Varoluşa Dair: İnsan ve İblis

Gecenin bir vaktiydi. İnsanların neredeyse tamamına yakını uykudaydı. Bazı evlerin pencerelerinde televizyon ışığının yansımaları farkediliyordu. İzlemeye ve dertleşmeye aşina olduğum Ay’ın olmadığı bir geceydi. Gökyüzü tamamen kararmış, rüzgârda salındıklarını, seslerinden anladığım ağaçlar, neredeyse görünmez olmuşlardı. Derin bir sessizlik hakimdi her tarafta, ölüm sessizliği gibi… Bu sessizliğin ve karanlığın ortasında ânsızın, insanların sanki bekledikleri tek şeyin ölüm olduğunu hissettim. Bir otobüs durağındaki yolcular bir bankta otursalarda, bir o tarafa bir bu tarafa gezinip dursalarda, tümünün beklediği tek şeyin onları alıp götürecek otobüs olması gibi, insanların şu hayatın içerisinde beklediği tek gerçekti ölüm.

Ahireti düşünmediğiniz, imanî olmayan bir tarzda baktığınız zaman, eşyalar ve olaylar bir bir silinip gidiyor, geriye ölümün gerçekliğinden başka hiç bir şey kalmıyordu. Oysa ölüm hariç herşey, gerçek gibi yaşanıyor, gerçeğin ta kendisi olan ölüm ise unutuluyordu. Uyuyordu insanlar; ölü gibi… Uyumayanlar ise televizyon seyrediyordu; ölüm yokmuş gibi… Ölümün kardeşi olan uykuya, ölüm hiç düşünülmeden yatılıyordu çoğunlukla. Ve hiç düşünülmeden uykudan kalkılıyor; gündelik hayat gerçeğin, sonsuzluğun, bekanın ta kendisi olarak yaşanıyordu. Ölümün yaşandığı evlerde bile, taziye için gelenlerin arasında, ölümü unutmak ve unutturmak istenircesine, ölüm hariç herşey konuşuluyor; ölünün en yakınları hariç mezardaki vücut soğumadan hisler soğumuş, herşey olağan akışına girmiş oluyordu. Çok değil elli yıl sonra, şu an gerçeğin peşine düşebilecek zihin olgunluğuna sahip insanların tamamına yakınının soluğu kesilmiş, üzerlerine toprak örtülmüş olacaktı. Duracaktı nefesler, damarlarda akan kan da duracaktı.

Gecenin karanlığında karşımda duran bir büyük mezardı; başında ağaçların salındığı büyük bir mezar! Nefesimi kesen, kanımı donduran bir gerçekti bu! Nasıl oluyor da bu koskoca gerçek görülmeyecek derecede hissizleşilebiliyordu? Ölümün gerçekliğini inkâr edebilen hiç kimseye rastlamamıştım bugüne kadar, rastlamak da imkânsızdı. Gerçekti ölüm! Ama yaşanan gerçek ile asıl gerçek örtüşemiyor; yalancı gerçekler, asıl gerçekleri örtüyor, alıp götürüyordu. İşte tam bu halde iken, ikinci bir gerçeği yeniden hatırladım:

İblis!

Uyuyordu insanlar! Hisler dumura uğramış, uyuşturulmuş gibi hissizleşilmişti. İblis ise, bu gafleti kalınlaştıracak her türlü hileye başvuruyor, her türlü dikkat dağıtma tekniğini büyük bir ustalıkla kullanıyordu. Üstüne üstlük, yalnız da değildi, insanlardan dostlar edinmişti kendine. Gaflet kalınlaşıyor, uykular derinleşiyor ve fırsattan istifade, şeytan “malı götürüyordu.” Dünya hayatının içerisinde başımıza gelen olaylarda kaybedilenlerin büyük bir kısmını zamanla yerine koymak mümkün iken, bu hayat sayfası kapandıktan sonra İblis’in götürdüklerini yerine koymak, hiç de mümkün olmayacaktı. Çünkü İblis, zamanı götürüyordu. Gerçeğe yönelmiş duyguları törpülüyordu. Ve Mahkeme-i Kübradan bakıldığı zaman, giden bir günün fiyatı, acaba neydi, ne ile telafi edilebilirdi?

İblis’in varlığını iliklerime kadar titreyerek fark ettiğim gecenin ertesinde, başımı gökyüzüne çevirdiğim zaman yaşadığım dehşetin zıddına yıldızlarla süslenmiş şirin bir gök kubbe ile karşılaştım. Bu güzelim gök kubbenin altında, bin bir nimet ile kuşatılmış yeryüzünde en nazenin olan ve en haysiyetli noktada durması gereken insanın, insanlığın haline baktığım zaman bir kere daha ürpermekten kendimi alamadım. En seçkin varlık olabilecek bir donanımla, kendisini binbir ikram ile donatarak yaratan Zât’ın yeryüzündeki temsilcisi; O’nun katında ise tüm varlıkların şerefli bir elçisi olabilsin diye yaratılmıştı insan. Bu azametli, şirin gök kubbe ve içindekiler; bu ikramlarla bir sofraya dönüştürülmüş yeryüzü yalnızca onun için, bakıp muhatap olup şükredebilsin diye yaratılmıştı. Oysa insan bu aslî vazifesi hariç her şeyle meşgul oluyordu. Varoluş gerçeğini ve ubudiyeti unutan insan, yeryüzünde kendini, kendi neslini helâk etmek için düşmanı olduğunu fark edemediği İblis’e yardımcı olmaktan ise bir an olsun geri kalmıyordu…

Başımı nereye çevirsem kan vardı, didişme vardı, uyuşma vardı. “Kanı yerde kalmayacak!” diyenlerin ayaklarının altı kandı ve ellerinden kan damlıyordu. “Çok uyanık olmamız şimdi elzemdir” diyenler ve insan kitlelerini peşlerinden sürükleyenler ne yazık ki, en derin uykuda olanlardı. ‘Haberler’ zihinleri, kalpleri talan eden, zulme yandaşlık ettiren savaşlarla, kanla, kinle doluydu. Ama işaretlerle, gerçek ve büyük haberlerle dolu şu âlemin ve bu âlem ortasında bir âlem, bir haberci, bir temsilci olma yolunda yürümesi gereken insanın varoluşuna dair gerçeklerden, hiçbir haber yoktu. Zihinler paraya, mala mülke boğulmuştu. Oysa insan, paranın beş para etmediği; malın, mülkün geridekilerin kavgasından başka bir fayda sağlamadığı bir sona doğru gitmekdeydi.

En güzel hisler, kalpler, makamların mevkilerin ardında, arasında törpüleniyor, zulümlere bulaşıyordu. Gerçekte tüm bu onurlu(!) makamlar, şatafatlar, kokuşmakta olan bir cîfe ve üzeri örtülen bir çukurla sonlanıyordu. Fâni güzeller ve fâni güzellikler, gözleri kamaştırıyor, hayatın anlamı bunlarla tarif ediliyordu. Oysa kalpleri yaralayan, dağıtan ve zihinleri uyuşturan bir güzellik, gerçekte ne kadar güzel olabilirdi? Hem bastığı yerlere dönmeyecek bir ayak, tuttuğu şeylerin çamuruna inkılâp etmeyecek bir el, akmayacak bir göz, dağılmayacak bir yüz yoktu. Bu akan kanların, uyuşan zihinlerin, dağıldıktan sonra kinle dolarak toparlanmış kalplerin, firavunlaşan ‘ene’lerin, gerçeğe değil, hakka değil hevâya tabi olmaların, isyana yönelmiş vicdanların, unutulan hayatî gerçeklerin, bu unutmuş, unutulmuş hayatların.. yaşanan tüm bu manevî karanlığın, bu zulümlerin arkasında ise yine bir tek isim vardı: İblis!..

Lanetler olası iblis ne istiyordu insandan?! Ve, bu kâinatın her tarafında izini özünü okuduğum rahmet ve şefkât bu dehşetli kıyıma nasıl müsaade ediyordu? Bu azâmetli Kudret bir çırpıda yok etmek istediğim İblis’i neden ve niçin helâk etmiyordu?

İblis öncelikle mü’mine düşman olmakla birlikte, gerçekte tüm insan neslinin karşısındaydı. Sadece inanan ve inancının gereğini yaşayanların değil, inanmayanların da, inancının gereğini yaşamayanların da yakasını bırakmıyordu. İnsan neslinin karşısındaydı İblis. İster iki sarhoş kavga etsin, ister iki kavim savaşmış olsun, ister iki nesil, ister iki ülke.. Onun üzüldüğünü düşünemiyordum? Büyük ihtimalle ellerini ovuşturarak başardığı işin zevkini çıkarıyordu. Yaptıklarının dehşetli sonuçlarına bakılırsa, hırsla sarıldığı bu işin sonunda, insan nesli tamamen helâk olmadan tatmin olması pek mümkün değil gibi görünüyordu. Acaba yeryüzünde onun uğursuzluğunu tatmamış, onun şerrinden nasibini almamış bir tek insan var mıydı?

Kendi helâkini insanın varlığına bağlayan İblis’in, Âdem yaratılmadan önce yeri rahattı. Âdem’in yaratılmasıyla fena bir imtihan başına çökmüştü. Kendisi gibi mahluk olan birine secde etmesi istenmişti ondan. Gerçi emreden herhangi biri değildi, kendisini de Yaratandı. Ama İblis, bu emri kibrine yediremeyerek secde etmemiş, Âdem’e secde emrinde isyana düşmüş ve insan neslini kendine düşman ilân etmişti. Ve bu isyanını Âdem’in önünde eğilmeye layık biri olmamasıyla açıklamıştı:

“Ben hiç balçıktan yarattığın birine secde eder miyim?”1

“Ben ondan hayırlıyım.”2

Önünde eğilmesi gereken asıl şeyin kendisini Yaratan’ın emri olduğunu, secde etmesi istenen şeyin ise sadece bir perde olduğunu fark edememişti. Ya da, fark etmiş ama kibrine yenik düşmüştü. Bu isyanı sonrasında mühlet isteyen İblis, bu mühleti kendiyle yüzleşip nerede hata ettiğini sorgulamak için değil de, kendisini yoktan var eden ve ikram eden Rab’bini yalancı çıkarmak için kullanmaya girişmişti. Âdem’i yaratmakla kendisine haksızlık yaptığına inandığı Allah’ın bu adaletsizliğini(!) gözler önüne sermek istiyordu. Oysa kendisi de biliyordu ki, O’nun verdiği sözler arasında yalan olamazdı. Bu nedenle O’ndan mühlet sözü aldıktan sonra, verdiği sözden geri dönmeyeceğini bildiği için, gizlediği niyetini hemen açığa vurmuştu:

“Beni saptırmana yemin ederim ki, onları sana ulaştıracak olan yolunun üzerine oturacağım. Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.. Ve, sen onların çoğunu kendine şükreder bulamayacaksın”3

İçinde sakladığı bu iddiasını hemen gerçeklemeye koyulmuştu.

Hz. Âdem ile Havva’nın, cennetten indirilmelerine sebep olan hilesi, ilk desisesi, ilk plânıydı, başarmıştı da…4

Bu ilk plânında, Âdem ile Havva’ya verilmiş olan beka hislerini, sonsuz yaşama yönelik duygularını kullanmış, bu hisleri bir maddeye, bir yasak ağaca yönelterek bekâyı, sonsuzluğu onun verebileceğini Âdem ile Havva’nın zihinlerine sokuşturmuştu.5

Böylece onları neredeyse bâki lezzetlerden etmişti. Bu hile bundan sonra İblis’in en geçerli, en gözde hilesi olacaktı. Reklamını yaptığı her şeyi, sanki ona ulaşıldığı zaman mutlak, gölgesiz lezzetlere ulaşılmışçasına tatmin olunacakmış gibi sunuyor; sonsuzluk, sanki onun yanı başındaymışçasına insanları yanına çağırıyordu. İnsanda ise bu çağrıya karşılık verecek sonsuzluğa, bekâya aşık hisler zaten vardı. Ve insan aldanıyordu. Aldanarak o metanın peşine düşenler ise, ne yazık ki, aldandığını fark ettiğinde iş işten neredeyse geçmiş oluyordu. Büyük zamanlar harcanmış, hisler, duygular, gerçek anlamda hiç bir değeri olmayan metanın peşinde törpülenmiş, tüketilmiş oluyordu.6

Yaşanan hayal kırıklıkları beraberinde ümitleri de alıp götürüyordu… İnsan ise, neyi istediğinin ve neyi istemediğinin tam olarak farkında değildi. Oldukça karışık bir zeminde karışık bir zihin iklimindeydi. Uyanık bir vicdan sahibiydi ve vicdan, insana ‘doğru olandan’, ‘gerçekten’ başka bir şeyi söylemiyordu. Bununla birlikte uyutucu bir ‘nefis’ de verilmişti insana.7

Nefis, uzağı algılamasını imkânsız kılacak ölçüde yakını önemseyen bir mizaçta yaratılmıştı. Şu haliyle İblis’in, geçici, fâni olan şeyleri bâki, sonsuz gibi sunmasına en açık, bu çağrılara kanmaya insandaki yetilerin en uygun, en yatkın olanıydı. Diğer açıdan, benlik sahibi bir varlık olarak insan, sahiplenmeye ve sahiplendiğini bırakmamaya oldukça meyilliydi. Gerçekte kâinat yaratıldığı ândan bu yana benlik sahiplerinin bizzat kendilerinin yaratmış oldukları, böylece gerçek anlamda sahiplenme hakları bulunan bir tek fiil, bir tek şey yoktu. Zaten yaratılmakta olanı veya yaratılmış olanı sahipleniyordu insanın benliği. Yaratanı fark ettiği zaman bu sahiplenişinden vazgeçmesi gerekirken, ‘ene’ sahiplenmeyi bırakmıyordu. Çünkü İblis fitliyordu onu: “Sen yaptın! Sen olmasaydın olmayacaktı bu iş.. Demek ki, bu işin gerçek sahibi sensin!”

Oysa bir tek tohumun çatlayıp filiz verebilmesinde bile, şu tarifinden aciz kaldığımız nihayetsiz âlemde, nihayetsiz ve mükemmel dengelerin ortasında, harikulade bir intizamın ve gizemin hüküm sürdüğü tohumdaki hayatın açılmaya hazır halde beklemesine kadar geçen süreçte insanın neredeyse hiç bir payı yoktu. Sadece suyu toprağın üzerine serpiştirmekle, veya tohumu toprağa atmakla tüm bu intizamın neticesi olan tohumun filizlenmesinin gerçek sahibi nasıl olabilirdi? Bu sahiplenmeye gerçekten nasıl inanabilirdi? Bu inanç, İblis’in uyutucu, uyuşturucu efsunlu bir büyüsünden başka neyle açıklanabilirdi? Bu uyutucu efsunların ortasında daralan bakış açılarına ve azalan görme mesafesine karşılık duygularının, hislerinin, arzularının ucu açıktı. Yeteneklerinin açılımına bir son konulmamıştı. Bu sanal sonsuzluğun ortasında kendi aklının ışığı ile aydınlatabildiği alan oldukça sınırlıydı. Aklın çıkarımlarıyla ve hislerinin tahrikiyle, bu hayatın içinde yol almaya çalışan insanın hâli, gecenin karanlığında virajlı bir yolda, kısır bir far yardımıyla hızla giden ve hızlanmasının sonu olmayan bir aracın içerisinde bulunmak gibi tehlikeli bir yolculuk haliydi. Aklın çıkarımlarıyla ve inançların getirdiği kabullerle, kendisini kuşatan o zifirî karanlık, alacakaranlık bir atmosfere bürünüyordu. Bu alaca karanlık atmosfer gidişi daha da tehlikeli bir duruma sokuyordu. Zifirî karanlıkta sıkıntılara düşen ve biraz olsun frene dokunma ihtiyacı hisseden insan, alaca karanlıkta bu fren duygusunu tahrik eden sıkıntıları da hissedemez hale geliyordu.

Cennet ve cehennem akla geldiği zaman İblis; “sen zaten mü’minsin” diyordu. “İbadet, ubudiyet şarttır” dendiği zaman ise; “daha mühlet çok” diyordu. Hem zaten “Allah yeterince affedici” idi! Zat’ı Akdes ise; “sakın İblis sizi Allah’a güvendirmekle aldatmasın”8 diyerek dikkatleri İblis’in ikinci tip hilesine, yani sağdan yanaşma riskine çekiyordu. İblisin inanan insanlar açısından belki de en can alıcı vuruşlar yaptığı yer, bu alaca karanlık atmosferin oluşumunu sağlayan kabullerdi. İnancını sorgulamadan ona sırtını yaslayan insanın sırtı, İblis tarafından oldukça kolay hilelerle yere getiriliyordu. Üstüne üstlük insanın bulunduğu zemin hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın karışımıyla oluşturulmuştu. Eğer daha önce bir zihin egzersizi yaşanmamışsa, ilk bakışta doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Özellikle bu içerisinde bulunduğumuz zamanda hak ile batıl, doğru ile yanlış neredeyse tamamen yer değiştirmişti.

Zekât vermek enayilikti artık, faiz ise mecburen(!) helâldi. Hırsızlık ganimetti, işini bilenin işiydi. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” diyen peygamberin ümmetinden bir güruh, “Acıma! Acınacak duruma düşersin” gibi bir deyim üretmişti. Yardımın ve feragâtın en temel prensiplerinden biri olması gereken İslâm’ın bu asırdaki temsilcileri, artık kendilerini ‘yükselmek için tepelemek’ mecburiyetinde hissediyordu. ‘Doğru’ itibar görmüyordu artık. ‘Yalan’ ise, meşru addediliyordu. İnsanın, bu yer değiştiren gerçeklerle sanrıları, yalanları; doğrularla yanlışları, birbirinden ayırt edebilmesi için; yani gerçekleri tam olarak fark edebilmesi için, aklını, vicdanının ve vahyin ışığında kullanması gerekiyordu. Zaman sınırlıydı.. (Düşünülmeden geçirilen zamanın ise yokluktan hiçbir farkı yoktu… İblis’in bu dehşetli kıyımından yakayı kurtarmak için bu yattığımız ölümcül uykulardan uyanmamız gerekiyordu.. Uyanmak ve düşünmek, neyin ortasında olduğumuzu…

1 Bkz. İsra Suresi Ayet 61-62

2 Bkz. A’raf Suresi Ayet 14-17

3 Bkz. A’raf Suresi Ayet 16,17

4 Bkz. Bakara Suresi Ayet 34-36,

5 Bkz. A’raf Suresi Ayet 19-22

6 Bkz. Nur Suresi Ayet 39

7 Bkz. Haşr Suresi Ayet 19

8 Bkz. Lokman Suresi Ayet 33

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: