Etiket arşivi: eymen akça

BİR MAHKÛMUN SORULARINA CEVAPLAR-3

Soru 7: Mektubat kitabından 9. Mektubun Sâlisen diye başlayan kısmını açabilir misin?

Cevap 7: Üstad bu bölümde şöyle diyor:

“SALİSEN: Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir.

Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.

İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi (Ahirete ait şeyleri) kazanmak için verilmiştir.

O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.

Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.

İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye (Allah’a yakınlık derecelerine) ve zâd-ı âhirete (Ahiret azığına) ve hakikî mal olan a’mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder.

Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder.

İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.”

Mektubat kitabı, kalb terbiyesini işliyor. Kalb ise, duygularımızın merkezidir. Fakat ruhun da kendine has duyguları bulunuyor. Zihnimiz düşüncelerimizin merkezidir. Kalb, ruh ve sır gibi latifelerimiz ise duygularımızın merkezidir. Kalb, insanın fakrını ve ihtiyaçlarını hissettiği yerdir. Ruh ise, insanın aczini ve korkularını hissettiği boyuttur. İhtiyaçlardan hırs, tutku, sevgi, aşk, ünsiyet etme gibi duygular uyandığı gibi aczden de, korku, endişe, telaş, dehşet, teselli, sükunet, emniyet ve benzeri duygular uyanırlar.

Üstad burada insan fıtratına konulan duyguları sınıflandırıyor. Hayatî önemde olan işlere tahsis edilenler ve hayatî olmayan işlere ayrılanlar. İlk grubu da 2’ye ayırıyor: Fâni dünya hayatı için çalıştırılacak olanlar, bâki Ahiret hayatı için verilmiş çok güçlü duygular.

Bu kısımdaki temel ders: “Duygular, fıtrat dağından kaynayan nehirlerdir. Bunları yok edemezsin. Durduramazsın. Sadece çok ciddi bir iç terbiye ile önüne belki baraj kurabilirsin. Fakat çok güçlü duygulara baraj da kuramazsın. Sadece akacağı yönü belirleyip ona akış kanalları açabilirsin. Bunu da aklının ilmi ve marifetiyle yaparsın.”

Duygu seline kapılan kişilerin akıbeti çorak arazide kaybolup gitmek, enerjisini zayi etmek, meyve vermemiş bir hayatı yaşamak ve hüzünlere garkolmaktır. Hayatın meyvesi, manalardır. Manaları ise duyguları kontrol altına almak veya hayırlı işlere sevk etmekle elde edebiliriz. Bu noktada güçlü duygular, güçlü ve büyük manalar demektir. Üstad fıtrattaki bazı güçlü duyguları alıp işliyor: Aşk, hubb-u cah (makam sevdası), endişe-i istikbal ve inad gibi…

Hisler için kader 2 durumdur: Câhilce akış hali, şuurluca akış hali… Cahilce akış haline, “mecaz” (uğranıp geçilecek yer) deniliyor. Şuurluca akış haline “hakiki” deniliyor. Bu noktada mesela insanı 2 tane gelecek zaman bekliyor:

  1. Ölümüne kadarki sınırlı gelecek zaman…
  2. Ölümünden sonraki sınırsız gelecek zaman…

Bu zamanlara karşı bizde endişe-i istikbal (gelecek zaman endişesi) şeklinde bir duygu var. Üstad inceliyor: Ölümüne kadarki gelecek zamanın ister farkında ol, ister olma “yaşatacak kadar rızık konusunda kefalet ve himaye altında” dır. Fakat ölümünden sonraki gelecek zaman ise, gâfiller için kefalet altında değildir; ne rızık ne de himaye açısından. İnsan ruhunun asıl endişe edeceği, korkacağı gelecek zaman hakiki ve sonsuz gelecek zaman olan Ahiret hayatıdır. Garanti ve taahhüd altında olanı lüzumsuz yere düşünerek keyfini sürme derdiyle endişe etmek, buna mukabil asla taahhüd altında olmayan, sadece nefsini ve malını bir asker gibi Allah’a adayan kişilere taahhüd altında olan kendi Ahiret hayatını düşünmemek, bir gün mutlaka yüzleşeceği o hayat hakkında endişe etmemek aklın işi değildir. Bu tefekkür endişe-i istikbal hissini hakiki mecrâsına yönlendirir. Bu mecradaki akan bu his, insana ebediyet yolunda koşmayı, çalışmayı ve ebediyete mazhariyetin istediği bedelleri görebilme imkanını kazandırır. Ciddiyet ve sebat ve sabra yardımcı olur.

Aşkta da 2 hal var: Mecazi sevgiliye odaklanma veya Hakiki Sevgili’ye yönelme… Sıradan bir insanın ilk seveceği kişi veya nesne, gözle görülen bir şey olacaktır. Her gözle görülenin bir başlangıcı vardır. Her başlangıcı olanın bir sonu vardır. Her sonu olan fânidir. Kalb ise, batıp gidenleri sevmez; fanilerin faniliğini görerek ona aşk ile teveccüh edemez. Sadece onun o aciz ve fani haline üzülür. Kalbin aradığı aşk, Mutlak Kemal ve Bâki Cemal sahibidir. Bu ise gözle görülmez. İşte kalbin gözü, şehadet âleminden gayb âlemine dönerse, yüzünü oraya çevirirse o zaman Aşk-ı Mutlak’ını bulur. “Allah kuluna kâfi değil mi?” ayetini iliklerine kadar hisseder. Burada da kriter: Kalbin, “beka aşkı” ile dolu olmasıdır. Bu yönü iyi kullanan biri her sevdiği şeye sorar: “Sen bâki misin?” Biraz tefekkürle onun faniliğini gördüğü an yüzünü ondan çevirir. Hz. İbrahim’in (AS) yaptığı gibi… Bu arayış bize Fâtır-ı Bâki-i Mutlak’ı buldurur. Aksi takdirde yalan sevdaların zincirinde köpek gibi mahkum kalır, sonunda da büyük bir hüsran ve hüzünle muhatap oluruz. Hakiki Aşk’ı bulan bir kalb ise, günahlara bulanmış nefis kelplerini zincirlerinden kurtarır, adam eder; dünya hayatında bunalmış kalpleri ise irşad edecek bir kutbiyet makamına erişir. Kayyum isminden feyz alır.

İnad duygusu da güçlü bir duygu, bunun da 2 hali var: Mecazi ve hakiki… Mecaz halinde, insan belirli şeylere takar, inad duygusunu bu lüzumsuz işlerde yıllarca kullanır ve harcar. Bir sınır davasından komşusuyla hatta babasıyla 30 yıl küs duran adam ciddi bir inadı sergiliyor demektir. Fakat bu inat duygusu hakiki halini bulsa, “hakta şiddetli sebat” şekline dönüşür. Böyle birini bütün dünya bir araya gelse hak bildiği yoldan geri döndüremez. İnad duygusu bu haliyle istenen bir kıvamı gösterir. Böyle biri ne olursa olsun, Allah’ın dinine hizmet eder. Hangi şartta olursa olsun dimdik ayakta durur. Peygamberlerin hepsinde bu duyguyu görüyoruz.

Hubb-u cah (makam sevdası) duygusu da öyle… Bu duygu mecaz haliyle dünyevi makamlar, rütbeler ve servet için kullanılır. Fakat makamlar baki olsa da ömür fani ve bir makama çok talip bulunduğu fakat bir kişiye verildiğinden nihayeti hüzün ve hüsrandır. İnsanın fıtratında “halife namzedi” olarak yaratıldığı için bir makam sevdası var. Bu sevdayı manevi makam ve rütbelere yöneltirse meşru ve hayırlı bir hale dönüşür Bu durumda kutbiyet, gavsiyet, ferdiyet, hızıriyet, mehdiyet gibi manevi makamlardan hisse alabilecek şekilde gelişir. Bu makamlarla çeşitli esma-yı hüsnanın cemal ve kemaline ayna haline gelir. Mesela kutbiyet, aşk kutbiyetiyle Kayyumiyete; irfan kutbiyeti Rububiyyete; her ikisini bir edebilmesiyle Samediyete bir aynalıktır. Aşk ve Kayyumiyette, celal vardır. İrfan ve Rububiyette cemal vardır. Hakikatli, marifete dayalı ebedî aşkta ise Samediyet ve kemal vardır. Her cemal ve kemal sahibi cemal (Rububiyet) ve kemalini (Samediyet) görmek ve göstermek ister sırrı kalb açısından bu şekilde tahakkuk eder. Ruh için daha farklı şekilde Esma-yı Hüsna ile tecelli eder. Bu manevi makamlar, gereğini yerine getiren herkeste ebedî olarak kalır. Zaman içinde derecesi artar. 10 kişinin kutbu iken veya cemal kutbu iken, zaman içinde 100.000 kişinin kutbu ve kemal kutbu haline gelebilir.

Fakat insanın iç dünyasında böyle bir mecaz-hakikat ayrımı gerçekleşebilmesi için insanın Sâlisen kısmının başında ifade edildiği üzere dünyayı bir askerî misafirhane şeklinde algılaması, hayatını Allah’a bir asker gibi adaması ve rıza-yı İlahi için çabalaması şarttır. Yoksa duygularının seline kapılıp gider.

İnsanda böyle sayısız duygu var. Onların ıslah ve terbiyesi ile insan, “insan-ı kâmil” seviyesine yükselir. Bu konuya dair Mesnevi-i Nuriye, Badıllı Tercümesinde şöyle bir bölüm var:

“Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer. Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a’lem- onun fenası değil bekasıdır. Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde (embriyosunda) şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş’um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.”

Üstad burada da hırs, gurur ve muhabbet-i zâtiye duygularını ele almış. Bunların 2 halini bildirmiş.

BİR MAHKÛMUN SORULARINA CEVAPLAR-2

Soru 5: Esmaü’l-Hüsna ve Tevhid hakikatlerine kilitlendim. Kerîm ve Vedûd gibi bazı isimleri, ya da istediğin isimleri seçip açarak bana gönderebilir misinİZ?

Cevap 5: Esmaü’l-Hüsna konusunun piri, Üstad Bediüzzaman’dır. ÖzellikLe 30. Lem’a, ism-i A’zam bahisleri; 24. Söz’ün tamamı veya en azından 1. Dal’ı; ayrıca 32. Söz’ün 3. Mevkıfı’ndaki kadın ve çiçek bahsi; ayrıca 10. Söz’deki Hakikatler kısmı muhteşemdir. Bana sadece madem Kerîm ismini sordunuz, o konuya dair bir şifreyi göstereceğim: 10. Söz’ün 2. Hakikat’i şöyle başlıyor: “Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.” Yine 10. Söz’ün 10. Hakikati ise “Bâb-ı Hikmet, İnâyet, Rahmet, Adalettir. İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir” diye başlıyor. Bu iki cümleye dikkat ederseniz Kerîm ismi ile ilgili bir sırrı göreceksiniz. O da şudur: Kerîm ismi 2 şekilde tecelli eder: İnâyet ve Kerem… Âcizlere, şefkate ve emniyete muhtaç olanlara “inâyet” şeklinde; fakirlere, muhtaçlara ve açlara ise “kerem” şeklinde… Bu noktada Kerîm ismi, insanın hem aczini hem fakrını gideren bir ism-i a’zamdır. Hakiki ism-i a’zam insanın hem aczini hem fakrını aynı anda giderebilen isimdir. Bu açıdan sırf celalî veya sırf cemalî isimler, ism-i a’zam olamaz. İsm-i a’zam “Kibriya-yı Vahdet, Kemal-i Vahdâniyet” içermeli. Bu noktada Kerîm ismi, inayetiyle celal sergiler, keremiyle cemal sergiler. İnayetin tecelli ettiği yere “mana” denilir. Bir kişinin dünyasında manaların açılması çok önemlidir. Çünkü mana, insana doğrudan Allah’ı gösterir. İnsanı Onunla muhatap kılar. Mana karşısında insan aklı, aciz düşer, teslim olur. Duyguları da boyun eğer. Evliyalarda görünen olağanüstü hallerin bir kısmı onun fakr yönünde gelişimine dayanır. Böyle evliyalara “kerâmet-i kevniye ve maddiye” verilir. Acz yönünde ilerleyen evliyalara ise Allah inayetiyle tecelli eder. Onun aklına, kalbine ve ruhuna manaları açar. İnayete mazhar olan kişi, büyük evliya olur. Keramet ise orta ve küçük evliyaların mazhariyetidir. Üstad 10. Söz’de 2 iki farklı hakikatin girişinde bu ayrımı yapmış. Bendeniz de bu sırrı oradan öğrenmiş bulunuyorum. Külliyatın içinde de böyle işlenmiş. 17. Söz’ün 2. Makamında Farisi Münacat buluyor. Oraya bakarsanız bir yerde “inayet ve fakr” dan bahsediyor. Oraya dikkat ediniz. Burayı iyi anlarsak “Biz Risale-i Nur talebeleri inayet-i hassaya mazharız” şeklindeki Lahika mektuplarını da iyi anlarız.

Üstad’ın bir ism-i İlahiyi veya iç içe bir çok ism-i İlahiyi anlattığı yerlere dikkat etmek lazım. 7. Şuadaki 2. Makamdaki hakikatler de böyledir. Her biri bir ismi anlatır. Rahmaniyet, Rahman ismini; Hâkimiyet, Hâkim ismini; Rububiyet, Rabb ismini v.s.

Bu yazdığım size bir sermeşk olsun. Siz Risale-i Nur okumalarınızı bu minvalde yapabilirsiniz.

Soru 6: 20. Mektubun başındaki “Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı pek çok faziletli bulunan…” diye devam eden bir tespih var. Bu virdi zikir olarak çekmek uygun mudur? Uygunsa kaç adet çekmeli ve zamanını cevaplar mısınız?

Cevap 6: Öncelikle zikir olarak çekmek uygundur. Çünkü tevhid hakikatini anlatan bir cümledir. Bizzat Hz. Peygamber’in (SAV) zikridir. Hayatü’s-Sahabe’de okumuştum. Sahabeler İran’ı fethe gittiklerinde karşılıklı konuşma esnasında elçi sahabe bu zikri okuyunca sarayın duvarları sallanmaya başlıyor. Bu açıdan kişinin imanına göre bu zikir, kerametlidir. Ayrıca cinlere karşı mücadelede de şifalı olduğu biliniyor.

Miktarı: Hadiste verilen rakamı ya aynen çekmek en doğrusudur. Veya artırılacaksa rakamı katlayarak çoğaltmalı. Mesela 10’dan 20-30-100… şeklinde 10 ve katları olmalı. Hz. Peygamber bir üstad ve mürşid olarak 10 rakamını vermiş. Ya 10 hakikati ifade ettiği için veya 10 zahiri ve batınî duygumuzu terbiye ettiği için veya 10 farklı hastalığa şifa olduğu için 10 defa okunmalıdır. Artırılacaksa 10 ve katları şeklinde olmalı.

Zamanı: Hadiste okuma zamanı bizzat Peygamberimiz (SAV) tarafından bildirilmiş. Ekstra bir zaman bildirme haddimize düşmez. Fakat aynı konuda Peygamberimiz’in (ASM) diğer bir sözü varsa onu aktarmak gerekir. Baktığımızda şu hadisi görüyoruz: “Kim, (Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâşerîke leh, lehu’l mülkü ve lehu’l hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr) duasını bir günde 100 kere söylerse, kendisine 10 köle âzad etmiş gibi sevab verilir, ayrıca lehine 100 sevab yazılır ve 100 günahı da silinir. Bu, ayrıca 3 gün akşama kadar onu şeytana karşı muhafaza eder. Bundan daha fazlasını okumayan hiçbir kimse, o adamınkinden daha efdal bir amel de getiremez. Kim de bir günde 100 kere (Sübhânallahi ve bihamdihi) derse hataları dökülür, hatta denizin köpüğü kadar (çok) olsa bile.” [Buhârî, Daavât 54, Bed’ü’l-Halk 11; Müslim, Zikr 28, (2691); Muvatta, Kur’ân 20, (1, 209); Tirmizî, Daavât 61, (3464)]

Bu hadiste miktar artırımında 100 rakamı model tutulmuş. Demek ki 100 okunabilir. Dikkat edilirse 100, 10’un 10 katıdır. Buradan virdleri artırmada usul öğreniyoruz.

Ayrıca hadis “10 köle azat etmek” tabiri kullanması gösteriyor ki bu vird 10 defa çekilirse, insanın bir latifesinin zincirlerini ve kabuğunu kıracak demektir. 100 defa çekenin 10 latifesi birden gelişim gösterecek anlamına gelir. Yukarda ilk hadise dair yazdıklarımızı Hz. Peygamber (AS) burada tashih ediyor, doğrusunu öğretiyor.

(Devam edecek…)

BİR MAHKÛM’UN SORULARINA CEVAPLAR-1

Soru 1: Ceza evinde görülen rüyalar ile özgürken görülen rüyalar arasında fark var mıdır?

Cevap 1: İnsanın gördüğü rüyalar kişinin temelde karakter yapısına bağlıdır. Dışa dönük ve sosyal karakterli kişiler, dış dünya ve sosyal çevresi ile ilgili rüyalar görürler. İçe dönük ve asosyal karakterler ise, kendisi ve en yakın çevresi ile ilgili rüyalar görür. Rüyalarda kişisel gelişim etkin rol oynar. Allah rüyalarla kişinin geliştiğini, gelişiminde engel olan hususları, yaşayacağı muhtemel veya kesin durumları, yaşadıklarının onda bıraktığı manevi, olumlu ve olumsuz izleri bildirir. Ayrıca kişinin sosyal hayattaki konumu da rüyalarda rol oynar. Yusuf suresindeki kralın rüyası, Hz. Yusuf’un kendi rüyası, hapishane arkadaşlarının rüyaları çok farklı yönlerle rüya meselesine bakmak gerektiğini ifade ediyor. Bu noktada cezaevi ile özgür hayattaki rüyalar da kişi ile ilgili olarak değişim gösterirler. Fakat mekandan ziyade insan ve sosyal çevresi, kişisel gelişim boyutlu olarak… Rüyalarda Allah manaları bildirir. Manalar, kişinin hayatındaki sembollerle gerçekleşir. Hür hayatta iken yatağıyla sembolleşecek mana, hapishanede koğuştaki ranzayla sembolleşir. Hür hayatta diyelim ki Mesut diye öfkeli biriyle sizin öfkeniz sembolleşecekse hapishanede gördüğünüz en öfkeli kişi Mehmet ise onu rüyada görürsünüz, aynı mana size bildirilebilir. Bu açıdan rüya sembolleri içinde bulunulan mekanla ilişkilidir.

Soru 2: 19. Söz’ün sonunda Kur’anın tekrarındaki hikmetleri ve başka yerde de “Herkes her vakit Kur’ana muhtaçtır fakat herkes her vakit bir sureyi galiben muktedirdir” deniliyor. Üstad’ın burada kasdettiği belirli bir sure var mı? Varsa hangisidir? Bir de sizin tavsiye edeceğiniz, ezber yapın diyeceğiniz sure var mıdır? Namaz sureleri, Yasin, Nebe, Mülk haricinde…

Cevap 2: Üstad’ın kasdettiği belli bir sure yok. Zaten Üstad, herkese farklı sureler daha cazip gelir demek istiyor. Ayrıca kişinin gelişim seyrine göre farklı sureler onun akıl, kalp, hayal ve ruh gözlerine kendi güzelliklerini gösterirler. Mesela bir insan Ferdiyet makamına çıkacaksa veya karakteri bu merkezli ise Vakıa suresi ona kendini açar. Muhyiddin-i Arabi Hz.leri böyle söylüyor. Çünkü o sure, ruhun yapısını; gelişim seyrini ve ruhî gelişime göre insanların aldıkları 3 hali anlatıyor. Ruhani yaşamaya başlayanlar; ruhani yaşayamayıp ruh çekirdeğini korumakla iktifa edenler; ruh çekirdeğini günahlar ve sapkın fikirlerle kirletip bozanlar… Bu surenin içerik olarak kardeşi Beled suresi ve Müddessir suresi’dir. Dikkatle bu 3 sureyi Arapçasından okursanız bağlarını görebilirsiniz. İşte ruhani bir hayat yaşayan ve hakikaten ruhlaşanlar, Ferdiyet makamını elde ederler.

Diyelim ki gündemimiz kötülükler ve bunlardan korunma yolları; o zaman Felak ve Nas sureleri bize açılır. Gündemimiz dille çevreye zarar vermek ise, Hümeze suresi; kadınların erkekler üzerindeki etkisi ve baskınlığı ise Adiyat suresi; dünya hayatı, mal ve mülk derdi ise, Tekasür suresi; ömrünü zayi etmek ise Asr suresi bize kendi cemallerini gösterirler.

Bu noktada size tavsiye edeceğim şu: Önce Duha suresinden itibaren Kur’an surelerinin tamamını ezberlemenizdir. Sonrasında 30. Cüz olan Amme cüzünü ezberlemektir. Şahsen, ben hemen hemen hepsini biliyorum. Okumamaktan ve artık biraz da yaştan dolayı unuttuklarım oluyor. Ama eksiğimi tamamlayacağım inşallah. Çünkü önemli bir husus. Yapabilirseniz 29. Cüz’ü de ezberleyin. Kur’an ezberlemek insanın zihnini açar. Yapamazsanız Vakıa-Beled-Müddessir, İnfitar-Mutaffifîn, Mülk-Rahman sureleri gibi sureler arasında bağlar bulup okuyabilirsiniz. O zaman Kur’an okumak daha leziz gelir.

Eğer yapabilirseniz, ezber için demiyorum, Hâ-Mîm diye başlayan 7 sure var. Mü’min suresinden başlıyor, Câsiye suresiyle bitiyor. Her güne bir tane gelecek şekilde bu 7 sureyi her hafta devredebilirsiniz. Hadiste “Cehennem’in 7 kapısı vardır. Bu 7 sureyi okuyan bu kapıları kapatır” deniliyor. Cehennem kapıları bizim içimizdeki 7 manevi hastalıktır. Her biri bir sureye tekabül eder. Okuma şekli şöyle:

40. Sure Mü’min suresidir; o Pazar akşamı veya Pazartesi gündüzü olmalı.

41. sure Fussilet suresidir; Pazartesi akşamı veya Salı gündüzü okunmalı.

42. sure Şûra suresidir; o Salı akşamı veya Çarşamba gündüzü okunmalı.

43. sure Zuhruf suresidir. Çarşamba gecesi veya Perşembe gündüzü okunmalı.

44. sure, Duhan suresidir. Hadiste bildirildiği üzere bu sure Perşembe akşamı veya Cuma gündüzü okunmalı.

45. sure Câsiye suresidir; Cuma akşamı veya Cumartesi gündüz okunmalı.

46. sure Ahkaf suresidir; Cumartesi akşamı veya Pazar gündüzü okunmalıdır.

Bunları bir ara okuyarak hadisi tecrübe ettim. Şifalı olduğunu hissetmeye başladım. Hepimizin içinde 1 Cehennem kapısı mutlaka bulunuyor. İşte o kapının ilacı bu 7 Ha-Mim’den birisidir. Mesela bu kapılardan birisi “şikâyet hastalığı” dır. Yani sürekli bir şeylerden şikayette bulunma, yakınma, hiçbir şeyden memnun olmama ve şükretmeme… Surelerden birisi “şikâyet” hastalığını tedavi ediyor. Fakat şu an hangisi olduğunu bilemiyorum.

Soru 3: “Siz büyük günahlardan kaçının küçük günahlarınızı Ben affedeceğim” ayeti var ve bununla ilgili hadisler var. “İki namaz arası gibi…” Bu tür hadis de çok var. Bu âyet ve hadiste geçen küçük günahlar hangisidir?

Cevap 3: Müsaadenizle bir numune anlatayım. Tüccar bir sahabe Medine çarşısında mal satarken bir kadın müşteri geliyor. Kadını galiba beğeniyor. Ona dükkan gibi bir yeri varmış veya arka tarafta başka mallar da var, gelin göstereyim diyor. Kadın gelince de kimse görmediği için kadına sarılıp öpüyor. Kadın bağırıp çağırmamış ve şikayetçi de olmamış. Belki eskiden tanıdığı biri olabilir. Sonrasında sahabe pişman olup Mescid-i Nebevi’ye geliyor. O sırada namaz kılınıyor. O da abdest alıp namaza duruyor. Namaz sonrasında yaptığı hatayı utanarak anlatınca Hz. Peygamber “2 vakit namaz arasındaki günahlara kefarettir” sözünü o zaman söylüyor. Bu durum gösterir ki, fiilen zina gibi büyük bir günah olmayan bu tarz harama dokunma, harama bakma, haramı dinleme gibi ufak çaptaki günahlar keffarete maruz kalır. Namazların sürekliliğinin bir sırrı da budur. Çünkü sosyal hayatta gerek düşünce, gerek duygu, gerek fiziksel yönden sürekli kirleniliyor. Bu kirler, birikse kişiyi büyük günahlara götürür. İşte bu noktada öğle namazı ve özellikle ikindi namazı bütün ağırlıklarıyla ön plana çıkıyor. Onlar iş hayatının kirlerini götürüp kudsiyetiyle iç dünyamızı temizliyorlar. İş hayatında takva lazım ama zor bir şey. Çünkü sosyal hayat özellikle Türkiye’de çok karmaşık, çok kirli. Çok bilinçli, hassas ve dikkatli olunması gerekiyor. En ufak bir hata büyük günahlara giden bir yolu açıcı olabilir. Namazın sürekliliği Müslümanların raydan çıkmış duygularını tekrar rayına oturtuyor. Çok şükür namaz 5 vakit kılınmış.

(Devam edecek…)

Eyyâm-ı Bıyd Orucu’nun Hikmetleri

Soru: Her ayın 13-14-15’inde oruç tutma ile insanın biyolojik bağlantısı, kâinatın bağlantısı ve dinî bağlantısı nedir?

Cevap: Eyyâm-ı bîyd orucu, çok yönlü ele alınması gereken bir hakikattir. Bu meseleye psikoloji, astronomi, fizyoloji, biyoloji, coğrafya, fıkıh, tasavvuf, ahlak gibi boyutlarla bakılabilir.

Astronomi, coğrafya, biyoloji, fizyoloji ve psikoloji bilimleri bağlamında meseleye bakılırsa: Yeryüzündeki hayat ve şartlar güneşle bağlantılı olduğu gibi ay ile de bağlıdır. Deniz kıyılarında meydana gelen med-cezir olayları ayın yakınlığı ile Allah’ın dünya üzerine koyduğu bir kanundur. Ay dünyaya yaklaştıkça, “cezir” (çekilme) olur; Ay uzaklaştıkça “med” (ilerleme) meydana gelir. Ayın dünyaya en yakın olduğu zamanlar ayın dolunay halinde gerçekleşir. Bu ise ay takvimi olan hicrî takvimde her ayın 13-14-15’ine bu tekabül eder. Bu med-cezir hadiseleri âfâki manada deniz, okyanus kıyılarında kendini net gösterir. Enfüsî manada insan bedeninde de etkisini gösterir. Çünkü insan vücudunun, çocuklukta %70-71’i, yetişkinlikte ise %60’ı, sudur. İnsanın kanı temelde suya dayanır. Bu noktada her ayın 13-14-15’inde insanın kanındaki çekilme ve dalgalanma zirveye varır. İnsanın kanındaki bu dalgalanma insanın psikolojisini etkiler. Bu durum ise insanı suça teşvik eden duygusal boyutları tetikler. Öfke ve şehvet gibi… Amerika’da yapılan bazı araştırmalar suç oranlarının ay takvimiyle bu günlerde zirve yaptığını göstermiştir. Tam bu noktada Hz. Peygamber’in o 3 gün art arda oruç tutulmasına yönelik tavsiyesi, tam manasıyla kasdî bir uygulama ve koruyucu bir hekimliktir. Bu noktada insan biyolojisi ile kâinat arasındaki ciddî bağlantı net olarak görünüyor.

Din felsefesi, fıkıh ve dinî yaşam bilimleri boyutuyla konuya bakılırsa: Ay ve insan psikolojisi ve neticede sosyal hayat problemleri arasındaki ilişki Kur’anda şöyle ifade edilir:

Felak suresi’nde “ve min şerri ğâsıkin iza vekab” âyeti bulunuyor. Bir gün dolunay zamanında veya ayın göründüğü başka bir vakitte Resulullah (ASM), Hz. Aişe’ye

-“Felak suresindeki ‘Ğâsık’ nedir, biliyor musun?” diye sorar. O da:

-Allah ve Resulü daha iyi bilir, der. Bunun üzerine Resulullah (ASM) parmağıyla ayı göstererek:

-“Ğâsık, odur” der.[1]

Felak suresini, bu hadisle beraber okuduğumuzda görüyoruz ki ayın şerri vardır ve insanı kötülüğe sevk eden güçlü bir bağlantısı bulunuyor. Resulullah ayın şerrinden korunma ve dolayısıyla İslamiyetin sosyal hayat düzenini koruma noktasında başta Ebu Hureyre (RA) olmak üzere bazı sahabelere her ayın 13-14-15’inde “Eyyâm-ı Bîyd” (Beyaz, parlak günler) adı altında oruç tutmalarını tavsiye eder. Onlar da bu tavsiyeye uyarak oruç tuttuklarını ifade ederler. Kendisi de bu oruca devam etmiştir. Eşi Hz. Hafsa bint-i Ömer (R.Anhuma) der ki:

“Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terk etmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce’nin ilk on gününün orucu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından önce iki rek’at namaz…”[2]

Arap dili ve edebiyatı noktasında eyyâm-ı bıyd tabirine bakılırsa: Arapça’da “eyyâm” özel günler için kullanılan bir tabirdir. Cahiliye döneminde eyyâm kelimesi, savaş, kıtlık ve benzeri önemli vak’aları ifadede kullanılmaktaydı. Bu yönden de bakılırsa, ayın 13-14-15’i o ay içindeki özel ve önemli günlerdir diye de anlaşılabilir. O günlerin gündüzünü oruçla değerlendirmek ve gecesini ise ilim, zikir ve ibadetle geçirmek dil felsefesi açısından da önem arz etmektedir.

Fıkıh bilimi açısından eyyâm-ı bıyda bakılırsa: Hadislerde vurgulandığı ve âyette ifade edildiği üzere, 1 iyilik 10 olarak yazılır.[3] Her ay ortalama 30 gündür. Bu durumda her aydan 3 gün oruç tutan kişi, 30 gün tutmuş olarak sevap alır. Her ay bu orucu tutan kişi ömür boyu oruç tutmuş gibi olur. Bu konuda Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurur:

“(Ramazan ayının dışında ) Oruç tutmak istediğin zaman, ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tut.”[4]

“Kim her aydan üç gün oruç tutarsa ömür boyu oruç tutmuş gibi olur.”[5]

Coğrafya ve kozmografya bilimleri noktasından bakılırsa burada senenin 365 gün olduğuna da bir işaret bulunuyor. Çünkü Hz. Peygamber’in ifade ettiği üzere Ramazan Bayramı’nın 1. Günü ve Kurban Bayramı’nın 4 günü oruç tutmak haramdır.[6] Bu durumda oruç tutulabilen ve her aydan eyyam-ı bıyd orucu tutmakla oruç tutulmuş sayılan 360 güne, 5 gün de oruç tutulması haram olan günlerin sayısı eklenirse bir yılın 365 gün olduğu sonucu ortaya çıkar. Bu ise, coğrafya ve kozmografya bilimine dair dinin bir nüktesi olur.

Psikoloji, psikoterapi, nefis tezkiyesi ve ahlak bilimi noktasından bakılırsa: Her ay bu 3 gün art arda oruç tutmak, insanın kanındaki faaliyetlerden beslenen nefs-i emmarenin[7] tezkiyesine yol açtığı gibi duygusal dalgalanmaları yol açacağı taşkınlıkları da kırar. Orucun periyodik olarak sürekliliği nefis tezkiyesinin sürekliliğine yol açıp şahsa tezkiye şuuru ve otokontrol mantığı verir. Bu 3 gün her ay nefsin öfke ve şehvetinin depreştiği zaman dilimi olduğu, bunun ay tarafından tetiklendiği ve bu depreşmeyi durdurmak için oruç iklimine girmek gerektiğini algısı kökleşir ve kemikleşir. Çünkü oruç, nefis tezkiyesi; namaz, enaniyet terbiyesi; zekât ise, mal tezkiyesidir. Bu orucu 3 ay tutmayıp 3 ay art arda tutan kişi o günlerdeki kendi psikolojilerini ve sonralarını kayıt altına alsa farklarını kendinde gözlemleyebilir. Orucun nefis tezkiyesi yönünü ve şerden insanın uzaklaştırmasını fark edebilir. Bu çerçevede eyyâm-ı bıyd tam bir psikolojik gözlem aracı, psikoterapik bir faaliyet olmaktadır. Ayrıca insanın ahlakı, kendinde aklî-gadabî-şehevî kuvvetlerin dengeye getirilmesi ile tahakkuk ettiğinden, bu kuvvetler ise oruç ve namaz gibi ibadetlerle kendilerine karşı bilgi ve hikmetle yapılan mücadelelerle dengelendiğinden, insanın bu kuvvetlerinin ayın 13-14-15. günlerinde dalgalanması zirve yaptığından eyyâm-ı bıyd orucu ahlakın tahakkukunda kilit rol oynar. Ahlakın sabitleşmesi ile seciye (karakter ve duygusal dinginlik) meydana gelir. Ahlakı gerçek ahlak kılan ise sabitleşmesidir. Bu sabitleşme ise kuvvetlerle mücadelenin sürekliliğini gerektirir. Bu durumda her ay periyodik olarak yenilen eyyâm-ı bıyd orucu ömür boyu süren bir ahlakî tahakkuk ve seciye kazanım yolculuğunu insana yaptırır. Bu çerçevede dinin tavsiye ettiği bu oruç ahlak felsefesi açısından tam bir mucizedir.

Usul-u fıkıh ilmi açısından bakılırsa: Hadislerde bildirildiği ve uyarıldığı üzere yalnızca Cuma, Cumartesi veya Pazar tutmak mekruhtur. Hz. Peygamber şöyle der: “Kimse Cuma günü oruç tutmasın. Ancak bir gün önceden veya sonradan oruç tutuyorsa bu takdirde Cuma günü de oruç tutabilir.”[8]

“Allah’ın farz kıldığı oruç dışında, sadece cumartesi günü oruç tutmayın. Eğer üzüm kabuğu ve ağaç dalından başka bir şey bulamazsanız bile o gün onları çiğneyerek oruç tutmadığınızı gösterin.”[9]

“Cumartesi ve pazar günleri müşriklerin bayram günleridir. Ben onlara muhalefet etmek isterim.”[10]

Cumartesi ve Pazar günleri orucunun bir hikmeti ise ehl-i kitaba muhalefettir. Tek Cumartesi orucu, Yahudilere benzemektir; Pazar orucu, Hıristiyanlara benzemektir. Cuma ise müminlerin bayramıdır. Bu 3 günden herhangi birini tutmak mekruhtur. Cumartesi-pazarı birleştirip tutmak ise müşriklere benzemektir. Bu da Allah resulü tarafından yasaklanmıştır. Fakat 3’ünü art arda tutmak dinen engel teşkil etmez. Bu çerçevede ayın 13-14-15’i hangi günlere gelirse gelsin nafile oruç tutmak caizdir. 13’ü cuma dahi olsa eyyâm-ı bıyd orucu tutulabilir. Ayrıca bir günlük orucun tesiri ile 3 gün art arda tutulan orucun şahıs üzerindeki etkisi arasında büyük fark olduğu tecrübelerle sabittir. Bu manada bir günlük orucun tesiri, 1 rakamı ile anlatılırsa 3 gün art arda oruç 111 etkisi uyandırır. Bu çerçevede eyyâm-ı bıyd orucu, orucun bağımlılık kırıcı yapısını ve ruhani etkisini gösteren bir paket programı ifade eder. Bu noktada hadis, sahih bir nafile oruç mantığını öğreterek fıkhî bir pencereyi de açar.

Sembolizm ve manevi ilimler noktasından bakılırsa: İnsan aklı bir ay gibidir. Kur’an ve vahiy ise bir güneş gibidir. Ayın kendine has ışığı yoktur. O, güneşten aldığı ışığı gösterir. Aynen bu ilişki gibi insanlar da bilgilerini, kâinattan veya doğrudan vahiyden alırlar. Akıl, bilgi üreten bir üreteç değil dıştan gelen bilgiyi işleyen, süzen ve ayrıştıran bir fabrikadır. Bu manada insanların akılları tam manasıyla bir ay gibidir. İnsan aklının bilgi kaynakları, yaşanan anda insanı çevreleyen âlemden “göz” ile alınan bilgiler; geçmiş zamandan nakledilen veya insanın bulunulan anda gözlemleyemediği olaylardan “kulağına” aktarılan haberler; kişini duygularıyla sezdiği veya “kalbine” doğan manalardır. Vahiy, kalbe doğan mana ve hakikatlerdir. Fenler ise, kevnî âyetlerden oluşan Kâinat Kitabı’ndan göze yansıyan ve kulağa gelen kanun ve hakikatlerdir. Bu manada ay ve insan aklı arasında tam bir örtüşme ve benzeşme vardır. Bu ilişki çerçevesinde bakılırsa aydaki ışığın sürekli değişimi gösteriyor ki, bir insan düzenli bir tefekkür yapsa, kâinat ve Kur’andan aldığı ve diğer insanlara yansıttığı ilim ve hikmet ışığı her ayın 13-14-15’inde tavan yapacak demektir. Yani insan zihninin her ay en keskin olduğu zaman dilimi, aynı zamanda öfke ve şehvet güçlerinin de tavan yaptığı dönemdir. Bu noktada din, insan aklı için bir fırsat olan bu günlerde öfke ve şehvetin dumanlarıyla onun bulanması ve kör olmasını engellemek için o günlerde oruç tutulmasını emretmesi muazzam bir keşif ve tavsiyedir. Eyyâm-ı bıyd orucu bu manada verimli sonuçlar doğurur. Bu çift taraflı mücadele her ay insana bir konuyu dolunay gibi parlak ve net bir ilim seviyesine ulaştırma imkanı verir. Bu noktada ayın 13-14-15. Günleri, tam manasıyla Risale-i Nur, Fütuhat-ı Mekkiyye ve benzerleri gibi tefekkür ederek okunacak kitapların okunacağı ve art arda toplu müzakere şeklinde incelenerek ders yapılacağı günlerdir.

[1] Tirmizî, Tefsir, Felak suresi.

[2] Ahmed bin Hanbel, Nesâi.

[3] En’am suresi, 160.

[4] Suyuti, el-Camiu’s-Sagir, 1/66 H. No: 892.

[5] Tirmizî, Savm, 54, III, 135.

[6] Buhârî, Savm, 66-67.

[7] Arapça’da nefis kelimesi, NFS kökünden gelmesiyle, kadınların doğum sonrası 40 gün süren kan gelmesi dönemine verilen “nifas” kavramıyla bağlantılıdır. Yani nefis, kandan meydana gelen, kandan beslenen canlı yapı demektir.

[8] Ebû Davud, ”Savm”, 50.

[9] Ahmed, Tirmizî, Nesâî, Îbn Mâce, Ebû Dâvûd ve Hâkim.

[10] Neseî, Cum’a: 1.

Kur’ani 3 Kavram Eşliğinde İnsanın Tefekkür Yolculuğu: Kâinât, Âlem ve Dünya

“Dünya”, Kur’anî bir tabirdir. “Ahiret” in zıddı olarak ifade edilir. Kur’anda, dünya ile yakın manalı olarak “âlem” tabiri kullanıldığı gibi “Kün” emriyle mahlukatın yaratılması noktasında dolayısıyla “kâinât” tabiri Kur’anda kullanılmış oluyor. Kur’anın irfanî ve hikmetli bir tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı’nda da bu 3 tabir kullanılır. İnsan bu 3 kavramın ifade ettiği hakikatleri idrak şeklinde 3 aşamalı bir tefekkür yolculuğu yapar.

Kâinat, bu noktada ilk adımdır. Çünkü tekvin sıfatı, kudret sıfatının icad faaliyetlerindeki boyutunu ifade eder. Her insan ilk anda kudret ile muhataptır. Kâinat, kudretin bir zuhur ve tezâhürüdür. Madde, kudretin tecellisi olan “havl” ve “kuvvet” e dayanır. Havl, maddeyi şekillendirir, halden hale sokar, yıpratır. Kuvvet ise sabit tecellisiyle zerreleri icad eder. Zerrelerle, madde meydana gelir. Kuvvet, akışkan tecellileriyle, zerreleri sevk ederek canlı ve cansızları oluşturur. Bu manada tefekkür ve mana yolculuğunda ilerleyenler, ilk anda kudret sıfatıyla ve kâinat boyutuyla muhatap olurlar. Bu yolculuğun son noktası “Mutlak Kudret”, ehl-i tasavvufun tabiriyle “Mutlak Vücud” u bulmak ve bütün kevn ü fesadın, icad ve idamın, ihya ve imatenin kudret-i zâtiyenin eseri olduğunu yakinen tespittir.

Sonrasında kudret-i mutlakanın icadda yalnız olmadığını; aslında icadın ilmin burûz ve tebârüzünden başka bir şey olmadığını fark etme başlar. İlim, batınî manada, zamansız olarak vardır, hâzırdır; fakat kudret ile birleşince şehadet âlemini inşa eder, görünür hale gelir. Bu manada ilim, çizdiği “kader” ile kudretin kalıbıdır. Her şey kudret-i mutlakayı bir kalıp, bir şekil içine alarak onu icad faaliyetinde istihdam eder. Bu boyutla kendini çevreleyen yapıya bakan kişi için bu yapı zerresiyle, kürresiyle bir ilmi gösterdiği için “âlem” adını alır.

Son seviye ise, “dünya” boyutudur. Dünya, yakın âlem demektir. Allah, dünya hakikati ile insana yakınlığını, yakınlığı içinde yüceliğini hissettirir. Hz. Peygamber’in marifetullah boyutunu bildiren ve irfan noktasında mucize olan Cevşenü’l-Kebir duasındaki “Yâ men denâ fi uluvvih” “Yâ men alâ dunuvvih” ( Ey Yakınlığı içinde yüce, yüksek olan Zât) “(Ey yüceliği ve yüksekliği içinde yakın olan Zât) ifadesi bu zirve seviyeyi anlatır.[1] “Ulviyet”, bir celali hissettirir. Bu manada âlem tabirinin ötesi, yaşanan âlemin bir ulviyet ve yücelik ve yüceleşme mekanı olduğunu ifade eden “ulâ” olarak da Kur’anda kullanılır. Bu manada “ulâ” tabirinde celal varken, dünya tabiri “yakın âlem” tabiriyle Allah’ın insana ulviyeti içinde yakınlığını hissettirmesi ve ifade etmesiyle zirve boyutu ifade eder.

Bediüzzaman Said Nursi “Dünya hakikati, 7 hakikate dayanır” diyerek tespit yapar:

1) Mazi (Geçmiş Zaman)

2) An (Şimdiki Zaman)

3) Müstakbel (Gelecek Zaman)

4) Semavat (Uzay tabakaları)

5) Sema (Atmosfer)

6) Sath-ı Arz (Yeryüzü)

7) Batn-ı Arz (Yerkürenin merkezi)

Dünya, insanı çevreleyen bütün zaman ve mekânı ifade eden Kur’anî ifadedir. Bütün zaman ve mekan ile Allah insana yakınlığını hissettiriyor ve onun ulviyet kazanarak “a’la-yı illiyyîn”e[2] (yücelerin en yücesi makamına) çıkmasını, ismini “İlliyyûn ” a[3] (yücelikte zirve olanlar) defterine yazdırmasını istiyor.

Felsefe, dünyayı “zâhir” boyutu ile alır. Manasını göremez. Gaflet ile onu “sâbit” görür. Nesnelere odaklanarak onları inceler. Onları yaratanı düşünmek istemez. Bahsetse de özet olarak bahseder. “Sefâhet” ile dünyayı kirletir; kişinin gözünde dünyayı bulanıklaştırır. “Tabiat Felsefesi” ile, dünyayı Hakikat ve Ahiretin önünde aşılmaz bir duvar yapar, kalınlaştırır.

Kur’an Mekkî sureleriyle dünyanın merhamet ve rububiyyet hakikatleri üzere icad edilişini, yaratılış gayesini, faniliğini, geçiciliğini, aldatıcı yapısını, imtihan boyutunu ifade ederek dengeli dünya bakışını ders verir. (Sözler, 25. Söz, 3. Şule, 3. Ziya, Hakikat-i Dünya Bahsi)

                                                                                                                                                                          Eymen Akça

[1] Cevşenü’l-Kebîr, 81. Bab, 9 ve 10. Ukdeler.

[2] Tin suresi, 5-6. Esfel-i sâfilîn tâbirinin zıddı, a’la-yı illiyyîndir. Bu seviyeye yükselmenin yolu ise “tahkiki iman” ve “sâlih amel” sahibi olmak ve bunlarla kişiliğini inşa etme olarak surede gösteriliyor.

[3] Mutaffifîn suresi, 18-19.