim gizlediğimizi ve açıkladığımızı bilirsin. Ne yerde, ne gökte Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz’.
39. ‘Bana, ihtiyarlığıma rağmen İsmail’i ve İshak’ı bağışlayan Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim, elbette duayı işitendir’.
47. Öyleyse sakın, Allah’ın, peygamberlerine va’dinden (verdiği sözünden) cayacağını zannetme. Şüphesiz Allah, mutlak galiptir, intikam sahibidir.
48. O gün, yer başka yerle, gökler de (başka göklerle) değiştirilir.1 (Ve insanlar) Kahredici bir tek Allah’ın huzuruna çıkarlar.
49. O gün, günahkârların bukağılarla bağlandıklarını görürsün.
50. Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar.
51. Tâ ki Allah, her nefse kazandığının cezasını versin diye. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
52. Bu (Kur’an), insanlara bir tebliğdir, uyarılmaları için ve bilsinler ki O, bir tek Allah’tır. Ve aklıselim sahipleri öğüt alsınlar diye.

15. Hicr Suresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Elif. Lam. Ra.2 Bunlar, kitabın ve açıklayıcı Kur’an’ın âyetleridir.
2. Kâfirler zaman zaman (kendileri) ‘Müslüman olsalardı’, diye temenni edecek.
3. Bırak onları, yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalasın. (Kötü sonucu) sonra bilecekler.
16. Andolsun, gökte burçlar yarattık ve onları bakanlar için süsledik.3
17. Onları, kovulmuş taşlanmış her şeytandan koruduk.

Açıklamalar
1 ‘Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek; veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır. (…) Sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir. Sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte, şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir surette zelenecektir. ‘O gün yeryüzü başka bir şekle girer.’ (İbrahim Suresi, 14:48) sırrı tahakkuk edecektir.’ (S., Yirmi Dokuzuncu Söz İkinci Maksad Dördüncü Esas Birinci Mes’ele, s.529)
“Hem madem Hallâk-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlûkların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor, onların binalarında derc ediyor. Elbette, ‘O gün yeryüzü başka bir şekle girer.” (İbrahim Suresi, 14:48) sırrıyla, ‘Asıl hayata mahzar olan iseahiret yurdudur.’ (Ankebut Suresi, 29:64) işaretiyle, şu dünyada câmid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrât-ı arziyenin, elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünkü, harap olmuş dünyanın zerrâtını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikatten, pek muazzam bir kanun-u hikmetin ucu görünüyor.” (S., Otuzuncu Söz İkinci Maksad Üçüncü Nokta, s.556)

2 (bk. Bakara Sûresi 1.âyet açıklaması, s.2)

3 “Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hattâ gökyüzünde her parlayana ‘yıldız’ denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de, nazenin sema yüzünün murassa’ zînetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni’-i Zülcemal onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır ve yıldızların küçük bir nev’ini de şeyâtînin recmine âlet etmiş.” (S., On Beşinci Söz Yedinci Basamak, s.181)

Meal
15. Hicr Sûresi’nden
18. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesnadır ki, hemen onu apaçık bir ateş parçası topu 1 izler.
19. Yeri de döşedik, ona sabit dağlar 2 attık ve onda ölçülü her şeyden bitirdik.
20. Orada sizin için ve rızklarını vermediğiniz kimseler için geçimlikler yarattık.
21. Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri, depoları yanımızda olmasın. Fakat Biz onu ancak belli miktarla indiririz.3
22. Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik; 4 gökten de su indirdik; onu size içiriyoruz. Hâlbuki siz onu depolayanlar değilsiniz (depolayamazdınız).
23. Şüphesiz biz, gerçekten biz diriltir ve öldürürüz. Her şeye mirasçı olacak da biziz.
24. Andolsun, gerçekten içinizden öne geçenleri de bilmiş durumdayız, geri kalanları da bilmiş durumdayız.
85. Gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki şeyleri ancak hak ile yarattık. Kıyamet muhakkak gelecektir. 5 Onlardan güzelce yüz çevir.
86. Şüphesiz Rabbin, O, her şeyi yaratan, her şeyi bilendir.
87. Andolsun, sana yedi tekrarlanan (ayet)i (Fatihayı) 6 ve Kur’anı Azim’i verdik.
92, 93. Rabbine andolsun ki, onların hepsine, yaptıkları şeyleri soracağız.
94. Emrolunduğun şeyle başlarını ağrıt (onu açıkla, tebliğ et). Müşriklerden (ortak koşanlardan) yüz çevir. 7
95. (Seninle) alay edenlere karşı gerçekten biz sana yeteriz.
96. Onlar ki, Allahla beraber başka bir İlah kılıyorlar; (kimin doğru olduğunu) ileride bilecekler.

Açıklamalar
1 “İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahabların üç manası olabilir:
Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir.
İkincisi: Semavatta hüşyar nöbettarlar, muti’ sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istima’larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir.
Üçüncüsü: Müzahrefat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahablarla red ve tarddır.” (S., On Beşinci Söz Yedinci Basamak, s.182) (Ayrıca bk. Rahman Sûresi 33.âyet ve Mülk Sûresi 5.âyet açıklamaları, s.114 ve 124; L., Yirmi Sekizinci Lem’a Yirmi Sekizinci Nükte, s.280)

2 “Dağların külli vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dâhiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor.” (Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra- Birinci Makam Beşinci Mertebe, s.113)

3 ” İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına, tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.” (L., Otuzuncu Lem’a İkinci Nükte, s.308) (Ayrıca bk. S., Yirmi İkinci Söz İkinci Makam; Yirmi Altıncı Söz; otuz Üçüncü Söz Söz On Dördüncü ve Yirminci Pencere, s.298, 463, 663 ve 670; L., Otuzuncu Lem’a Altıncı Nükte, s.340; MN., Lem’alar, s.10; NİK., On Dördüncü Ders, s.107)

4 ” Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faydalarının ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin çabuk yerine getirilmesine sür’atle çalışmaktır.”(S., Otuz Üçüncü Söz Yirminci Pencere, s.670)
“..ve rüzgârları, nebatat ve hayvanatın teneffüs ve telkihlerine hizmet gibi vazâif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse Sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecelli-i rahmet ve hikmet;…” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi-İkinci Şule İkinci Nuru, s.417)

5 “Evet, kâinat saadet-i ebediyeyi intaç etmese, akılları hayrette bırakan kâinatta görünen en bâriz, en mükemmel şu nizam, aldatıcı zayıf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün mâneviyat ve alâkalar, rabıtalar ve nispetler hep hebâ olur. Öyle ise o nizamın nizam olması, ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intac etmekle olur. Yani o nizamdaki maneviyat ve nükteler, ancak âlem-i âhirette sünbüllenecektir. Yoksa bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nisbetler darmadağınık olur, nizam da berheva olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berheva edilmeyeceğini ilân ediyor.” (İİ., Delâil-i Haşr Birinci Bürhan, s.53)

6 “Şu cümle Kur’an-ı Azîmüşşan’ı ve Fatiha Suresi’ni müsenna senasıyla ifade ettiği gibi, Kur’anın müsenna vasfına lâyık bir bürhanı ve altı erkân-ı îmâniye ile beraber hakikat-ı İslâmiyet olan yedi esası,Kur’anın seb’a-i meşhuresini parlak bir surette isbat eden ve ‘Seb’an mesâni’ nuruna mazhar bir âyinesi olan Risale-i Nur’a cifirce dahi işaret eder. Çünki ‘Ateynake seb’an minel mesâni’ makam-ı ebcedîsi binüçyüz otuzbeş (1335) adediyle Risale-in Nur’un Fatihası olan İşarat-ül İ’caz tefsirinin Fatiha Suresiyle Elbakara Suresi’nin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan bin üçyüz otuzbeş veya altıya tevafukla remzî bir perdeden ona baktığına bir emaredir. (Ş., Birinci Şua Dördüncü Ayet-i Meşhure, s.693)

7 “İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’anın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazen bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî ‘Emrolunduğun şeyi açıkla.’ (Hicr Suresi, 15:94) kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok” dedi, “ben şu kelâmın belâgatına secde ediyoum.” … (S., Yirmi Beşinci Söz Birinci Şua Üçüncü Nokta, s.378) (Ayrıca bk. Ş., Yedinci Şua Birinci Makamın On Yedinci Mertebesi, s.134)

Meal
15. Hicr Sûresi’nden
97. Andolsun, onların dedikleri şeyler yüzünden göğsünün daraldığını biliyoruz.
98. Hemen Rabbini Hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.
99. Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et.

16. Nahl Suresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Allah’ın emri geldi; artık onu istemekte acele etmeyin. O, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.
2. Kendi emrinden melekleri Ruh ile kullarından dilediğine indirir; şöyle uyarın diye: ‘Gerçek şu ki, benden başka İlah yok; öyleyse benden korkun.’
3. (Allah) gökleri ve yeri hak ile yarattı.1 Allah, onların ortak koştukları şeylerden yücedir.
4. İnsanı meniden yarattı. Bir de bakarsın, apaçık bir hasımdır.
5. Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısındıracak şeyler ve faydalar vardır. Onlardan yersiniz de.
6. Onları akşamleyin (otlaktan) getirir ve sabahleyin salıverirken, onlarda sizin için süs (bir zevk) vardır.
7. (Bu hayvanlar) yüklerinizi, yarı canınız çıkmadan ulaşamayacağınız memlekete taşır. Şüphesiz Rabbiniz elbette çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
8. Atları, katırları ve merkepleri de, binmeniz ve süs için (yarattı). Daha sizin bilmediğiniz nice şeyler de yaratır.2
9. Yolun doğrusu Allah’ındır. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi elbette hepinizi hidayete erdirirdi.
10. (Allah) O’dur ki, gökten sizin için su indirdi. İçeceğiniz O’ndandır ve (hayvanları) otlatacağınız ağaç ve bitki de O’ndandır.3

Açıklamalar
1 “Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz mahlûkatsız toplu birer madde iken; Fâtır-ı Hakîm, onları feth ve bastedip güzel bir şekil, menfaatdar birer suret, zînetli ve kesretli mahlukata menşe’ etmiştir anlar. Vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette Güneş’le mümteziç olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, Güneş’i orada bırakıp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, sema canibinden yağmur yağdırarak, Güneş’ten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, ‘Âmentü Billâhi’l-Vâhidi’l-Ehad.’der.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi- Birinci Şule İkinci Şua Birinci Lem’a, s.392; ve bk. İkinci Nükte-i Belâgat, s.417)

2 “Kâinat sarayında hizmet eden hayvanat, kemal-i itaatle evamir-i tekviniyeye imtisal edip, fıtratlarındaki gayeleri güzel bir vecihle ve Cenab-ı Hakk’ın namıyla izhar ederek hayatlarının vazifelerini bedî’ bir tarz ile Cenab-ı Hakk’ın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihat ve ibâdât, onların hedâya ve tahiyyatlarıdır ki; Fâtır-ı Zilcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhına takdim ediyorlar.” (S., Yirmi Dördüncü Söz Dördüncü Dal İkinci Kısım Ameleler, s.356)
“Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcib-ül Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir. Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise, illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz. Meselâ madenler diyemezler: ‘Niçin nebatî olmadık?’ şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır. Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır, Ve hâkeza.. kıyas et. Ey insan-ı müştekî! Sen ma’dum kalmadın, vücud ni’metini giydin, hayatı tattın; câmid kalmadın, hayvan olmadın. İslâmiyet ni’metini buldun; dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet ni’metini gördün; ve hâkezâ… ” (M., Yirmi Dördüncü Mektub Birinci Makam Birinci Remiz, s.285)

3 “Hem nasıl cevv-i semâdaki bulutlardan mühim hikmetler ve gayeler ve lüzumlu faideler ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine O Sâni’-i Hakîm’in vücubunu ve vahdetini ve kemâl-i Rububiyyetini gösterir.” ( S., Otuz Üçüncü Söz Altıncı Pencere, s.658)

Meal
16. Nahl Sûresi’nden
11. Onunla (su ile) size ekin, zeytin, hurmalıklar, bağlar ve her türlü meyvelerden bitirir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için elbette bir ibret vardır.1
12. O, geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emri ile boyun eğdirilmiştir. Şüphesiz bunda akıllarını çalıştıran bir topluluk için elbette ibretler vardır.
13. Sizin için yeryüzünde renkleri farklı olarak yarattığı şeyleri de (boyun eğdirdi). Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için elbette bir ibret vardır.
14. O ki, ondan taze et yemeniz ve ondan takacağınız bir ziynet (süs eşyası) çıkarmanız için denizi de emrinize verdi. Orada gemilerin suyu yararak gittiğini görürsün ki, bu(nu) lutfundan aramanız ve belki şükredersiniz diye (yaptı).
65. Allah, gökten su indirdi de onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltti. Şüphesiz bunda dinleyen bir kavim için elbette bir ibret vardır.
66. Şüphesiz sizin için hayvanlarda da elbette bir ibret vardır. Size onun karnındakinden fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolay geçen halis süt içiriyoruz.2
67. Hurma ve üzüm gibi meyvelerden, hem içki, hem de güzel bir rızk (gıdalar) edinirsiniz.3 Şüphesiz bunda aklını çalıştıran bir kavim için mutlaka bir ayet (ibret) vardır.
68. Rabbin bal arısına, ‘dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurduğu çardaklardan evler (kovanlar) edin.’, diye vahyetti.4

Açıklamalar
1 “Meselâ: O Rahîm-i Zülcemâlin bağıstan-ı kereminden, mucizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Hâlbuki bazan az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi yapan, herşeye kadir olmak lâzım gelir.” (S., Yirmi İkinci Söz İkinci Maksad Altıncı Lem’a, s.302)

2 “İşte şu âyetler, Cenâb-ı Hakkın koyun, keçi, inek, deve gibi mahlûklarını insanlara hâlis, sâfi, leziz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnuları da insanlara lâtif, leziz, tatlı birer nimet tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük mucizât-ı kudretini şifalı ve tatlı, güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece gösterdikten sonra, tefekküre, ibrete başka şeyleri de kıyas etmeye teşvik için ‘Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.’ (Nahl Suresi, 2:255) der, hâtime verir. (S., Yirmi Beşinci Söz Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi İkinci Şule İkinci Nuru Beşinci Meziyet-i Cezâlet, s.421)

3 ” Bu âyet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: ‘Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.’ Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fâkihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mucize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, ‘Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir!’ demeye mecburdur.” (Ş., Yedinci Şua İkinci Bab İkinci Hakikat Üçüncü ayet, s.156)

4 “Evet, balarısı, fıtratça ve vazifece öyle bir mucize-i kudrettir ki, koca Sûre-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü, o küçücük bal makinesinin zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat âzâları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek, nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar. (Ş., Yedinci Şua İkinci Bab İkinci Hakikat Birinci ayet, s.156) (Ayrıca bk. S., Yirmi Beşinci Söz Üçüncü Şule Üçüncü Ziya, s.440; L., On Yedinci Lem’a Sekizinci Nota, s.126)

Meal
16. Nahl Sûresi’nden
69. “Sonra bütün meyvelerden ye; Rabbinin yoluna kolaylaştırılmış olarak git”. Onların karınlarından renkleri farklı bir şerbet çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için elbette bir ayet vardır.1
70. Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürür. İçinizden kimi ömrün en reziline döndürülür ki, ilminden sonra bir şey bilmesin. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeye gücü yetendir.
71. Allah, rızık hususunda bazınızı bazınıza üstün kıldı. Üstün kılınanlar, sağ ellerinin sahip olduklarına (köle ve hizmetçilerine) vermiyorlar ki rızıkta hepsi eşit olsunlar. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorsunuz?
72. Allah size kendinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı / verdi. Ve sizi temiz gıdalarla besledi. Onlar hâlâ batıla iman edip Allah’ın ayetlerini mi inkâr ediyorlar?
77. Göklerin ve yerin gaybi Allah’a aittir. Kıyametin işi ancak göz kırpma gibidir yahut o, daha yakındır.2 Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.3
78. Allah sizi, analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez olarak çıkardı. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi, belki siz şükredersiniz.
79. Göğün boşluğunda uçuşan kuşlara bakmadılar mı? Onları ancak Allah tutuyor. Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için gerçekten ibretler vardır…

Açıklamalar
1 “İşte ilhama mahzar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi ören bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. (…) Bak o Hakîm-i Zülcelâle; nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarınadan, arı vazifesine ait mikdarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, proğramı okur; emri anlar, hareket eder.” (L., On Yedinci Lem’a Sekizinci Nota sonu, s.126)

2 “İşte, şu işleri nihayet hüsn-ü san’at ve kemâl-i intizamla yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri nihayet hikmet ve inayet ve kemâl-i kudret ve san’atla değiştiren Zat, elbette gayet Kadîr ve Hakîmdir, nihayet derecede Basîr ve Alîmdir. Tesadüf onun işine karışamaz. İşte, o Zât-ı Zülcelâldir ki, şöyle ferman ediyor: ‘Kıyametin gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır.’ (Nahl Suresi, 16:77) deyip, hem kemâl-i kudretini ilân, hem kudretine nisbeten haşir ve kıyamet gayet sehl ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. Emr-i tekvinîsi kudret ve iradeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya, evâmirine gayet musahhar ve münkad olduklarını ve mübaşeretsiz, muâlecesiz halk ettiği için icadındaki suhulet-i mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ile ferman ediyor.” (S., On Altıncı Söz İkinci Şua, s.197) (Ayrıca bk. S., Onuncu Söz Hatime ve On Dördüncü Söz, s.92 ve 165; L., Yirmi Üçüncü Lem’a Hatime, s.193; Ş., İkinci Şua Uzun Bir Haşiye, Yedinci Şua-Ayetül Kübra İkinci Bab İkinci Sır ve On Birinci Şua Yedinci Mes’ele, s.37, 161 ve 209)

3 (bk. S., Onuncu Söz Hatime ve On Dördüncü Söz, s.92 ve 165; L.,Yirmi Üçüncü Lem’a Hatime, s.193; Ş., İkinci Şua Uzun Bir haşiye, Yedinci Şua Ayet-ül Kübra İkinci Bab İkinci sır ve On Birinci Şua Yedinci Mes’ele, s.37, 161 ve 209)

Meal
16. Nahl Sûresi’nden
90. Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve akrabalara yardım etmeyi emreder ve hayasızlığı, kötülüğü ve taşkınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.1
125. Rabbinin yoluna hikmet ile güzel öğüt ile davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.2
126. Eğer (birilerini) cezalandırırsanız, cezalandırıldığınız şeyin misli ile cezalandırın. Eğer sabrederseniz şüphesiz o, sabredenler için daha hayırlıdır.
127. Sabret! Senin sabrın da ancak Allah(ın tevfiki) iledir. Onlara üzülme ve kurdukları tuzaktan dolayı sıkıntıya düşme.
128. Şüphesiz Allah, (kendinden) korkanlar ve iyilik edenlerle beraberdir.3

17. İsra Suresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Kulunu geceleyin Mescidi Haram’dan, kendisine ayetlerimizden göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya yürüten 4 Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, hakkıyle işiten, her şeyi görendir.
2. Musa’ya o kitabı verdik ve onu, ‘Benden başka bir vekil edinmeyin!’ diye İsrail oğullarına bir rehber kıldık.
22. Allah ile beraber başka bir îlah daha tanıma. Sonra kınanmış ve kendi başına terkedilmiş olarak kalırsın.

Açıklamalar
1 “Bahr-i hakaik olan Kur’ân’ın âyetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvâsıdır. Lâkin onların gözleri açık; defineyi ihata eder. Definede ne var, ne yok, görür. O defineyi öyle bir tenasüp ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemâli gösterir.(…) “Allah adaleti, iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı, akrabaya ikram etmeyi emredir; fuhşiyatı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar.” (Nahl Suresi, 16:90) ifade ettiği hakikat-i câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imaniyenin herbirisini tafsilen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasten ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip, o hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hâsıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsi neş’et eder.” (S., Yirmi Beşinci Söz Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi Üçüncü Şule Üçüncü Ziya, s.441)

2 “Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, ism-i Hakemin tecellî-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki, her sayfasında yüzer kitap yazılmış.. ve her satırında yüzer sayfa derc edilmiş.. ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur.. ve her harfinde yüzer kelime var.. ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sayfaları, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette Nakkaşını, Kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki, o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade Kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Çünki; bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde, kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.”
” Ehl-i dalâlet gelsin, baksın: Gideceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalâletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.” (L., Otuzuncu Lem’a Üçüncü Nükte Birinci ve Dördüncü Nokta, s.311 ve 315)

3 “Demek, ey nefsim, eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksat yapsan ve ona daim çalışsan, en ednâ bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksat yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakkın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun. İşte sana iki yol istediğini intihap edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamü’r Râhimînden iste.” (S., Beşinci Söz sonu, s.24)

4 “Miraç meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miraçtan bahsedilmez! Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor.(…) İşte, çendan o bir abddir. Ve o seyahat bir mirac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendini ‘bütün eşyayı işitir ve görür’ sıfatıyla tavsif eder. Tâ, o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul ve muhit ve umum kâinata âmm ve bütün mahlûkata şamil hikmetlerini göstersin.” (S., Otuz Birinci Söz İhtar, s.559, 560) (Ayrıca bk. S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi- İkinci Şule İkinci Nuru Dokuzuncu Nükte-i Belâgat ve Lemaat, s,427 ve 701)

Meal
17. İsra Sûresi’nden
23. Rabbin: ‘Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anaya babaya iyilik edin’ diye hükmetti. Eğer bunlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılığa erişirse, onlara ‘Of!’ bile deme. Onları azarlama. Onlara yumuşak (güzel) söz söyle.
24. Onlara acımaktan tevazu kanadını indir. ‘Rabbim, beni çocukken nasıl büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet et!’ diye dua et.1
25. Rabbiniz kalplerinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz O, kendine dönenler için çok bağışlayıcıdır.
26. Bir de akrabaya, yoksula, yolda kalana hakkını ver; gereksiz yere saçıp savurma.
27. Şüphesiz saçıp savuranlar,2 şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.
28. Eğer, Rabbinden umduğun bir rızkı beklemek durumunda onlara bakamıyorsan, hiç olmazsa, onlara gönül alıcı yumuşak/kolay söz söyle.
29. Elini boynuna bağlanmış kılma, onu tamamen de açma; sonra kınanmış, eli boş kalmış olarak oturursun.
30. Şüphesiz Rabbin dilediği kimse için rızkı genişletir de, daraltır da. Çünkü O, kullarından haberdar ve onları iyi görendir.
31. Çocuklarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Onlara da, size de biz rızk veriyoruz. Şüphesiz onları öldürmek, büyük bir günahtır.3
32. Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, bir edepsizliktir ve çok kötü bir yoldur.

Açıklamalar
1 “Ey hanesinde ihtiyar bir valide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mande veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati celb ediyor! Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyleyse, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir. Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir. İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına feda edenin zevâl-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!” (M., Yirmi Birinci Mektub, s.259) (Ayrıca bk. S., Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıf Mühim Bir Sual İkinci Nükte, s.639; L., Yirmi Altıncı Lem’a Dokuzuncu Rica, s.236)

2 “Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Kat’iyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, ‘Yâ Sabûr’ de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekkî etme. Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünkü kusur ondadır.” (M., Yirmi Dördüncü Mektub Birinci Makam Birinci Remiz, s.285)( Ayrıca bk. L.,On Dokuzuncu Lem’a -İktisad Risalesi s.139)

3 “Amma gerek nefsine, gerek evlât ve taallûkatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren Odur. O hayatı koruyacak levazımatı da O verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atâlet, betâlet azabından kurtulsun.
Ey insan! Rahm-ı mâderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklarla besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana: Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına götürüp sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!” (MN., Onuncu Risale, s.224)

Meal
17. İsra Sûresi’nden
33. Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) gerçekten bir yetki vermişizdir. Artık o da öldürmede (kısasta) ileri gitmesin. Çünkü o, yardıma mahzar olmuştur.
34. Yetim malına, rüşdüne erişinceye kadar, ancak en güzel şeyle yaklaşın. Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.
35. Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu, daha hayırlıdır ve sonuç itibarı ile daha güzeldir.
36. Bilgin olmayan şeyin arkasına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve gönül, bunların hepsi (yaptığından) ondan sorumludur.
37. Yeryüzünde şımararak (böbürlenerek) yürüme. Şüphesiz sen yeri asla delemezsin ve yükseklikçe dağlara asla ulaşamazsın.
38. Bütün bu sayılanların kötüsü (âyet 22’den buraya kadar anlatılan yirmi beş maddenin) Rabbinin katında sevilmeyen şeylerdir.
42. De ki: ‘Eğer O’nunla beraber onların dediği gibi îlahlar olsa idi,1 o zaman mutlaka Arş’ın sahibine bir yol ararlardı.
43. O, onların dediklerinden münezzehtir; onların dediklerinden büyük bir yücelikle yücedir.
44. Yedi (kat) gökler, yer ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’nu Hamdi ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.2 Ancak onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O, çok yumuşak, çok bağışlayıcıdır.
70. Andolsun, Âdemoğullarını (insanoğlunu) şerefli kıldık 3 (eşrefi mahlûkat). Onları karada ve denizde taşıdık; onlara temiz şeylerden rızk verdik ve onları yarattıklarımızdan birçoğunun üzerine gerçekten üstün kıldık.

Açıklamalar
1 “Yani: Eğer şeriki olsa ve başka parmaklar icada ve rububiyete karışsaydılar, intizam-ı kâinat bozulacaktı. Hâlbuki küçücük sineğin kanadından ve gözbebeğindeki hücrecikten tut, tâ tayyare-i cevviye olan hadsiz kuşlara, tâ manzume-i şemsiyeye kadar herşeyde cüz’î-küllî, küçük ve büyük, en mükemmel bir intizam bulunması, şeksiz ve kat’î bir surette şeriklerin muhaliyetine ve mâdumiyetine delâlet ettiği gibi, Vâcibü’l-Vücudun mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.” (Ş.,On Beşinci Şua- Elhüccetüzzehra- Birinci Makam Üçüncü Kelime, s.600)

2 “İşte şu âyet der ki; ‘De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette Arş-ı Rububiyetine el uzatıp, müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semâvattan, tâ hurdebinî zîhayatlara kadar herbir mahlûk, küllî olsun, cüz’î olsun, küçük olsun, büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o Esmâ-i Hüsnânın Müsemmâ-i Zülcelâlini tesbih edip şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.’ Evet, nasıl ki semâ güneşler, yıldızlar denilen nurefşan kelimâtıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor; ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve raad ve katrelerin kelimâtıyla Onu tesbih ve takdis ve vahdâniyetine şehadet eder. Öyle de, zemin, hayvânat ve nebâtat ve mevcudat denilen hayattar kelimâtıyla Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber; herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de, en küçük mahlûk, en cüz’î bir masnu, küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esmâ-i külliyeyi göstermekle Müsemmâ-yı Zülcelâli tesbih edip vahdâniyetine şehadet eder. ” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi-İkinci Şule İkinci Nuru Onuncu Nükte-i Belâgat, s.429) (Ayrıca bk. Ş., Üçüncü Şua Münâcât-, s.57)

3 “Cenâb-ı Hak; kemâl-i kudretiyle, nasıl birtek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sayfada bin kitabı yazıyor. Öyle de; insanı, pek çok envâ’ yerinde bir nev’-i câmi halketmiş. Yâni, bütün envâ-ı hayvânâtın muhtelif derecâtı kadar, birtek nevi olan insan ile o vezâifi gördürmek irade etmiş ki, insanların kuvâlarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî bir kayıt koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvânâtın kuvâları ve hissiyatları mahduttur, fıtrî bir kayıt altındadır. Hâlbuki insanın her kuvâsı, hadsiz bir mesafede cevelân eder gibi, gayr-ı mütenâhi cânibine gider. Çünkü insan, Hâlık-ı Kâinatın esmâsının nihayetsiz tecellîlerine bir ayna olduğu için, kuvâlarına nihayetsiz bir istidat verilmiş. Meselâ insan, hırs ile bütün dünya ona verilse ‘Daha var mı?'(Kaf Suresi, 50:30) diyecek. Hem, hodgâmlığiyle, kendi menfaatine binler adamın zararını kabûl eder. Ve hâkezâ…” (M., Yirmi Altıncı Mektub Dördüncü Mebhas Üçüncü Mes’ele, s.331) (Ayrıca bk. Ş., On Beşinci Şua -Elhüccetüzzehra- İkinci Makam, s.638)

Meal
17. İsra Sûresi’nden
71. Hatırla o günü ki, bütün insanları önderleri ile çağıracağız. Artık kime kitabı sağından verilirse, işte onlar, kitaplarını okurlar ve hurma çekirdeğinin ipliği kadar haksızlığa uğratılmazlar.
72. Bu dünyada kör olan kimse, ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.1
78. Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namaz kıl ve sabah okumasını / namazını da. Şüphesiz sabah namazı / okuması (meleklerin hazır bulunduğu) şahitlidir.
79. Geceden de onunla (Kur’anla) teheccüd kıl. Olur ki Rabbin, seni övülen bir makama 2 çıkarır.
80. De ki: ‘Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana kendi katından yardıma mazhar olmuş bir güç ver.
81. De ki: ‘Hak geldi, batıl zail oldu. Şüphesiz batıl zail olmağa mahkûmdur.3
82. Biz, Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. O, zalimlerin (ise), ziyanından başka bir şeyi artırmaz.4
83. İnsana nimet verdiğimiz zaman (şükürden) yüz çevirir ve yan çizer. Ona şer dokundu mu pek umutsuz olur.
84. De ki: ‘Herkes kendi karakterine göre davranır. Rabbiniz kimin daha doğru yolda olduğunu pekiyi bilir.
85. Sana ruhtan sorarlar. De ki: ‘Ruh Rabbimin emrindendir.5 (O hususta size) ilimden pek az bir şey verilmiştir.’
88. De ki: ‘Andolsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini getirmezler.6 (…)

Açıklamalar
1 “Göz, Allah hesabına istimal edilse, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâcısı ve şu müzeyyen mevcudatın bir seyircisi ve şu masnuatın çiçeklerinin bir arısı olarak ibret ve mârifet ve muhabbet şehdinden yani balından nur-u şehadeti kalbe akıtıyor. Eğer nefis hesabına istimal edilse; zâil, fâni bazı mehasini seyretmekle, heves ve şehvetin âdi bir hizmetkârı olur.(…) Bu münevver hüda ile, şu müzevver dehânın mâbeynlerindeki farkı gör; tâ kör olmayasın.” (NİK., Birinci Ders, s.11)

2 “İstenilen şey, meselâ, Makam-ı Mahmud, bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatleri ihtiva eden bir hakikat-ı âzamın bir dalıdır. Ve hilkat-i kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi dua ile istemek ise, dolayısıyla o hakikat-i umumiye-i uzmânın tahakkukunu ve vücut bulmasını ve o şecere-i hilkatin en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir. (…) Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-i kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat ve rahmet dualarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmettir.” (Ş., Altıncı Şua Üçüncü Cihet, s.97)

3 “Feth-i Mekke gününde, Kâbe ve etrafında, taşda rasasla mıhlanmış üç yüz altmış sanem vardı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elinde kavse benzer bir değnekle o sanemlere birer birer işaret ederek, ‘Hak geldi, bâtıl zail oldu. Muhakkak kibâtıl yok olup gidicidir.’ (İsra Suresi, 17:81) deyip, hangisine işaret etti, yere düştü. Sanemin yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüz üstüne düşer, ve hâkezâ, sanemler yere yuvarlandılar.” (M., On Dokuzuncu Mektub On Birinci İşaret Yedinci Misâl, s.135) (Ayrıca bk. BL., s.37; Mh., Birinci Makale Sekizinci Mukaddeme, s.39)

4 ” Şu âyet-i azîme sarîhan Asr-ı Saadette nüzûl-ü Kur’ân’a baktığı gibi sair asırlara dahi mânâ-yı işârîsiyle bakar. Ve Kur’ân’ın semasından ilhâmî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. İşte, doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risaletü’n-Nur, benim çok tecrübelerimle umum mânevî dertlerime şifa olduğu gibi, Resâili’n-Nur şakirtleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resâili’n-Nur bu âyetin bir mânâ-yı işârîsinde dâhildir.” (Ş., Birinci Şua Yirminci Ayet, s.706) (Ayrıca bk. S., On Üçüncü Söz, s.137; MN., Zühre Beşinci Nota, s.151-157)

5 “Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona münhasır kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki herşey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruhtur. Bilbedahe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur. Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemalât ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.(…) Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca’ edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.” (S., Yirmi Dokuzuncu Söz Birinci Maksad Birinci Esas, s.509) (Ayrıca bk. BL., Hulûsi Bey’e yazılmıştır, s.258)

6 “O suretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzir edemez demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor. İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin, hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’ân’ın ahkâm ve hikmet ve belâgatine karşı âciz derekesindedirler demektir. Nasıl da nümunesini gösterdik.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi- Birinci Şule Üçüncü Şua İkinci Cilve sonu, s.407-411) (Ayrıca bk. S., Yirminci Söz İkinci Makam Bir Nükte-i Mühime.., Yirmi Beşinci Söz Hatime, s.263, 366 ve 443; M., On Dokuzuncu Mektub On Sekizinci İşaret Haşiye-2, s.184)

Meal
17. İsra Sûresi’nden
105. Biz onu (Kur’an’ı) hak ile indirdik; o da hak olarak indi. Seni de ancak insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
106. Onu bir Kur’an olarak (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık ki onu insanlara ağır ağır okuyasın ve biz onu azar azar indirmekle indirdik.
107. De ki: ‘Ona ister iman edin, ister iman etmeyin. Şüphesiz kendilerine ondan önce ilim verilenler, kendilerine okunduğu zaman, çeneleri üstü secdeye kapanırlar.1
108. Ve derler ki: ‘Rabbimizi tenzih ederiz. Şüphesiz Rabbimizin va’di muhakkak yerine getirilmiştir.’
109. Çeneleri üstü kapanır ağlarlar. Bu, onların derin saygısını artırır.
I10. De ki: İster Allah deyin yakarın yahut ister Rahman deyin. Hangisini derseniz olur; çünkü en güzel isimler O’nundur. Namazında sesini yükseltme, onu kısma da; ikisinin arası bir yol ara.
111. De ki: “O Allah’a hamdolsun ki çocuk edinmedi, O’nun mülkte ortağı olmadı ve zilletten dolayı bir yardımcısı da olmadı.” O’nun için gereği gibi tekbir getir.

18. Kehf Suresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1, 2, 3, 4. Hamdolsun O Allah’a ki, kendi tarafından çetin bir azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda bulunan mü’minlere, kendileri için, içinde ebedi kalacakları güzel bir ecir bulunduğunu müjdelemek, ‘Allah evlat edindi.’ Diyenleri uyarmak için Kulu’na, kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan dosdoğru Kitab’ı 2 indirdi.

Açıklamalar
1 Bu âyet-i kerîme, Kur’an-ı Kerîm’deki on dört secde âyetinin dördüncüsüdür.(MB)

2 “Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, ta en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüp gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüp tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalır. Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz’î semerâtına varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’ân-ı camiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rümuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyenin kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır. Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhîte istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır. ‘Hamd o Allh’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirmişve o kitaptahiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir.” (Kehf Suresi, 18:1) bu hakikata işaret eder.” (S., On Üçüncü Söz Birinci Makam sonu, s.141) (Ayrıca bk. Otuz Üçüncü Söz, Otuz Üçüncü Pencere, s.689)

Meal
18. Kehf Sûresi’nden
5. Ne onların(‘Allah evlat edindi’ diyenlerin), ne de atalarının bu hususta bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyüktür! Onlar ancak yalan söylüyorlar.
6. Belki de sen, bu söze (Kur’an’a) iman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin!
7. Şüphesiz biz, yeryüzündeki şeyleri, onların (insanların) hangisi amel yönünden daha güzeldirler deneyelim diye, yeryüzündeki her şeyi bir süs kıldık.
8. Bununla beraber biz, onun üzerindekini cidden kupkuru bir toprak kılacağız.1
107. Şüphesiz iman edip iyi ameller yapanlar için de Firdevs cennetleri bir konak olmuştur.
108. Orada ebedi kalacaklar ve ondan ayrılmak istemeyeceklerdir.
109. De ki: ‘Eğer Rabbimin kelimeleri(ni yazmak) için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek, Rabbimin kelimeleri tükenmeden, deniz mutlaka tükenirdi’.2
110. De ki: ‘Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Ancak bana, Rabbinizin bir tek İlah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmak isterse, iyi amel etsin ve Rabbine ibadette hiçbir kimseyi ortak koşmasın’.

19. Meryem Suresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Kaf. Ha. Ya. Ayn. Sad.3
2. Bu, Rabbinin, kulu Zekeriyya’ yı anışıdır.
3. Hani O, Rabbine, gizli bir nida ile seslenmişti.
4. Demişti; ‘Rabbim, şüphesiz ben, benim kemiklerim zayıfladı, başım ak saçlarla tutuştu (saçım ağardı).4 Ben sana dua etmekle hiç bedbaht olmadım (hep duamı kabul ettin)’. (…)

Açıklamalar
1 “Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm, ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp, bütün esmâsının garaib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in’âmattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir. (…) Fakat bu ziyafet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki İsm-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil, İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar.” (S., On Yedinci Söz, s.202)

2 “Kelâm-ı Ezelî, ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlâhiye olduğu cihetle, gayr-ı mütenâhidir. Nihâyetsiz olan birşeye denizler mürekkep olsa, elbette bitiremez.”
“Kur’ân-ı Hakîmin hurûfâtının ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hâsiyetli, hayattar olduğuna işareten, âyet mânâ-yı işârîsiyle diyor ki: “Kelâmullah olan Kur’ân o kadar hayattar ve kıymettardır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedi ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep ve melâike kâtip ve zerreler noktalar ve nebatlar ve kıllar kalemler olsa, bitiremezler.” (OL., Yirmi Sekizinci Lem’a Birinci ve Dördüncü Kelime, s.612 ve 614) (Ayrıca bk. Ş., Yedinci Şua Birinci Makam On Dördüncü Mertebe ve Birinci Makam On Dokuzuncu Mertebe, s.125 ve 147)

3 “Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki ‘Elif lâm mim; Kef he ye ayn sad’ gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: ‘Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.’ Onlara mukabil dedi: ‘Az değil.’ Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: ‘Daha var.’ Onlar sustular…” (Ş., Birinci Şua Yirmi dördüncü Ayet Beşinci Nokta Birincisi, s.712) (Ayrıca bk. Bakara Sûresi 1.âyet açıklaması, s.2)

4 “Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin; “Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere, Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber.” dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım.(…) İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumînin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hattâ Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar, haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği hâlet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemûtâne dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum” (L., Yirmi Altıncı Lem’a Üçüncü ve Sekizinci Ricalar, s.224 ve 231)

Meal
20. Ta Ha Sûresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Ta. Ha.1
2, 3. Biz Kur’an’ı sana bedbaht olasın diye indirmedik. Ancak Allah’tan korkan kimse için bir öğüt olsun diye indirdik.
4. (Kur’an) Yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından azar azar indirilmiştir.
5. Rahman Arş’i istila (istivâ) etti.2
6. Göklerdeki, yerdeki, ikisinin arasındaki ve nemli toprağın altındaki şeyler O’nundur.
7. Eğer sözü açık söylersen, şüphesiz O, gizliyi de daha gizliyi de bilir.
8. Allah O’dur ki O’ndan başka İlah yoktur. En güzel isimler O’nundur.3
9. (Resûl’üm!) Sana Musa’nın haberi geldi mi?
105. Sana dağlardan sorarlar. De ki: ‘Rabbim onları ufalayıp savuracak’.
106. ‘Onları dümdüz bir ova olarak bırakacak’.
107. ‘Orada ne bir eğrilik, ne de bir yokuş göremezsin’.
108. O gün insanlar, kendisi için hiçbir eğrilik olmayan davetçiye (İsrâfil’e) tabi olurlar. Sesler Rahman için kısılmıştır. Artık, ancak bir fısıltı duyarsın.
109. O gün, şefaat fayda vermez; ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözce ondan razı olduğu kimse hariç (onun şefaati fayda verir).
110. O, insanların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir. Onlarsa O’nu ilimce kavrayamazlar.
111. Bütün yüzler, gerçek hayat sahibi, her şeyi ayakta tutan (Allah) için eğilmiştir (boyun bükmüştür). Haksızlık taşıyan kimse perişan olmuştur.
112. Kim mü’min olduğu halde iyi şeylerden amel ederse, haksızlıktan da korkmaz, eksiltilmekten (hakkının çiğnenmesinden) de.

Açıklamalar
1 (bk. Bakara Sûresi 1.âyet açıklaması, s.2)

2 “Ve keza, avâm-ı nâs, ülfet ettikleri üslûplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maâni ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatleri ve akliyâtı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikin, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’ân’ın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki, cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhip olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaike geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ, Cenab-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki, ‘O Rahman ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır.’ (Tâhâ Suresi, 20:5) da, kinaye tariki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır.” (İİ., Nübüvvetin Tahkiki Altıncı Mes’ele Dördüncü Nükte, s.116) (Ayrıca bk. S., Yirmi Beşinci Söz Birinci Şua Beşinci Nokta, s.390; Mh., Üçüncü Makale Dördüncü Meslek Hatime, s.159)

3 “Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san’atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır. Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.” (S., Yirmi Dördüncü Söz Birinci Dal, s.332)
“İşte, bütün rûyi zeminde, gayet kıymettarlıkla beraber hadsiz ucuzluk; ve hadsiz ucuzluk içinde, hadsiz ihtilât ve karışıklıkla beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; ve hadsiz imtiyaz ve tefrik içinde, gayet uzaklıkla beraber son derecede muvafakat ve benzeyiş; ve son derece benzemek içinde, gayet derecede suhulet ve kolaylıkla beraber gayet derecede ihtimamkârâne yapılış; ve gayet derecede güzel yapılış içerisinde, sür’at-i mutlaka ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun ve mizanlı ve israfsızlık; ve gayet derecede israfsızlık içinde, son derece çokluk ve kesretle beraber son derecede hüsn-ü san’at; ve son derece hüsn-ü san’at içinde, nihayet derecede sehâvetle beraber intizam-ı mutlak, elbette gündüz ışığı, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Hakîm-i Zülkemâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin vücub-u vücuduna ve kemâl-i kudretine ve cemâl-i rububiyetine ve vahdaniyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. “En güzel isimler O’nundur.” (Tâhâ Suresi, 20:8) sırrını gösterirler.” (S., Otuz Üçüncü Söz On yedinci Pencere, s.666)

Meal
20. Ta Ha Sûresi’nden
113. (Önceki kitapları indirdiğimiz) gibi onu da Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda îkazları tekrar tekrar açıkladık; belki onlar korkarlar (korunurlar); yahut onlar için bir ibret meydana getirir.
130. (Resûl’üm!) Öyleyse dediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini Hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzün taraflarında da tesbih et; belki Allah’ın rızasına erersin.
131. Onları denemek için, onlardan bazı sınıfları yararlandırdığımız şeye, dünya hayatının süsüne, sakın göz dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.
132. Ailene namazı emret; sen de ona sabır ile devam et. Biz, senden rızk istemiyoruz; biz sana rızk veriyoruz. Güzel sonuç, takvanındır. (…)

21. Enbiya Suresi’nden
16. Göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri oyuncular olarak (oynamak için) yaratmadık.1
17. Eğer biz bir eğlence edinmek istese idik, eğer yapacak olsaydık, muhakkak onu yanımızdan edinirdik.
18. Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da, onun beynini parçalar. Bakarsın ki bâtıl, zail (yok) olmuştur. (Allah’a) Yakıştırdığınız) şeylerden dolayı yazıklar olsun size!
19. Göklerde ve yerde olan kimseler O’nundur. O’nun yanındakiler O’na ibadetten büyüksünmezler de, yorulmazlar da.
20. Onlar gece gündüz tesbih ederler, gevşemezler.
21. Yoksa onlar (o müşrikler) yerden tanrılar edindiler de, (ölüleri) onlar mı diriltecekler?
22. Eğer o ikisinde (yerde ve gökte), Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (bunların nizamı) bozulurdu.2 Arş’ın Rabbi Allah, onların niteledikleri şeylerden münezzehtir.

Açıklamalar
1 “Evet, Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği nur ile kâinatın mahiyeti, kıymeti, kemalâtı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat baştanbaşa gayet manidar mektubat-ı İlahiye ve mücessem bir Kur’an-ı Rabbanî ve muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhaniye olur. Yoksa adem ve hiçlik ve zeval ve fena karanlıklarında yuvarlanan karmakarışık vahşetli bir virane ve dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer. Bu hakikata binaen, kâinatın kemalâtı ve hikmetli tahavvülâtı ve sermedî manaları, kuvvetli bir tarzda ‘Neşhedü Enne Muhammeden Resûlullah’ der.” (Ş., On Beşinci Şua-Elhüccetüzzehra- İkinci İşaret Ondördüncü Şehadet, s.630)

2 “Amiriyet ve hâkimiyetin muktezası: Rakîb kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref’ etmektir. Onun içindir ki, küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilâyette iki vali bulunsa, hercümerc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karma karışıklığa sebebiyet verirler. Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zayıf bir gölgesi ve cüz’î bir nümunesi, muavenete muhtaç, âciz insanlarda böyle rakip ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse, acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i Mutlakta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek, ulûhiyet ve rububiyetin en kat’î ve daimî lâzımı, vahdet ve infiraddır. Buna bir burhan-ı bâhir ve şahid-i kat’î, kâinattaki intizam-ı ekmel ve incisam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki, akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından ‘Sübhanallah, maşaallah, bârekâllah’ der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsaydı, müdahalesi olsaydı, ‘Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.’ (Enbiya Suresi, 21:22) âyet-i kerimesinin delâletiyle, nizam bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti.” (S., Otuz Üçüncü Söz Otuzuncu Pencere, s.683)
“Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatı vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü; ‘Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.’ (Enbiya Suresi, 21:22) âyetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Hâlbuki sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz. Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hâkimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.” (Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra- İkinci Bab Dördüncü Hakikat, s.152) (Ayrıca bk. S.,Yirmi Beşinci Söz ‘Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi-Birinci Şua İkinci Suret Beşinci Nokta, Otuz İkinci Söz Birinci Mevkıf, s.389, 590-598; L., Otuzuncu Lem’a Dördüncü Nükte Beşinci İşaret, s.325; İİ., Tevhidin İsbatı Mukaddeme, s.91; BL., Mesail-i Müteferrika İkinci Mes’ele, s.272; Mh., Üçüncü Makale Birinci Maksad Tenbih, s.133)

Meal
21. Enbiya Sûresi’nden
23. O (Allah), yaptığından sorumlu tutulmaz, onlar ise sorguya çekileceklerdir.
24. O’ndan başka tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Delilinizi getirin’. Bu, benimle beraber olanların ve benden öncekilerin zikridir. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler. İşte onlar yüz çevirenlerdir.
25. Senden önce bir peygamber göndermedik ki, ona: ‘Gerçek şu ki, benden başka İlah yoktur; bana ibadet edin.’ diye vahyetmiş olmayalım.
26. Onlar: ‘Allah evlat edindi.’ Dediler. Hâşâ. Hayır, onlar (evlat dedikleri, melekler) ikrama mazhar olmuş kullardır.
27. Sözle On’u(n önüne) geçemezler. Onlar O’nun emri ile hareket ederler.1
28. Allah, onların önlerindekini ve arkalarındakini (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Ancak O’nun rızasına erene şefaat ederler. Onlar O’nun korkusundan titrerler.
29. Onlardan kim: ‘Gerçekten ben, O’dan başka tanrıyım!’ derse, işte onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz, zalimleri böyle cezalandırırız.
30. Kâfirler görmediler mi ki, göklerle yer, ikisi de bitişik idiler de, biz onları ayırdık.2 Her canlıyı da sudan yarattık. Hâlâ iman etmiyorlar mı?
31. Yerde, onları sarsmasın diye sabit dağlar kıldık (diktik). Onda geniş yollar kıldık (açtık). Umulur ki onlar, hidayete ererler.
32. Göğü de korunmuş bir tavan kıldık(yaptık). Oysa onlar, onun (gökyüzünün) ayetlerinden yüz çeviriciler.
33. O (Allah) ki, gece ile gündüzü ve güneşle ayı yarattı. Her biri bir mihverde (yörüngede) yüzüyorlar.

Açıklamalar
1 “Nasıl ki vahdet ve ehadiyet sırrıyla kâinatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı san’at bulunmasıyla Hâlıkın vahdet ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallâkıyet ve kudsiyeti, cüz’î-küllî herbir masnuun hal diliyle ilân ediliyor. Aynen öyle de, her tarafta melekleri halk edip her mahlûkun lisan-ı hal ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkârâne dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilâf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatleri dahi olmaz. Tam, ‘Verilen emri yerine getirirler.’ (Tahrim Suresi, 66:6) * ‘Hayır, onların evlat dedikleri, Allah’ın ikramda bulunduğu kullardır.’ (Enbiya Suresi, 21:26) sırrına mahzardırlar.” (Ş., On Birinci Şua-Meyve Risalesi- On Birinci Mes’ele, s.264) (Ayrıca bk. S., Yirmi Dokuzuncu Söz Birinci Maksad Dördüncü Esas, s.513)

2 “Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlûkatsız, toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlûkata menşe etmiştir anlar, vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın filozofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidâyette güneşle mümteziç olarak, açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, ‘Âmentü Billâhi’l-Vâhidi’l-Ehad.’ der.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi- Birinci Şule İkinci Şua Birinci Lem’a, s.392)
“İ’lem Eyyühel Aziz!(…)Semâvat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izâle ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat çıkmaya başladı. Mezkûr âyetin ifade ettiği şu mânâya delâlet eden ‘Her canlı şeyi sudan yarattık.’ (Enbiya Suresi, 21:30) âyet-i kerimesidir. Çünkü, hayvanî ve nebatî olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semânın izdivacından tevellüd edebilir.” (MN., Habbe, s.120) (Ayrıca bk. İİ., Seb’a Semavat İkinci Mes’ele, s.187)

Meal
21. Enbiya Sûresi’nden
34. Senden önce de hiçbir beşer için ölümsüzlük kılmadık. Şimdi sen ölürsün de, onlar ebedi mi kalacaklar?
35. Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır.1 Sizi denemek için şer ve hayırla sınıyoruz. Yalnız bize döndürüleceksiniz.
46. Andolsun ki eğer, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa, mutlaka: ‘Eyvah bize, şüphesiz biz zalimler idik!’ diyecekler.2
47. Kıyamet günü için doğru teraziler koyarız. Hiçbir nefis, hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmayacak. Eğer (o şey) bir hardal tanesi kadar olsa, biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz (herkese) yeteriz.
83. Eyyub’u da an. Hani, Rabbine: ‘Şüphesiz, bana dert dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin!’ diye seslenmişti.3
84. Biz de ona icabet edip, ondaki sıkıntıyı giderdik ve ona katımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olmak üzere, ailesi ile onların bir mislini de verdik.
85. İsmail’i, İdris’i ve Zülkifl’i de an. Her biri Salihlerdendir.
86. Onları rahmetimize girdirdik. Hakikaten onlar iyilerdendir.
87. Balık sahibini (Yunus’u) da an. Hani O öfke ile gitmiş; kendisine güç yetiremeyeceğimizi zannetmişti. Karanlıklar içinde: ‘Senden başka İlah yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphesiz ben zalimlerden oldum!’diye sesledi.4
88. Biz de ona icabet (duasını kabul) ettik ve onu kederden kurtardık. Mü’minleri de öyle kurtarırız.

Açıklamalar
1 “Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’ân-ı Hakîmin ‘Her nefis ölümü tadıcıdır.’ (Al-i İmran Suresi, 3:185) * ‘Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.’ (Zümer Suresi, 39:30) gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler.” (L., Yirmi Birinci Lem’a Dördüncü Düstur, s.163) (Ayrıca bk. M., Yirminci Mektub Yedinci Kelimeler, s.226 ve 239)

2 “Mesela: ‘And olsun, Rabbinin azabındanen küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa..’ (Enbiya Suresi, 21:46) Bu cümlede, azabı dehşetli göstremek için, en azının şiddetle te’sirini göstermekle göstermek ister. Demek taklili ifade edecek cümlenin bütün hey’etleride bu taklile bakıp ona kuvvet verecek..” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi- Birinci Şule Birinci Şua İkinci Suret, s.370) (Ayrıca bk. İİ., Sure-i Bakara Dördüncü Mebhas, s.35; Mh., İkinci Makale Dördüncü Mes’ele, s.93)

3 “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki, ‘Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.’ Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm, münâcâtında, istirahat-i nefis için dua etmemiş. Belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mâni olduğu zaman, ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcatla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müştekiyâne bir surette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli.” (L., İkinci Lem’a Beşinci Nükte Birinci Mes’ele, s.11) (Ayrıca bk. BL., Hulusi’nin Fıkrasıdır, s.203)

4 “Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hut ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcat birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.” (L., Birinci Lem’a, s.6) (Ayrıca bk. M., Yirmi Altıncı Mektub Birinci Mebhas Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı, s.317)
Meal
21. Enbiya Sûresinden
89. Zekeriyya’yı da an. Hani O, Rabbine: ‘Rabbim, beni yalnız bırakma.Sen varislerin en hayırlısısın!’diye seslenmişti.
90. Biz de onun duasını kabul ettik ve ona Yahya’yı bağışladık. Ona zevcesini (doğurmağa) elverişli hale getirdik. Gerçekten onlar (bütün bu peygamberler), hayırlara koşarlar ve bize umarak ve korkarak dua ederlerdi; Bizim için derin saygı gösterirlerdi.
101. Kendileri için bizden güzellik (Cennet va’di, saadet) geçmiş (takdir ve tayin edilmiş) olanlar, ondan(Cehennemden) uzaklaştırılmışlardır.
102. Onun gizli sesini (uğultusunu) duymazlar. Onlar canlarının çektiği şeyde (nimetlerde) ebedi kalırlar.
103. En büyük korku, onları üzmez. Melekler onları karşılar: ‘Bu, size va’dedilen gününüzdür’ derler.
104. Hatırla o günü ki, göğü, kitapların sayfasını dürer gibi düreriz. Tıpkı ilk yaratmağa başladığımız gibi, onu tekrar edeceğiz. (Bu), üzerimize aldığımız bir va’d oldu. Şüphesiz biz (va’dettiğimizi) yaparız.
105. And olsun, gerçekten Zikir’den (Tevrat, Levhi Mahfuz’dan) sonra Zebur’da: ‘Şüphesiz yeryüzüne salih kullarım mirasçı olacaktır!’ diye yazmışızdır.
106. Şüphesiz bunda, ibadet eden bir kavim için elbette bildiri (mesaj) vardır.
107. (Resûl’üm!) Biz seni, ancak âlemlere rahmet için gönderdik.1
108. De ki: ‘Ancak bana, sadece İlahınızın bir tek Allah olduğu vahyolunuyor. Artık sizler, Müslümanlar mısınız?’
109. Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Ben size eşit olarak bildirdim. Size va’dolunanın yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilmiyorum’.
110. Şüphesiz O (Allah), sözün açığını da bilir, gizlediklerinizi de bilir.

Açıklamalar
1 “O Zât-ı Akdes’e ve Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor. İşte ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en belig bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten lil-âlemîn ünvanıyla Kur’anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salâvattır. Evet, salâvatın mânâsı rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salâvat ise, o Rahmeten li’l-Âlemînin vüsulüne vesiledir. Öyleyse, sen salâvatı kendine, o Rahmeten li’l-Âlemîne ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahmân’a vesile ittihaz et. Umum ümmetin, Rahmeten li’l-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, hadsiz bir kesretle, rahmet mânâsıyla salâvat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette ispat eder.
Elhasıl: Hazine-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır.” (L., On Dördüncü Lem’a sonu Altıncı Sır, s.102) (Ayrıca bk. M., On Birinci Mektub Birinci Mebhas Üçüncü Mes’ele, s.40)

Meal
21. Enbiya Sûresi’nden
111. Bilmiyorum; belki de o (size bildirdiğim şey, azabın ertelenmesi) sizin için bir deneme ve bir zamana kadar sizi yaşatıp barındırmak içindir.
112. (Muhammed) Dedi: ‘Rabbim, hak ile hükmet. Bizim Rabbimiz Rahman’dır. Nitelediğiniz şeylere karşı, yardım istenendir.’
22. Hac Suresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Şüphesiz kıyametin depremi, büyük bir şeydir.
2. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden gaflet eder ve her yüklü yükünü bırakır. İnsanları sarhoşlar görürsün; hâlbuki onlar sarhoş değiller. Ancak Allah’ın azabı pek çetindir.1
5. Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmeden bir şüphe içinde iseniz, şüphesiz biz sizi topraktan, sonra meniden, sonra kan pıhtısından, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir çiğ-nem etten yarattık ki, size (üstün kudretimizi) açıklayalım, diye. Dilediğimiz şeyi rahimlerde belli bir süreye kadar durduruyoruz. Sonra da sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz.2 Sonra da kuvvetinize ulaşmanız için (sizi yaşatıyoruz). İçinizden kimi öldürülüyor, içinizden kimi de ömrün en reziline döndürülüyor ki, bilginin ardından hiçbir şey bilmesin. Sen, yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat üzerine suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarırı ve her göz alıcı çiftten bitkiler verir.

Açıklamalar
1 “Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ın risaletine delâlet eden bütün mucizeleri ve bütün delâil-i nübüvveti ve hakkaniyetinin bütün burhanları, birden hakikat-ı haşriyenin tahakkukuna şehadet ederek ispat ederler. Çünkü; bu zâtın bütün hayatında bütün dâvaları, vahdâniyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Hem, umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mucizeleri ve hüccetleri aynı hakikate şehadet eder. Hem ‘Resullerine iman etmek’ kelimesinden gelen şehadeti bedahet derecesine çıkaran ‘Kitaplarına iman etmek..’ şehadeti de aynı hakikate şehadet eder. Şöyle ki: Başta Kur’ân-ı Mu’ciz-ül-Beyânın hakkaniyetini ispat eden bütün mucizeleri, hüccetleri ve hakikatleri birden hakikat-i haşriyenin tahakkukuna ve vukuuna şehadet edip ispat ederler. Çünkü, Kur’ân’ın hemen üçten birisi haşirdir. Ve ekser kısa sûrelerinin başlarında gayet kuvvetli âyât-ı haşriyedir. Sarîhan ve işareten binler âyâtıyla aynı hakikati haber verir, ispat eder, gösterir.” (Ş., Dokuzuncu Şua Mukaddeme İkinci Nokta, s.184) (Ayrıca bk. S., Onuncu Söz, s.48-119; Yirmi Dokuzuncu Söz İkinci Maksad, s.515; İİ., Kıyamet ve Ahiret, s.142-154)

2 “Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acib ve muntazam inkılâplar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhimden halk-ı cedîde, yani insan suretine inkılâbı, gayet dakik düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kast, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir. İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekası için, inhilâl eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hücreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tamir etmek için, rızık namıyla bir madde-i lâtifeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hacetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakikî, bir kanun-u mahsusla taksim ve tevzi ediyor.(…) Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhit bir hikmetle rububiyet eden ve zerrattan tâ seyyârâta kadar bütün mevcudatı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mizan dairesinde döndüren Sâni-i Zülcelâl, neş’e-i uhrâyı yapmasın veya yapamasın?” (S. Yirmi Dokuzuncu Söz İkinci Maksad Onuncu Medar, s.523, 524)

Meal
22. Hac Sûresi’nden
6. Sebebi şu ki, şüphesiz Allah, O haktır. Şüphesiz O, ölüleri diriltir. Şüphesiz O, her şeye kadirdir.
7. Gerçekten kıyamet gelicidir,1 onda şüphe yoktur. Şüphesiz Allah, kabirlerde olan kimseleri diriltir.
18. Görmedin mi ki, göklerde ve yerde kim varsa; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu, şüphesiz Allah’a secde 2 ederler. Çoğuna da azap hak oldu. Allah, kimi hor ederse, onun için bir şereflendiren yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.3
30. İşte böyle. Kim Allah’ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin yanında onun için daha hayırlıdır. Hayvanlar size helal kılındı, ancak size okunanlar hariç. Pislikten, yani putlardan sakının ve yalan sözden çekinin.4
31. Allah’a şirk koşmayan muvahhitler (O’nun birliğini tanıyan mü’minler) olarak. Kim Allah’a şirk koşarsa, sanki gökten düşüp parçalanmış da, onu kuş kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere atmış (bir nesne) gibi olur.
32. İşte böyle. Kim Allah’ın sembollerine (hükümlerine) saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır.
61. Bu böyledir; çünkü Allah geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar ve şüphesiz Allah, hakkıyle işiten, hakkıyla görendir.

Açıklamalar
1 “Şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünki: birşey kanun-u tekâmülde dâhil ise, o şeyde alâküllihal neşvünemâ vardır. Neşvünemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömrü fıtrî vardır. Ömrü fıtrîsi varsa, alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek; veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.” (S., Yirmi Dokuzuncu Söz İkinci Maksad Dördüncü Esas, s.529)

2 Bu âyet-i kerîme, Kur’an-ı Kerîm’de geçen on dört secde âyetinin altıncısıdır. (MB)

3 “Kur’an-ı Hakim tasrih ediyor ki: Arşdan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar her şey Cenab-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mahzar oldukları esmalara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır.. çeşit çeşittir.
Malik-ül Mülk dört nevi ameleyi istihdam ve istimal eder:
Birinci nevi: Onun memlük ve köleleridir”
İkinci kısım ki, bazı ami hizmetkârlardır”
Üçüncü kısım:”bir kısım hayvanattır”
Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki; biliyorlar ne işliyorlar ve ne için işliyorlar ve kimin için işliyorlar? Şu dört nev’i ayrı ayrı vazaif-i ubudiyetle mükellef etmiştir.
Birinci kısım:”melaikelerdir”
İkinci kısım: “Hayvanattır”
Üçüncü kısım: “Nebatat ve cemadattır”
Dördüncü kısım: “İnsandır” (S., Yirmi Dördüncü Söz Dördüncü Dal, s.351-357)

4 “Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. (…) Evet, sıdk ve doğruluk İslamiyet’in hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiili bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise: Sani-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envaiyle kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lazım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım.” (HŞ., Üçüncü Kelime, s.39)

Meal
22. Hac Sûresi’nden
73. Ey insanlar! Size bir misal getirildi; onu dinleyin: Şüphesiz Allah’tan başka ibadet ettikleriniz, bunun için toplansalar da, asla bir sinek (bile) yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kaparsa, onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de zayıf, istenen de! 1
74. Onlar Allah’ı hakkı ile takdir edemediler. Şüphesiz Allah, elbette çok güçlüdür, mutlak galiptir.2
75. Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer. Şüphesiz Allah, hakkıyle işiten, kemaliyle bilendir.
76. Onların önlerindekini de ve arkalarındakini de bilir. İşler yalnız Allah’a döndürülür.
77. Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin ve Rabbinize ibadet edin; hayır işleyin ki, muradınıza eresiniz.
78. Allah uğrunda, hakkı ile cihad edin. Sizi O seçti. Dinde üzerinize bir zorluk kılmadı; atanız İbrahim’in dini gibi. Size önceden o Müslümanlar adını verdi. Bunda da Peygamber size şahit olsun; siz de insanlara şahit olasınız, diye. Öyleyse namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevla’nızdır. Ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı! 3

23. Mü’minun Suresi’nden
Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla
1. Gerçekten mü’minler kurtuluşa erdi.
2. Onlar ki, namazlarında mütevazıdırlar (huşû içindedirler).
3. Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirenlerdir.

Açıklamalar
1 ‘Evet, bu hakikate binaen, “Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halk edemezler.” (Hac suresi, 22:73) bu âyet-i azîmenin sırrıyla, bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerrâtı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyleyse, bilbedahe, esbab bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek Sahib-i Hakikîleri başkadır.” (L., Yirmi Altıncı Lem’a On Birinci Rica, s.241)
“Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.” (S., Yirminci Söz İkinci Makam İki Mühim Suale Karşı İki Mühim Cevab, s.266) (bk. OL., Yirmi Sekizinci Lem’a “Süleyman Rüştü İle Bir Muhavere-i Latife Münasebetiyle-Sinek Risalesi-, s.603)

2 “Bu def’a rü’yada Fahr-i Alem (A.S.M.) Efndimiz Hazretlerini gördüğüm vakit sûre-i Hacc’ın nihayetinde “Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Şüphesiz ki Allah, mutlak kuvvet ve azamet sahibidir.” Hac Suresi, 22:74) ilh.. okuyarak ve Şah-ı Geylanî (kuddise sırruhu) Hazretlerini gördüğüm vakit, Sure-i Nur’da “Âmâya güçlük yoktur. Yapamadığında dolayı da günahkâr olmaz.” (Nur Suresi, 24:61) âyetini kıraat ederek nevmden bîdar oldum. Ve anladım ki, bu âhirde Sünnet-i Seniyeye dair mühim bir risale yazıldığı için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın makbulü olmuş ki, rü’yamda müşerref oldum. Ve o âyet Risale-i Nur’un hülâsasını ifade ettiği gibi, ehl-i gafleti şiddetli tehdid eder. (BL., Vezirzade Mustafa’nın fıkrasıdır, s.183)

3 “Dost istersen Allah yeter. Evet, o dost ise, herşey dosttur.
Yârân istersen Kur’an yeter. Evet, ondaki enbiya ve melaike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.
Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden, bereket bulur.
Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen, belayı bulur zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur, rahmete gider.
Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.” (M., Yirmi Üçüncü Mektub sonu, s.282) (Ayrıca bk. MN., Hubab, s.102 ve Onuncu Risale, s.219; NİK., Yedinci Ders, s.51)

Meal
23. Mü’minun Sûresi’nden
4. onlar ki, zekâtı 1 yapanlar / verenlerdir.
5. onlar ki, namuslarını koruyanlardır. 2
6. Ancak zevcelerine (eşlerine), yahut sağ ellerinin sahip olduklarına (cariyelerine) karşı (olması hariç). Çünkü onlar, (bundan) kınanmazlar.
7. Artık kim bunun ötesini isterse, işte onlar, mütecavizlerin (haddi aşanların) tâ kendileridir.
8. onlar ki, emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.
9. onlar ki, namazlarına devam ederler. 3
10. İşte onlar, mirasçıların ta kendileridir.
11. onlar ki, Firdevs’e mirasçı olurlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.
12. Andolsun, gerçekten Biz insanı çamurdan, bir hulasadan (özden) yarattık.
13. Sonra onu çok sağlam bir karargâhta (rahimde) bir meni haline getirdik.
14. Sonra o meniyi kan pıhtısı yarattık; derken kan pıhtısını bir çiğnem et; derken bir çiğnem eti kemikler yarattık (yaptık). Kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratılışla inşa ettik.4 Yaratanların en güzeli Allah, çok yücedir! 5
15. Sonra, şüphesiz siz, bunun ardından mutlaka öleceksiniz.6
16. Sonra da şüphesiz siz, kıyamet gününde diriltileceksiniz.7
17. Andolsun, gerçekten üstünüzde yedi yollar yarattık. Biz mahlûktan gafiller değiliz.
18. Gökten ölçü ile su indirdik de, onu yere yerleştirdik. Şüphesiz biz onu gidermeğe gerçekten güç yetirenleriz.
19. onunla size hurmalıklardan ve bağlardan bahçeler yetiştirdik.8 onlarda sizin için birçok meyveler vardır ve onlardan yersiniz de.

Açıklamalar
1 “Namaz “İmâdüddîn” yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esasatırlar. Bunun için birbirine bağlanmışlardır. (…) Yani Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.” (İİ., Sure-i Bakar, Sadaka, s.43, 45)

2 “Hem iktidarsız yavrulara ve zaif vâlidelerine tam yardım ve himaye etmek hikmetiyle erkeklerde de haysiyet, nâmus seciyesi fıtratında derc edilmiş. Bu nâmusta hâlis ve ücretsiz, mukabelesiz, samimî bir kahramanlık derc edilmiş” (HR., Gayet ehemmiyetli bir hakikate gayet kıs bir işaret, s.24)
“Evet, şehvet ve gazap haddini aşarsa, ırz ve namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur.” (İİ., Nükte-i İ’caziye, s.165)

3 “Halbuki: Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü bir cihette ibka eder.” (S., Dördüncü Söz, s.21)
“Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin aynası ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin birer mâkesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.” (S., Dokuzuncu Söz, s.40)
“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgıl-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır” Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun? Sen istidat cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir” (S., Yirmi Birinci Söz Birinci Makam Beşinci İkaz, s.271)
“Dördüncü Söz’de izahı bulunan, her gün yirmidört saat sermaye-i hayatı, Hâlıkımız bize ihsan ediyor. Tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. Biz, kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmi üç saati sarf edip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek, ne kadar hilâf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve meyusâne hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasâret ederiz, kıyas edilsin.” (Ş., On Birinci Şua-Meyve Risalesi- Birinci Mes’ele, s.193)
“Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nispet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezb etmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celb etmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelâl tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir dâvettir. Bu davetin şe’nindendir ki, her kalb, kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvâri olan o yüksek münâcâta mahzar olsun.” (İİ., Sure-i Bakara Sadaka, 43)

4 “İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmî bir intizamla, bir kast ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılâp eder. Sonra müteselsil inkılâplarla alaka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur.” (İİ., İhya-yı Ervah Birinci Mes’ele, s.177) (Ayrıca bk. Hac Suresi 5.âyet açıklaması, s.50)

5 “Kur’ân kâh olur, mahlûkat-ı İlâhiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlûkat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misal tertibinden cilvesi bulunan esmâ-i İlâhiyeyi gösteriyor. Güya o mahlûkat-ı mezkûre elfazdır; şu esmâ onun mânâları yahut o meyvelerin çekirdekleri yahut hülâsalarıdırlar.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi- İkinci Şule İkinci Nuru Dördüncü Nükte-i Belagat, s.419)

6 “‘ve öldüren odur’ Yani: Mevti veren o’dur. Yani: Hayatı veren o olduğu gibi; hayatı alan, mevti veren dahi yine o’dur. Evet, mevt, yalnız tahrip ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. (…) Şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlukat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor.. âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şahadette vücud-u zâhirî giydiriliyor. Sonra âlem-i gabya muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.”
“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (M., Yirminci Mektub Yedinci Kelimeler, s.239 ve 227) “Ölüm ya idam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır.” (Ş., on Birinci Şua İkinci Mes’elenin Hülâsası, s.195)

7 “Hiç mümkün müdür ki, ölmüş, kurumuş koca arzı ihyâ eden; ve o ihyâ içinde, herbiri beşer haşri gibi acip, üç yüz binden ziyade envâ-ı mahlûkatı haşir ve neşredip kudretini gösteren; ve o haşir ve neşir içinde, nihayet derecede karışık ve ihtilât içinde nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren; ve bütün semavî fermanlarıyla beşerin haşrini vaad etmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyeye çeviren; ve bütün mevcudatı baş başa, omuz omuza, el ele verdirip, emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i Rububiyetini gösteren; ve beşeri, şecere-i kâinatın en cami ve en nazik ve en nazenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp kendine muhatap ittihaz ederek herşeyi ona musahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kıyameti getirmesin, haşri yapmasın ve yapamasın, beşeri ihyâ etmesin veya edemesin, Mahkeme-i Kübrâyı açamasın, Cennet ve Cehennemi yaratamasın “Hâşâ ve kellâ!” (S., onuncu Söz Dokuzuncu Hakikat, s.80)

8 (bk. Nahl Suresi 11.âyet açıklaması, s.37)
Meal
23. Mü’minun Sûresi’nden
20. Ve Tûr-ı Sina’da çıkan (yetişen); yağı ile ve yiyenler için bir katıkla biten bir ağaç (zeytin yetiştirdik).
21. Şüphesiz sizin için hayvanlarda gerçekten bir ibret vardır. Size karınlarında olan şeyden (sütten) içiriyoruz.1 Sizin için onlarda daha birçok yararlar vardır ve onlardan yersiniz de.
22. Onların üzerinde ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.2
78. O (Allah) ki size kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne de az şükrediyorsunuz!
79. O ki, sizi yeryüzünde yaratıp türetti ve yalnız O’na toplanacaksınız.
80. O ki, can verir ve öldürür.3 Gece ile gündüzün arka arkaya gelmesi (değişmesi) O’na aittir. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?
81. Hayır, onlar da evvelkilerin dedikleri gibi dediler:
82. “Öldüğümüz ve toprak ve kemikler olduğumuz zaman mı; gerçekten biz mi diriltileceğiz” dediler.
83. “Andolsun, gerçekten bu, bize ve daha önce atalarımıza da va’dolundu. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.”
84.(Resûlüm!) De ki: “Eğer biliyorsanız, yer ve ondakiler kimindir?”
85. “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “İbret almıyor musunuz?”
86. De ki: “Yedi (kat) göklerin ve ulu Arş’in Rabbi kimdir?”
87. “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “Öyleyse (O’ndan) korkmuyor musunz?”
88. De ki: “Eğer biliyorsanız, her şeyin mülkü elinde olan ve himaye eden, kendisi himaye edilmeyen kimdir?” 4
89. “Allah’tır” diyecekler. De ki: “Öyle ise, nasıl olup da büyüleniyorsunuz?” (…)

Açıklamalar
1 “Evet, başta, inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, sâfi, mugaddî, hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârâne bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz. İşte, böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu san’at-ı Rabbâniyenin ve bu fiil-i İlâhînin umum rû-yi zeminde, yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedâhetle vahdeti isbat eder.” (Ş., Yedinci Şua-Ayet-ül Kübra- İkinci Bab, s.156)

2 “hem insanlara semere-i sa’ylerini mübadele edip her nevi medar-ı maişetini temin etmek için gemiyi insana musahhar etmiştir. Yani, denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebettar etmekle beraber, ırmakları, büyük nehirleri insanın fıtrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir, hem güneşle ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün’im-i Hakikînin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halketmiş.” (S., Yirmi Beşinci Söz-Mu’cizat-ı Kur’aniyye Risalesi- İkinci Şule İkinci Nuru Altıncı Nükte-i Belâgat, s.422)

3 “Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevk ediyor. Ve “İbadet Cenâb-ı Hakka mahsus ve şükür O’na lâyık ve hamd O’na hastır.” diye çok tekrarla beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuûnâtıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delâlet eden “Dirilten de, öldüren de Odur. Geceyle gündüzü değiştirmek de Onun eseridir.” (Mü’minun Suresi, 23:80) gibi âyetler, pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-ı Kayyûmun dest-i kudretine münhasıran veriyor?” (L., Otuzuncu Lem’a Beşinci Nükte Üçüncü Remiz, s.332)

4 “Herşey; her şeyinde ve her şe’ninde tek bir Hâlik-ı Zülcelâl’e muhtaçtır.(…) İşte bu acz içindeki kudret; ve zaaf içindeki kuvvet; ve fakr içindeki servet ve gınâ; ve cumud ve cehil içindeki hayat ve şuur, bilbedâhe ve bizzarure, bir Kadîr-i Mutlak ve Kaviyy-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyûm bir Zâtın vücub-u vücuduna ve vahdetine karşı her taraftan pencereler açar, heyet-i mecmuasıyla, büyük bir mikyasta, bir cadde-i nuraniyeyi gösterir. İşte, ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i İlâhiyeyi tanımazsan, herbir şeye, hattâ herbir zerreye hadsiz bir kuvvet ve kudret ve nihayetsiz bir hikmet ve maharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar, herşeyde bulunduğunu kabul etmek lazım gelir.” (S., Otuz Üçüncü Söz On Dördüncü Pencere, s.664)

Meal
23. Mü’minun Sûresi’nden
115. Sizi ancak boş yere yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi (huzurumuza geri getirilmiyeceğinizi) mi sandınız? 1
116. Gerçek Padişah olan Allah çok, yücedir. O’ndan başka İlah yoktur. O, ihtişamlı Arş’in Rabbidir.
117. Her kim Allah’la beraber, kendisi için delil olmayan başka bir ilâha dua ederse (taparsa), onun hesabı ancak Rabbinin yanındadır. Şüphesiz kâfirler, iflah olmazlar.
118. (Resûl’üm!) De ki: “Rabbim, bağışla ve merhamet et. Sen, merhamet edenlerin en hayırlısısın”.

24. Nur Suresi’nden
34. Andolsun, gerçekten biz size, apaçık âyetler ve sizden önce geçenlerden (onların hayat hikâyelerinden) bir misal ve müttakiler için bir öğüt indirdik.
35. Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde kandil bulunan duvarda bir oyuk (çıralık) gibidir. O kandil de, cam (fanus) içindedir. Cam da, sanki inci gibi (parlayan) bir yıldızdır. (O kandil), ne doğulu ne de batılı olmayan, yağı, neredeyse ateş dokunmadan yanacak mübarek bir zeytin ağacın(ın yağından)dan yakılır. (Bu ışık) Nûr üstüne nûr! Allah dilediği kimseyi nuruna hidayet eder. Allah insanlara (böyle) misaller verir. Allah her şeyi çok iyi bilendir.2
36. (O kandil) öyle evlerde yakılır ki, Allah, onların ( o evlerin) yüceltilmesine ve orada isminin anılmasına izin vermiştir. O’nu orada sabah akşam tesbih eder.
37. Birtakım insanlar ki (O’nu tesbih eder), onları ne ticaret, ne de alışveriş Allah’ın zikrinden, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. (Onlar) öyle bir günden korkarlar ki, onda gözler ve kalpler döner.

 
 
 
Açıklamalar
1 “Hatıra gelmesin ki: Bu küçük insanın ne ehemmiyeti var ki bu azîm dünya onun muhasebe-i a’mâli için kapansın, başka bir daire açılsın” Çünkü bu küçücük insan, camiiyet-i fıtrat itibarıyla şu mevcudat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiye ve bir ubudiyet-i külliyeye mazhar olduğundan, büyük ehemmiyeti var. (…) Hem mümkün değil:Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Rahîm olan Fâtır’ı, onu yaratsın, onun bütün gayelerine mahzar olan Dâr-ı Ahireti halk etmesin?”(S.,Onuncu Söz Mukaddime Üçüncü ve Dördüncü İşaretler, s.62,63)

2 “Şu âyet-i Nuriyenin mânaca çok tabakatı ve vücûh-u kesiresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işârî ve remzî bir veçhi, mânâca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risâle-in-Nur ve Risalet-ün-Nur’a dört-beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi, mucizâne elektrikten haber veriyor.(…) Meselâ “Zeytuneti Lâ şarkıyyetin ve lâ garbiyyetin.” cümlesi der: “Nasılki elektriğin kıymettar metaı, ne şarktan, ne de garptan celb edilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur.” der. Öyle de, mânevî bir elektrik olan Resâil-in-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” (Ş., Birinci Şua Birinci Ayet, s.687, 690)

“Azîz, Sıdık Kardeşlerim, (…) “Allah göklerin ve yerin nurudur?” (Nur Suresi, 24:35) ayetinin beyanında, seyahat-ı kalbiyeyle, herbir ism-i İlâhi bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşenü’l-Kebîr ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm, kâinatı envâıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklarla tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhidi gösteriyor.” (KL., s.231) (Ayrıca bk. S., Yirminci Söz İkinci Makam İkinci Kısım , s.253; M., Yirmi Dokuzuncu Mektub Beşinci Risale s.411; Ş., On Beşinci Şua İkinci Makam, s.635; BL., Altıncı Küçük Bir Mes’ele, s.276; KL., Binbaşı Muhyiddin’in Mektubu, s.125)

Zafer Karlı

www.NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: