eymen akca tarafından yazılmış tüm yazılar

1980 Samsun doğumluyum. İstanbul Üniversitesi İktisat ve İlahiyat mezunuyum. İslam Tarihi bölümünde yüksek lisans yapıyorum.

Benlik Terbiyesi

İnsan “ ben ” diyerek kendini kâinattan ve Allah’tan göreceli olarak ayırabilme yeteneğine sahiptir.[1] Bu özelliğine Arapça’da “ ene ” denilir. Bu ben özelliğini kullanmaya “ benlik ” adı veriliyor. Kur’andaki Allah’a “ Ente ” ( Sen )  diye hitaplar, insanın “ Ene ” ( Ben ) diyebildiğini gösterir. Bu “ ben ” özelliğini kullanarak dış dünyayla irtibat kurma ve istifade etmeye ise Arapça’da “ enâniyet ” deniliyor. Enâniyet, nesneleri kendisine nispet etmekle fonksiyonunu ve kendi yapısını gösteriyor. “ Benim hayatım, benim evim, benim sanatım ” ifadelerinde olduğu gibi… Bu açıdan benliğin varlığının en net belirdiği nokta bu “ mülkiyet ” ve “ nisbet ” meselesidir. Bazı ideolojiler dünyada bütün kötülüklerin anası olarak bu mülkiyet hissi ve algısını gördükleri için “ Özel mülkiyet, şeytanlıktır ” derler. Onlar, benliğin hakikat ve hakka hizmet ettiği durumlarda sergilediği sayısız güzellikleri, vesile olduğu sonsuz hayırları ve keşfettiği derin manaları görmezden geliyorlar.

Psikoloji ve felsefe ise benliği, süper-ego olarak isimlendiriyor ve ele alıyor. Süper-ego, insanın şuur-üstü kimliğidir. Ki, Aristo’nun insan modelindeki “Zihinsel güçler” e karşılık gelir. Allahu Teala, bu yöne “Akıl” der. Bu yön ile insanlar kendilerini, çevrelerini, geçmiş ve gelecek zamanı çözmeye ve anlamaya çalışırlar. Bu arayış, onları Hakikat’e ve Nur’a eriştirir. Hakikat ve Nur ise, insan ruhu için dünyayı emniyet ve huzur dolu bir hayat kılar.

Kur’anda akıl için “Lübb” (hakikat, öz)[2] ve “Nühâ” (yanlışı sonlandırıcı)[3] ve benzeri seviyeler ifade edilir. Hem aklın, “ tefekkür ” (hakikat çekirdeğini varlık toprağı içinde arayıp bulma)[4], “ tezekkür ” (gerçeği inceleme ve güncelleme)[5], “ tedebbür ” (herhangi bir şeyin arka planını ve derinliğini düşünme)[6] ve benzeri işleme tarzları bildirilir.

Süper-ego insanın ve kâinatın yaratılış sırlarıyla doğrudan alakadar olduğu için benlik terbiyesi din nazarında çok önemlidir. Kur’an, karaktersiz, yalancı ve ciddiyetsiz olarak süper-egosunu berbad eden münâfıkları: “ Onlar, anlayışsızdırlar ” (Münâfikûn Sûresi, 3) diyerek yerer. Hem akıllarını kullanmayan herkes için şöyle der: “ Allah, akıllarını kullanmayanların üstüne bir murdarlık verir; onları leş gibi cansız ve kokuşmuş kılar. ” (Yûnus Suresi, 100) Hem aklî bir hastalık olup insanı kilitleyen ve onun gelişmesini engelleyen gururu şöyle eleştirir: “ İnsan kendini kendine yeterli görünce, azgınlaşır ve taşkınlaşır. ” (Alak Sûresi, 6-7)

Kur’an, aklın ilk hedefini ise, ilim ve hakikate ulaşma olarak gösterip şu teminatı verir: “ Yaratan hiç yarattığını bilmez olabilir mi?! O, ilim ve hakikat üzerine her şeyi yaratıyor. Allah her şeyin özünü ve hakikatini bilen Latîf; hem her şeyin maddi hayatının ve yaptıklarının farkında olan Habîr’dir. ” (Mülk Suresi, 14) Hem bu yükselişle ilim âlemine girenlere “Âlim” ve “Âlem” deyip şöyle över: “ Gerçek şu ki, Allah’a karşı tam bir hürmet ve sevgi hissi içinde olanlar, ancak âlimler kullardır. ” (Fâtır Sûresi, 28)

Kur’an-ı Kerim, ilimden daha ileri seviyeyi ise, hikmet ve hidayetle hakka erişme olarak gösterir. Hikmet ve hidayet, ilim denilen ilaç ve gıdayı zamanında ve zemininde, denge üzere kullanarak yaşamadır. Hem o ilim nurunu kullanarak sağlıklı bir bakışla yaşadığı dünyayı ve ondaki sanatı okumadır. Fâtiha Sûresi nefs-kalp-aklın, Latince ifadeleriyle id-ego-süperegonun yararlı, dengeli, verimli ve gittikçe güzelleşen halinin elde edilmesini, “Sırât-ı Müstakîm” (yükselerek giden etrafı kapalı ana yol) olarak bildirir. Hem bu yücelik yolunun talep edilmesini en büyük dua olarak şöyle yaptırır:

Ey Rabbimiz! Biz yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi sırat-ı müstakim olan o dengeli yola ve hayat tarzına eriştir. O yol ki, kendilerine nimet verdiğin peygamberlerin, hakikate erişmiş sıddıkların, hak yolunun şehidlerinin, yararlı ve barışçı insanların yoludur. Bizi aşırılık yaşayıp gazabına uğrayanlardan ve gerilik yaşayıp bu âlemde tutunamayanlardan eyleme! ” Hz. Peygamber (ASM) ise şöyle der: “ Fâtiha okunmadan kılınan namaz, namaz değildir.[7]

Namaz bu pencereden bakılınca denge duası, kendini dengeleme fiili, fizik-metafizik bağlantıyı yaşama tatbikatıdır. Allah der ki: “ Gerçek namaz kişiyi aşırı ve fâhiş işlerden, geri ve iğrenç hallerden men eder; böyle tavırları ve yönelişleri sonlandırır ve dengeye getirir. ” (Ankebût Sûresi, 45) Demek ki namaz, aklın ” nühâ ” yönünü besleyip güçlendiriyor. Bu özelliğiyle namaz, ömür boyunca süren bir ahlak yolculuğu ve ahlak kazanma fonksiyonudur.

Evet ahlak, bilgi ile kendini formatlamadır. Bu da, zihindeki bilginin duygulara işlemesiyle ancak gerçekleşebilir. İnsanın duygularına ise, ancak kutsal olan işleyebilir. Kutsallık ise, Allah’ın en büyük vasfı olup Allah’ın yarattıklarında ancak kutsallık adına yapılan şeylerde görünebilir. Bilginin kutsallaşmasının alameti ve en bâriz belirtisi, ahlak ve namazdır. Bu bilgi-kutsallık-namaz arasındaki kopmaz ilişkiden dolayı ilk inen sure olan ve “Oku! Düşün! Öğren!” cümleleri ile başlayan Alak Sûresi, namaz kılmayı engelleyeni bencillikle eleştirir ve azgın diye damgalar. Hem son âyetinde de şöyle der: “ Secde et, Rabbine yakınlaş! ” Demek namaz ve içerdiği secde, insanı bencilliğin dar kafesinden kurtarıp kudsiyetin geniş ve ferah ülkesine yükseltiyor; Kuddûs-u Mutlak’a yakın kılıyor.

Alak sûresinin ışığı altında bakarsak ilim, ibadetlerin özü olan şükür, sevgi ve takdir hislerini uyandırıp insanı aydınlatmıyorsa o bilgi yakıcı bir ateştir. Hem insanı hakikate değer veren, gerçeğe tâbi bir yaşantıya erişmek için bir değişime sokmuyorsa o bilgi bir musibettir. Hem insanı Cennetin sonsuz güzelliklerine uçan kutsal bir melek ve şefkat dolu bir ruh kılmıyorsa o ilim bir azaptır.

Eymen AKÇA

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 14. Sözün 2. Makamı, 1. Sır.

[2] Kur’anda 16 âyette geçen bir ifadedir. Mesela Âl-i İmran, 190.

[3] Tâhâ Sûresi, 128.

[4] Haşir Sûresi, 21 ve benzeri âyetler.

[5] Kasas Sûresi, 43 ve benzeri âyetler.

[6] Muhammed Sûresi, 24 ve benzeri âyetler.

[7] Buhari, 765; Müslim, 394; Ebu Avane, 2/124; Ebu Davud, 822; Neseî, 909; Tirmizî, 247; İbn-i Mâce, 837.

Nefis Terbiyesi ve Kalb Temizliği

Bu konuları hakikate uygun şekilde ele alabilmek için insanın sağlıklı ve bütüncül bir şekilde tanımlanması gerekir. Çünkü mahiyeti bilinen bir şeyin varlık gayesi de bilinir. Hem onunla alakalı işlerin manası da bilinir. Evet insanın diğer canlılardan farklı olarak, bilinçli ve her şeyin farkında olan bir yapısı var. Ondaki her bir yönün kendisine has bir bilinci ve hüviyeti vardır. Modern psikoloji insanı 3 farklı bilinç alanı olarak ele alır: İd-Ego-Süperego.

İd, insanın en köklü ve güçlü bilinçaltı yönüdür. O, kişinin fiziksel ihtiyaçları konusundaki ham kendiliğidir. Bu yön, Aristo’nun çizdiği modeldeki “Fiziksel güçlere” tekabül ediyor. Allah, buna “Nefs” diyor. Bu ham yapı, ihtiyaçlarını meşru ve gayr-ı meşru, haklı ve haksız her türlü yolla karşılamak istediği, kişiyi buna sevk ettiği ve baskı uyguladığı için Kur’anda ona “Nefs-i Emmâre” (Aşırılığı emreden nefs) denilir.[1]

Ego ise, kişinin bilinçaltı ve çok değişken yönüdür. O, insanın duygusal cephesinde görünen ham kişiliğidir. Ki, Aristo modelindeki “Duygusal güçler” ile kendini gösteriyor. Allah, bu yöne “Kalb” der. Kur’an kalbin, duygusal bir zekâsı olduğunu;[2] his merkezi olduğunu;[3] günahlar ve yanlış anlayışlar ile yaralandığını;[4] hırs, hased, kin, husumet ve aşırı korku gibi dengesizliklerle görünen hastalıkları olduğunu ifade eder ve haber verir.[5] Hem böyle hastalıklı ve kirli bir kalbin, kâinatın denge haritası olan Kur’anı hakkıyla anlayamayacağını ve onun mukaddes manalarına temas edemeyeceğini söyler. (Vâkıa Suresi, 77-79) Hem bir iç terbiye ile kalbini temizlemeye çalışanları, gerçek adam diye över. (Tevbe Sûresi, 108)

Nefs ve kalb arasında kopmaz bir bağ olduğu ve birbirlerini etkiledikleri için Kur’anda bu ikisinin temizlenmiş hallerini ifade eden “Ezkâ ve Athar”[6] kelimeleri ve aynı kökten kelimeler[7] beraber kullanılırlar. Hem Kur’an bu temizlenme ve gelişme sürecindeki nefsin 7 mertebesini şöylece bildirir:

İlk aşama, “Emmâre”[8] dir. Bu seviyede nefis, ihtiyaçlarının karşılanması için helal-haram her şeyi ısrarla ister ve emreder. Haramlardan pişman olmaz. Yaptıklarını çok masum görür ve gösterir.[9]

İkinci aşama, “Levvâme”[10] dir. Bu seviyede nefis aşırılığa meyillidir. Fakat hatasından sonra pişmanlık hisseder, kendini eleştirip kınar.

Üçüncü seviye ise, “Mülheme”[11] dir. Bu seviyede Allah, nefse hakikati ve takvayı ilham eder. O da, Hakikate göre hareket etmeye çalışır.

Dördüncü seviye ise, “Mutmainne”[12] dir. Bu seviyede nefis, hakkı görür. Sebeplerin yaptığı karanlık dünyadan çıkar. Allah’ın manevi, nurlu ve güneşli dünyasına girer. Emniyet ve sükûnete erip iman eder.

Beşinci seviye ise, “Râdıye”[13] dir. Bu seviyede nefis, Allah’ın kurduğu bu huzurlu ve ışıl ışıl dünyadan memnundur. O, artık Rabbini sever. Onun rızasını ve yakınlığını kazanmaya çalışır.

Altıncı derece ise, “Mardıyye”[14] dir. Bu seviyede nefis Allah’ın rızasına ve yakınlığına erişir. Râdıye ve mardıyye seviyeleriyle nefis, Müslüman olur.

Yedinci mertebe ise, “Zekiyye”[15] dir. Bu seviyede nefis bütün hastalıklarından kurtulur, tertemiz hale gelir. Devamlı Allah’ı görüyormuş ve Onun tarafından görülüyormuş duygusuyla yaşar.

Kur’an nefs tezkiyesi için, ömür boyu süren ve etkili bir ilaç olan orucu çare olarak gösterir. Orucu yılda 1 ay farz kılar. Oruçla, nefsin bütün ihtiyaç duyduğu şeyleri—meşru dairede bile olsa— ona gündüzleri haram eder.[16] Tâ ki terbiye olsun ve doğal, dengeli hale gelsin.

Resulullah (ASM) ise, kendi hayatındaki düzenli Pazartesi-Perşembe oruçlarıyla ve her hicrî ayın 13-14-15. günleri olan oruçlarla bu tezkiyeyi bütün seneye yayar ve yaşar.[17]

Kur’an diğer bir yöntem olarak da îsar hasletini yani “Kendisi muhtaç iken başkasının nefsini kendine tercih etme” yi[18] yani darlıkta dahi cömertlik yapmayı bir yol olarak gösterir ve över. Bu şekilde “Nefsin mal aşkından ve cimrilikten kurtulma” sını ebedîleşme formülü olarak birkaç yerde vurgular.[19] Hem Tevbe Sûresi 103. âyet, cihada katılmamakla kalb ve nefsini kirletenlerin zekât ve sadaka vermekle nefsini tezkiye, kalbini tathir edeceğini bildirir. Zekât ve sadaka, Allah’a sadâkatin tescili ve kalb temizliği için de ilaç olmaktalar.

Kur’an kalbin terbiyesi ve tatmine ermesi içinse “Zikir” hakikatini bir formül ve ana yol olarak gösterir. Allah’ı zikretmeyen bir kalbin, kadınları aşk ile zikredeceğini söyler.[20] Fakat bu, geçici bir tatmin olduğu için Kur’an “Uyanın! Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olabilir”[21] diye ikaz eder.

Hem Kur’an kalbin temiz tutulması için hassas bir takvayı çare olarak sunar. Duygusal kirlenmeye yol açan haram bakışları ve konuşmaları yasak eder. Ahzâb Suresi, 53. Âyet, “Perde arkasından olmayan konuşmalar, başta erkek olmak üzere, her iki tarafın da kalbini ve duygularını kirletir” der. Nûr suresi 30. Âyet ise “Haram bakışın peşinen erkeğin nefsini kirlettiğini bildirir.”

Benlik ( süper-ego ) terbiyesini ise, gelecek yazıda bulabilirsiniz.

Eymen AKÇA

[1] Yûsuf Sûresi, 53.

[2] Hacc Sûresi, 46.

[3] Mücadele Sûresi, 22.

[4] Bakara Sûresi, 10.

[5] Münâfikun Sûresi, 5-9; Haşir Sûresi, 13.

[6] Mesela Bakara Sûresi, 232.

[7] Mesela Tevbe Sûresi, 103.

[8] Yûsuf Sûresi, 53.

[9] Dağ gibi günahlarını ve yanlışlarını burnuna konmuş sinek gibi gören adam hissiyatını taşır.

[10] Kıyâmet Sûresi, 2.

[11] Şems Sûresi, 5-6.

[12] Fecr Sûresi, 26.

[13] Fecr Sûresi, 28.

[14] Fecr Sûresi, 28.

[15] Kehf Sûresi, 74.

[16] Bakara Sûresi, 183-187.

[17] Bütün hadis kaynaklarında bu sabittir.

[18] Haşr Sûresi, 9.

[19] Mesela Haşr Sûresi, 9 ve Teğâbün Sûresi, 16.

[20] Bakara Sûresi, 235.

[21] Ra’d Sûresi, 28.

Nefs-i Emmâre

Psikoloji bilimi insanı id, ego ve süperego şeklinde 3 fizikî, duygusal ve düşünce boyutlu yapı olarak ele alıyor. İd, insanın fiziksel ihtiyaçları konusunda kendini sergileyen ham kendiliğidir. Ego, insanın duygusal cephesinin teşkil ettiği ham kişiliğidir. Süper–ego ise insanın düşünce dünyasında ortaya çıkan ham kimliğidir. Bu üç yön, terbiyeye muhtaç verimli birer arazi gibidirler. Kur’an ve din bu 3 yönü sırasıyla nefs, kalp ( gönül ) ve akıl olarak sınıflandırır. Hem onlardan yansıyan bilinçli yapıları da sırasıyla nefsâniyet, şahsiyet ve enâniyet olarak ifade eder. Onların terbiye edilmesi sonucu ortaya çıkan mükemmel, aydınlık ve güzel hallerine ise, “ nefs–i zekiyye ”, “ ferdiyet ” ve “ hüviyet ” der. Üstad Bediüzzaman ihlas hakkındaki 21. Lem’a adlı eserini bu iç terbiye için kaleme almış ve kendisi de, bu anlattığı hakikatleri ömür boyunca yaşama savaşını vermiştir.

Nefis, Arapça kökü itibariyle, kirli ve kirlenen bir kana dayanan, nefes alıp veren ve ölümü mukadder olan canlı yapı demektir. Nefis kelimesi ile, nefes lafzı aynı köktendir. Bütün canlılar nefes alır ve verirler. Karadaki ağaçlar ve bitkiler, gözenek solunumu yaparlarken denizdeki balıklar, solungaçlarıyla nefes alır verirler. Toprak altındaki ve üstündeki böcekler, trake solunumu yaparlarken; memeli kara ve deniz canlıları ile insanlar, gökteki uçuşan ve yumurtayla çoğalan kuşlar ise, akciğer solunumu yaparlar. Hem bir canlının ölümünü bildiren en net alâmetin yememek ve içmemek değil nefes alıp vermemek olması gösterir ki, canlılık ve nefes ayrı düşünülemez. Bu manada nefis, en veciz ifadeyle, nefes alıp veren demektir. Bu manada Kur’an son derece bilimsel bir ifade ile der: “ Her nefis, ölümü tadacak ve bir gün nefesi kesilecektir.[1] Âyette canlı manasında “ hayy ” tabiri kullanılmayıp “ nefis ” kelimesi kullanılması nefis terbiyesinde en tesirli ve köklü uygulamanın nefes terbiyesi olduğuna da işaret eder. Zâten bütün tarikatlerin bireysel veya toplu zikirleri, bir nefes terbiyesidir. Nefsin bu yönleri olmakla beraber insanın psikolojik yönü bağlamında Kur’an iki nefis tabiri kullanır.

  1. Kişinin kendisi ve zâtı manasında… Yani insanın beden–duygu–düşünce yönlerini topluca ifade sadedinde… Bu manada mesela der: “ Musa dedi: ‘ Ey Rabbim! Ben nefsime zulmettim. Beni bağışla!” ( Kasas sûresi, 16 )
  2. Kişinin ham kendiliğini ifade etme noktasında… Bu konuda mesela Hz. Yûsuf’a (AS) şöyle dedirtir: “ Ben, nefsimi aklamam. Hakikat bu ki, nefis daima kötülüğü emredicidir. ” ( Yûsuf sûresi, 53 )

Terbiyeye açık ve yatkın olan herhangi bir konu ve nesne, aldığı terbiyenin kalitesine, yoğunluğuna ve seviyesine göre farklı farklı güzellikleri sergilemeye başlar. Ayrıca gittikçe mükemmelleşir. Aynen öyle de insanın nefis denilen ham kendiliği de, aldığı terbiyeye göre şekillenir ve farklı özellik ve güzellikleri sergilemeye başlar. Kur’an insan nefsinin bu kemal yolculuğunu 7 istasyonlu bir seyahat ile ifade eder ve isimlendirir:

  1. Nefs-i Emmâre… “ Yûsuf dedi: ‘ Ben nefsimi, aklamam. Hakikat bu ki, nefis daima kötülüğü emredicidir. ” ( Yûsuf Sûresi, 53 )
  2. Nefs-i Levvâme… “ Kıyamet gününe ve kendini kınayan nefse yemin olsun ki! ” ( Kıyamet Sûresi, 1-2 )
  3. Nefs-i Mülheme… “ Nefsi yaratan, ona hâkim olan ve onu düzenleyene and olsun ki O, nefse fücûru ( günahları ) ve takvâyı ( günahtan kaçınmayı ) ilham eder. ” ( Şems Sûresi, 7-8 )
  4. Nefs-i Mutmainne… “ Ey itminana ve sükûnete ermiş nefis! ” ( Fecr Sûresi, 27 )
  5. Nefs-i Râdıyye… “ Rabbine Ondan râzı olan bir nefis olarak dön, ‘ Ben, Sendenim ’ de! ” ( Fecr Sûresi, 28 )
  6. Nefs-i Mardiyye… “ Rabbine, Rabbi kendisinden razı olan bir nefis olarak rücu’ et, ‘ Ben, Sendenim, Seninim, Senin için vârım ve yaşıyorum ’ de! ” ( Fecir Sûresi, 28 )
  7. Nefs-i Zekiyye… “ Musa dedi: ‘ Yoksa Sen, bir nefsi katletmemiş tertemiz bir nefsi mi öldürdün? Sen çok çirkin bir iş yaptın. ” ( Kehf Sûresi, 74 )

Ehl-i tasavvuf, nefsin son seviyesine, kemale erdiği için, “ nefs-i kâmile ”; bulanıklığından kurtulup durulaştığı için “ nefs-i sâfiye ”; kofluktan kurtulduğu için “ nefs-i samîme ” vesaire isimler verirler. Kur’an o temiz seviyeyi başka isimle ifade ediyor. Nefisteki kofluğun, bulanıklığın ve kusurluluğun temeli onun manevi kirleridir, der. Madem nefsin tedavisi ve yüceliği, “ tezkiye ” ile oluyor. O halde onun tertemiz, sâbit ve sonsuz pak halini anlatan “ zekiyye ” tabiri onun kemal seviyesinin sıfatı ve adı olmalıdır. Ki Kur’an, bu şekilde, bu âyette bir çocuk masumiyetinde nefsin kemal seviyesini isimlendirir.

Bu 7 mertebeden 3 tanesi çok önemli ve tehlikeli sonuçlar doğurduğundan dolayı Kur’anda onlar üzerine yemin edilir. Arapça gramerinde ve edebiyatında bir üsluptur ki, mühim, kıymetli ve dikkat edilmesi istenilen şey üzerine yemin edilir. Mesela: “ Yaşadığın hakikat dolu hayata ve ömre yemin olsun ki yâ Muhammed! ” ( Hicr Sûresi, 72 ) âyetinde olduğu gibi…

Bu 3 mertebe emmâre, levvâme ve mülheme’dir. Çünkü nefis ancak 4. seviye olan mutmainne ile imana erip Allah’a muhatap olacak seviyeye yükselir ve Cennet’e girebilecek dereceyi kazanır. Yani kişi o seviyeyle ancak mayınlı araziden, güvenli bir alana çıkar. Nasıl mayınlı arazide yürüyene “ Sağını-solunu gözetle! Bastığın yere dikkat et ” denilir. Aynen öyle de nefsin bu 3 aşamasında da aynı dikkat ve itina gerektiği için Kur’an yemin ediyor. Üstad Bediüzzaman bu Kur’anî yeminin tefsirini şöyle yapar ve tehlike yönlerini açar:

Hazer et ( sakın ), dikkatle bas, batmaktan kork! Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a ( manevi parıltı ), bir işarette, bir öpmede batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini ( manevi özelliklerini ) onda batırma! Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. ” ( Lem’alar, 17. Lem’a, 14. Nota, 3. Remiz ) Kibrit başı kadar bir ateşin milyonlarca ağacı yutması gibi… Üstad demek istiyor ki:

Sen bir askersin. Unutma, senin temiz rızkın, çantandaki kumanyadır. Etrafındaki hainlerin bir zehirli lokması senin maddi hayatını bitirdiği gibi maneviyatın için de haram lokma aynıdır. ( Boğazına hâkim ol! ) Hem senin ağzından çıkmaması gereken bir şifreli kelime seni vatan haini yaptığı gibi, kibir ve kendini beğenmişlik kokan bir kelimen de seni manevi âlemin haini yapıp Cehenneme sokar. ( Diline hâkim ol! ) Hem bir düğmeye basmak nasıl bombaları patlatır ve kimyasal zincirleme reaksiyonları başlatır ve gerisini engelleyemezsin. Aynen öyle de bir işârette, bir öpmede batma! Gerisine dur diyemezsin! ( Irzına, namusuna hâkim ol! ) Seni satın almak için düşmanlar güzel ve parlak vaadlerde bulundukları gibi şeytanî hüviyette rüyalara ve benzeri manevi çengellere takılma! Lem’ayı aş, şuaya geç![2] Oradan da Güneşe yürü!

Eymen AKÇA

[1] Âl-i İmran sûresi, 185.

[2] Gündüz vakti elimize bir ayna alsak ve o aynayı güneşe doğru çevirsek, güneşten gelen ışığın aynaya gelene kadarki kısmına “ şua ” denilir. Aynada meydana gelen yansımaya “ cilve ”; aynadan başkasına yansıyan ışığa ise, “ lem’a ” denilir. Lem’a, maddeden yansıdığı için, lem’aya takılıp kalan kişi, sonuçta kişilere ve maddeye takılıp kalmış olur. Tevhid bakışı, kişiyi lem’adan alıp şuaya yükseltir. Sonra Hakikat Güneşi olan Allah’a yolculuk başlar.

Mükemmel İnsan Tanımı

Ahlak, sanatın en güzel ve en mükemmel hâlidir. İnsan iradesinin, kendi yapısını bilgi ile formatlamasıdır. Ahlak ile hakka ve kutsallığa bağlı bir hayatı yaşayan her insan, manevi bir güneş gibi olur. Bu yüce hedefin gerçekleşmesinin ilk adımı gerçekçi bir insan tarifidir. İlk peygamberden beri bilinen ve Aristo tarafından formüle edilerek kaleme alınan, gerçekçi insan tarifi şudur: “İnsan zihinsel, duygusal ve fiziksel kuvvetler sahibi bir canlıdır.”[1]

Bu formülü daha sonra şöyle açıklar: Her sağlıklı insan vehmetme, hayal kurma, düşünme, araştırma, keşfetme, anlama, fark etme, idrak etme, ezberleme ve benzeri onlarca aklî güç ve yetenekler sahibidir. Hem öfkelenme, sevme, acıma, şefkat etme, memnun olma, sevinme, minnettar olma, hayranlık duyma, aşk, şevk, heyecan gibi binlerce duygu ve özelliklerin sahibidir. Hem yeme, içme, uyuma, görme, konuşma, üreme gibi yüzlerce fiziksel güçlere mâliktir.

İnsanın bu güçleri, mecrası olmayan sel gibidirler. Bu halleriyle dengeli ve dengesizce, yararlı ve zararlıca kullanılmaya açık ham bir malzemeye benzerler. Her bir insan bu güçleri ifrat-vasat-tefrit şeklinde, aşırı-dengeli-geri tarzda yaşar ve binlerce yıldır da yaşıyor.

Mesela aklın aşırılığı, “Cerbeze” denilen aldatıcı zekâ seviyesidir. Öyle ki yalanı gerçek, gerçeği yalan gösterebilir. Bu seviye materyalist, natüralist, müşrik (deist), agnostik vesaire anlayışları meyve verir. Aklın geriliği ise, gerçek ve yalanı anlayamayacak ve fark edemeyecek bir durumdur. Ki, “Gabâvet” diye isimlendirilen aptallıktır. Bu seviyedeki akıl, çölde bulutun gölgesine hazine saklayan Hebenneka gibileri meyve verir. Vasat ve dengeli bir zihin ise, “Hikmet” olarak isimlendirilir. Ki, hakkı hak olarak, bâtılı bâtıl olarak; doğruyu doğru, eğriyi eğri olarak görür ve gösterir. Bu seviyedeki akıl peygamberler, sıddıklar, evliyalar, bilgeler, âlimleri yetiştirir. Hikmet, insanlara gerçeği olduğu gibi gösteren yönüyle, gerçekler üzerine kurulmuş bu kâinatı her akıl sahibi için manevi bir sofra haline getirir, istifade ettirir. Allahu Teala, hikmet hakkında şöyle der: “Her kime hikmet verilmişse ona sonsuz ve sınırsız hayırlar verilmiştir.” (Bakara Sûresi, 269) Hem yine Rabbimiz der ki: “Lokman’a hikmet verdik. Tâ ki İlahlığımın gereği olan hastalıklar ve musibetlerin manalarını anlasın ve şükretsin.” (Lokman Suresi, 12) Hz. Peygamber (ASM), hikmet talebini Allah’a şöyle sunar: “Allah’ım! Bana hakkı hak olarak göster ve beni hakka tâbi olmakla rızıklandır. Hem bana bâtıl ve kof şeyi bâtıl olarak göster ve beni ondan kaçınmakla rızıklandır.”[2]

Mesela duygusal güçlerin, özellikle canlılığın korunması ve devamı için zaruri olan öfke güçlerinin aşırılığı “Tehevvür” dür. Ki, her şeye karşı tepkili, saldırgan ve zarar verici olma halidir. Despotlar, firavunlar, nemrudlar, Neronlar, gaddarları meyve veren bu aşırılıktır. Öfke güçlerinin geri seviyesiyse, “Cebânet” denilen korkaklıktır. Ki, kendi hayatını ve yavrularını da korumaktan âciz, zavallı bir haldir. Bütün alçaklar, ezikler, teröristler ve hâinlerde olduğu gibi… Vasat ve dengeli hal ise, “Cesâret” tir. Ki, saldırı ve tecavüz ânında öfkelenip müdafaa yapma, diğer zamanlarda şefkat ve merhamet üzere bulunmaktır. Cesâret, kahramanları, gâzileri ve hak uğrunda ölen milyarlarca şehidleri doğuran yüce bir duygu seviyesidir. Allah, cesâret konusunda şöyle der: “Size savaş açanlarla siz de, Allah yolunda olarak, hak için savaşın. Fakat haddi aşıp zulmetmeyin.” (Bakara Sûresi, 190) Hz. Peygamber (ASM) ise der ki: “Allah’ım! Korkaklıktan, cimrilikten ve tembellikten sana sığınırım.”[3] Hz. Peygamber’in cesâretini ve Allah’a imanının gücünü, hayatından bir küçük kesit ile okuyan Arthur Schopenhauer der ki: “Bu nasıl bir cesâret ve imandır ki, başımı döndürüyor.”

Fiziksel güçlerin aşırılığı ise “Fısk” ve “Fücur” dur. Ki, haram-helal, pis-temiz demeden her şeye ulaşmaya, bulaşmaya ve istifadeye çalışır. Zina, kumar, içki müptelaları bu aşırılığın esirleri ve zehirli meyveleridirler… Fiziksel güçlerin geriliği ise “Humud” denilen, sönüklük ve isteksizliktir. Ki, helal olan şeylere bile bir iştah ve bir istek hissetmez. Vücud mekanizmasını düzgün işletemeyen veyahut kendi dengelerini bozan bazı kadın ve erkeklerde olduğu gibi… Vasat ve dengeli hal ise, helale ve helaline karşı iştah duyar, yönelir; haramlardan ise, tiksinir ve uzak durur. Bu mukaddes ve güzel seviyeye, “İffet” denilir. Allah mal mülk konusundaki iffet hakkında der ki: “Sen o iffet sahibi kişileri yüzlerinden tanırsın. Onlar fakirlik ve ihtiyaç içinde olsalar da bunu, hırsla, mal-mülk talebiyle göstermezler.” (Bakara Sûresi, 273) Hz. Peygamber (ASM) ise şöyle der: “Ey gençler topluluğu! İffetli olun! İffetinizi koruyamayacaksanız, evlenin. Eğer evlenmeye gücünüz yetmiyorsa oruç tutun. Oruç sizi, İblis’in zehirli okları olan haram bakışlardan koruyan bir kalkandır.”[4]

Aristo bu hakka uygun modeli hocası Eflatun’dan; Eflatun ise, hocası Sokrat’tan; Sokrat ise bu modeli Apollon isimli Yunanlı bir peygamberden ders almıştır. Rene Guenon bu silsileyi kitaplarında anlatır.[5]

Peygamberler ve özellikle resuller, insanlığın ahlak mimarlarıdır. Allah, kâinatta ahlak güzelliği namına ne yaratmışsa, insan denilen minyatür kâinatta bu güzelliklerin görünmesini istiyor. Bunu da gönderdiği elçilerle gösteriyor. Resuller de, bu İlahî maksadı sağlayacak şekilde insan fıtratlarını hikmetin mukaddes feyziyle hamur gibi yoğuruyor, sevgi ve sabır ateşinde pişiriyorlar.

Evet, her insanda şahsa zimmetli olarak bulunan ve sınırsız olan bu 3 yön peygamberlik müessesesini zorunlu kılmıştır. Çünkü bu güçler aşırılık ve gerilikleriyle kişisel canlılığı sonlandırmaya yol açtığı gibi başka canlılara da zarar verebiliyorlar. Bıçak gibi keskin yapılarıyla insanların % 90’ı belki daha fazlası için zararlı düşüyorlar. Peygamberler, Allah tarafından sonsuz bir merhamet olarak, insan türüne gönderilirler. Tâ ki her bir insana önce bu güçlerin yapısını tanıtsınlar. Sonra da bu yapının nasıl terbiye edileceğini ve terbiye edilince nasıl bir güzellik ve muhteşem bir karakter ortaya çıkacağını bizzat kendi hayat modelleri üstünde göstersinler.

Eymen AKÇA

 

[1] Detaylar için TDV İslam Ansiklopedisi 22. Cilt, 151. Sayfadaki “İlmü’n-Nefs” maddesine bakabilirsiniz.

[2] Bu dua Hz. Ebû Bekir (R. Anhuma) başta olmak üzere çok sayıda sahabe tarafından hem rivayet edilmiş  ve de kendi dua listelerine eklenmiştir. Nakşibendî tarikatinin 2. Büyüğü ve asrının müceddidi olan İmam-ı Rabbânî Hz.leri de Mektûbât kitabında bu duayı müridlerine tavsiye eder.

[3] Buhârî, Daavât, 38, 40, 41; Tirmizî, Daavât, 71 ve saire…

[4] Müslim, 2485.

[5] Mesela, Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar.

Sanat ve İrade

Canlılıkla varlığı kıyasladığımızda çarpıcı hakikatler karşımızda arz-ı endam ederler. Mesela cansız bir varlık, dağ gibi büyük ve muhteşem bir yapıda da olsa bir yetimlik, gariplik, kimsesizliği sergiler. Bulunduğu mekâna çakılmış veya bir yörüngeye hapsolmuş vaziyetiyle bizlere bir mahkûmluğu gösterir. Fakat bir canlı, mesela bir karınca, küçücük olmasına rağmen bir hürriyet, bir serbestlik ve kendi kendine hareket etme kabiliyeti onda görünüyor. Hem himaye edici bir şefkat ve besleyici bir merhamet hakikatleri onun üzerinde ve hayatında okunuyor. Güneşin ışığı ve ısısı, denizlerin buharı, bulutların yağmuru, tarlaların buğdayı ve oyukları o küçücük karınca hayatının devamına hizmetçi ve yardımcıdırlar. Bu hakikat noktasında rahatlıkla “Varlık âlemi, canlılığa hizmetkârdır” diyebiliyoruz.

Hem mesela cansız bir varlık güneş gibi ışıl ışıl, dünyadan bir milyon defa büyük de olsa göremez ve işitemez, hissedip algılayamaz, üreyip çoğalamaz. Fakat bir çift karasinek, 6 ayda 5 trilyonluk[1] bir sayıya çıkan ve üreyen, hem dış dünyayı görüp işiten, hem eşini ve çevresini hissedip algılayan yapısıyla, minicikliği içinde güneşten daha muhteşem ve daha muazzam, ondan daha bereketli ve daha zengin bir manzara arz ediyor. Hatta güneşin ışığı, onun nesneleri görmesine yardımcı ve hizmetçi oluyor. Bir karasinek ve bir serçe kuşu o minicik ve küçücük halleriyle diyebilirler ki: “ Güneş, benim için var. Fakat ben, güneş için var değilim.

Bu açıdan bakıldığında canlılık, derecesine göre, duygu ve algılarıyla varlık âleminden istifade eder. Canlılık seviyesi arttıkça duygular, ihtiyaç ve istifade de artar. Bu canlılar âleminde kim en diri ise, bu kâinat tamamıyla onun istifadesi için düzenlenmiştir, diyebiliriz. Bakara Suresi 21-22 bu ince meseleyi şöyle anlatır: “ Yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü ise bir bina kıldığı için Rabbinize ibadet edin.

Hem ayrıca cansız varlıklarda mesela bir göktaşında, sanat ve güzellik çok belirgin ve ön planda değildir. Fakat kelebek gibi küçücük bir canlıda sanat, güzellik, estetik, uyum, nezaket, letafet ve zarafet o kadar hâkimdir ki kelebekteki sanat, onun maddesini yutmuş, hiç akla getirmez olmuş. Sanki kelebek mücessem bir sanat, somut bir bilgi ve irade olmuş.

Sanattaki bu hâkimiyet insan canlılığında o dereceye gelir ki, İlâhî sanatın en muhteşemi olan insanın kendisi, şuurlu bir sanatkâr ve ustabaşı olur. Bu insan, onu sanatla yapan Yüce Sanatkârın sanatını taklit eder, sanayiler kurar. Kalça kemiğinin taklidi olan Eyfel Kulesini, yusufçuk kuşunun yansıması olan helikopteri, yarasanın uyarlaması olan uçakların radar sistemlerini, kunduzların taklidi olan barajları gözümüzün önüne getirdiğimizde kendimizi bir sanayi ve teknoloji galerisinde, bir sanat ve güzellikler âlemi içinde buluruz ve görürüz.

Bu irade-sanat-tabiat bağlarını anlatma sadedinde bir sanat uzmanı olan Bediüzzaman Said Nursi şöyle söyler: “ İnsanın sanatı, tabiatın bir tilmizi ve bir dolunaydır. Ki, sanat kameri, nurunu tabiat güneşinden istifade eder. İnsanın ihtiyar ve iradesi ise, fıtratın mütemmimi ve tamamlayıcısıdır. Hem insanın iradesi, fıtratın kemali önündeki engelleri ortadan kaldırıcıdır. ” ( Kızıl İcaz )

Evet, sanatta, bilgi ve güçten ziyade irade hâkimdir. İradenin ve arzunun olduğu yerde tesadüfilik olamaz. Rastgelelik, abeslik ve absürtlük orada bulunamaz ve bulunması mümkün değildir. Allah’ın sanatkârlığını inkâr edip her şeyin tesadüflerle olduğunu iddia eden Charles Darwin gözdeki sanatı inceleyince şöyle demeye mecbur olmuştur:

Farklı mesafelerdeki cisimleri benzersiz bir mükemmellikte odaklayan, farklı oranlardaki ışığa göre kendisini uyarlayan göz gibi bir organın doğal seleksiyona dayalı rastlantılarla ortaya çıktığını öne sürmek, itiraf ediyorum ki, olabilecek en yüksek düzeyde saçmalamaktır. ” (Türlerin Kökeni)

Evet, her sanat eserinde bir tema vardır. Onu inceleyene ulaştırılmak istenen bir mesaj vardır. O mesaj, o sanatın ruhu ve hakikatidir. Kur’an bu sanat sırrını 2 âyetle açar: “ Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık; o bizim, şah eserimizdir. ” (Tin suresi, 4) “ Bir zaman Rabbin meleklerine dedi ki: ‘ Ben yeryüzünde Kendime bir halife yapacağım. ’ ” (Bakara Suresi, 30) İnsan denilen sanattaki mana, Allah’ın halifesi olmasıdır. İnsanoğlunun Allah’ın yaratma ve sanat modeli üzere yeryüzünde hükmetmesidir.

Bu İlahî halifeyi halife yapan asıl sır ve püf noktası, onun iradesidir. Her bir insanda, istediği şeyi zor ve acı da olsa yapabilen, istemediği şeyi güzel ve cezbedici de olsa yapmayan güçlü bir irade mevcuttur.

Evet, varlık âlemi, canlılığa; canlılık ise, irade sahibi insan hayatına boyun eğiyor ve hizmet ediyor. İşte yeryüzü ve kâinatın gözle görünen şükrettirici manzarası…

 

Eymen AKÇA

[1] Zooloji ve biyoloji kitaplarına bakabilirsiniz.