Kategori arşivi: Tarih

Türkler ve Ermeniler

Bugünkü Ermenistan yöneticileri Türklere müthiş bir kin duyuyor. Bu yüzden cinayet şebekeleri kurdular ve Türk diplomatları katlettiler.

Bunun dayanağı sözde “Ermeni soykıyımı”dır. Gerçekte “kıyım” yok, “tehcir” vardır. Kendi içinden vurulmasından bıkan devlet tedbir almış, çeteleşip Türk komşularını katleden Ermenileri gözetim altında başka bölgelere yerleştirmiştir. Bu sırada cereyan eden bazı olumsuzlukların sorumlularını da şiddetle cezalandırmış, hattâ bazı üst düzey bürokratları sehpaya göndermiştir.

Böylece konu kapanmıştır. Fakat Ermeni yöneticiler, başka türlü varlık gösteremedikleri için, kendilerini dünya gündemine getirmenin tek çaresi olarak bu “tehcir” olayına sarılıyorlar, müsebbibi kendileri olmakla birlikte tarihi gerçekleri tersine çevirip siyaseten sürekli gündemde tutuyorlar. Ders kitaplarına geçirip çocuklarını “Türk düşmanı” olarak yetiştiriyorlar.

Durup dururken Azerbaycan’a saldırıp sivilleri katletmelerinin özünde Türklere karşı duydukları bu derin kin var. Asıl hedefleri Türkiye olmakla birlikte, gözleri kesmediği için, başka bir Türk devletine saldırmaktadırlar.

Hâlbuki biz Ermenilere tarih boyu iyilik etmişiz: Hatırlayalım ki, Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında Ermenilerin bir devleti yoktu. Genellikle Çukurova, Doğu Anadolu ile Kafkasya bölgelerinde koloniler halinde yaşıyor, başta İran, Bizans, Gürcü, Selçuklu devletleri olmak üzere, bazı irili-ufaklı devletlerin himayesinde bulunuyorlardı.

Orhan Gazi 1324 yılında Bursa’yı fethedip devlet merkezi yaptıktan sonra, Kütahya’daki Ermenilerin çoğunluğu ve Ermeni ruhani reisliği Bursa’ya nakledildi. Ermenilere ilk kez kimlik ve kişilik kazandırıldı.

Fatih Sultan Mehmed, 1453’de İstanbul’u aldıktan sonra da Bursa’daki ruhani lider Hovakim İstanbul›a getirildi ve Fatih 1461›de yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikliği’ni kurdu.

Yavuz Sultan Selim, 1514-1516’da Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu’yu fethedince, buradaki Ermenileri himayesine alarak İstanbul Patrikliği’ne bağladı. Kısacası tarihlerinde hiçbir devletten görmedikleri toleransı Osmanlı Devleti’nden gördüler. Önleri açıldı. Osmanlı onlara “sadık vatandaşlar” anlamında “teb’a-yı sadıka” dedi. Yüksek mevkilere getirdi. Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti’ne samimane bağlandılar. Bu yüzden, kısa bir süre içinde çeşitli yerlerden İstanbul’a göçen Ermeniler büyük bir cemaat oluşturdular ve dünyanın en müreffeh cemaatlerinden birisi haline geldiler.

Fatih Sultan Mehmed’den Sultan II. Mahmud’a kadar 350 yıllık süre içinde Hıristiyanların ve dolayısıyla Ermenilerin dini ve toplumsal işlerine kesinlikle karışılmadı, el üstünde tutuldular. 

Meselâ, 16. yüzyılda Ermeni asıllı Mehmed Paşa vezirlik rütbesine kadar yükseldi. 18. yüzyılda Divrikli Düzyan soyundan saray kuyumcuları, Sasyan ailesinden saray doktorları, 19. yüzyılda Bezciyan ailesinden darphane bakanları, Dadyan ailesinden baruthane bakanları görüldü.

Sultan II. Abdülhamid devrinde ve sonrasında ise Ermeni dış işleri görevlileri ve bakanlar görüldü. Ayrıca birçok Ermeni de Osmanlı devlet adamlarına danışmanlık yapıyordu. Osmanlı’nın son yıllarında inşa edilen camilerin pek çoğunun plânı Ermeni mimarlar tarafından çizildi: Balyan ailesi bunların en meşhurlarıdır.

Bu gerçeği Ermeni patriklerinden Nerses de itiraf ediyor.1876 yılında “Vatandaşlık Meclisi Şûrası”na sunduğu raporda şöyle diyor:

“Şayet günümüze kadar Ermeni milleti, millet olarak korunduysa ve inancını, kilisesini, dilini, tarihi ve kültürel değerlerini koruyorsa, tüm bunlar Türk hükümetinin Ermeni milletine gösterdiği koruma, yardım ve hayırseverlik sayesindedir. Kader, Ermenileri Türklere bağlamıştır. Bundan dolayı Ermeniler, devletin savaş ve ağır sınav günlerinde buna kayıtsızca davranamaz. Aksine her zaman oldukları gibi ona yardım etmek zorundadırlar. Vatanını seven Ermeni, devlete yardım ederek, Ermeni milletinin hizmet ve yardımının en iyisini görecektir.” 

Onu yıllar sonra başka bir Ermeni Patriği II. Mesrob, 22 Mayıs 1999 günü Hilton Oteli’ndeki resepsiyonda yaptığı konuşmada şu sözlerle doğruluyor:

“İstanbul Ermeni Patrikliği’nin kuruluşu tarihte eşine rastlayamayacağımız bir olaydır.

“Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sekiz yıl sonra, 1461’de Batı Anadolu’daki Ermeni episkoposluğunu çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği’ne dönüştürmesi Fatih’in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir.

“Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih’ten önce, ne de sonra görüldü.

“538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz.”

Yâni dış kışkırtmalar olmasaydı, bugünkü duruma gelmezdik.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Bediüzzaman’ın Fener Patriği ile Görüşmesi

“Hazret-i Üstâd Bediüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği Athenagoras ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstâd’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstâd’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstâd, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’ân-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince

Bediüzzaman:“O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş.

Bu hadiseyi nakleden, Üstâd’ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır.

Ezcümle: Ahmet Aytimur, şimdi Almanya’da bulunan Abdulmuhsin, Mehmet Fırıncı vesaire…

Nitekim aynı ma’nada olarak 22 Şubat 1951’de, Üstâd’ın izni ve müsaadesiyle Vatikan’daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa’ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı.

Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’ânın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu.

Bu bahis ayrıca ilerde tafsilen kaydedilecektir.”[1]

Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca İslamiyet’i hâl ve kâl diliyle ilan etmiştir. Daha önce Vatikan’a, Zülfikar Mecmuasını gönderdiğini beyan etmiştik. Sanki islamiyetin ruhundan, sofrasından nasibiniz olmazsa ilerde çok zulümlerin yuvası olacaksınız demiş.

1953 senesinde Fener-Rum Patrikhanesine de aynı tebliğ metodunu izlemiştir. Yukarıda kaynağıyla yayınladığım mektup bu görüşmenin muhteviyatını anlatmaktadır.

Üstadımızın mahiyetini ve Risale-i Nur’un muhteviyatını bilen, bildiği için de anti ideolojisi sebebiyle taarruz edip muhalefete geçen isminin önü kalabalık olan bazı kimseler, insanları Risale-i Nur ve müellifi Bediüzzaman Said Nursi’den uzaklaştırmak için, hezeyanlarını savurmaktadır.

Bediüzzaman için, yok Vatikan’a mektup yazdı diyalogculuğun temelini hazırladı, yok Fener Patrikiyle görüştü elini öptü falan filan gibi şeyler söylemek, aslında Bediüzzaman’ın temsilcisi olduğu İslamiyet’e saldırmaktır. Şöyle düşünün isminin önünde akademisyen gibi unvan bulunan birisini ele alalım. Biz bu şahsın akademik kariyerine hücum etsek. Bu fiil ön planda akademisyene, arka planda ise çalıştığı üniversiteyi/kurumu karalamak manasına gelir. Bir din alimine yapılan hücum da aynı formülle ele alacak olursak ön planda şahsa, arka planda ise mümessili olduğu İslamiyet’e hakaret ve hücumdur.

Akademisyen olduğunu iddia eden birisi konuşurken kahvane oturuşu ve ağzıyla/jargonuyla bazı şeyler söylediğinde kendisini mahcup edecek çok şeyler çıktığında akamedisyenliğine leke getireceğini de düşünmelidir.

Hem iftira atıp hem de ben tartışmanın tarafı olmak istemiyorum diyen birisi, delilsiz belgesiz şeyler savurarak konuşmasının neticesi istemediği şeyleri de işitmek zorunda kalacaktır. Her istediğini rahatça konuşan kimse, istemediği şeyleri de “El cezau min cinsi amel” kaidesince işitecektir.

Fethullah Gülen üzerinden Risale-i Nur ve müellifine ilişenler iki kesimdir. Birisi, Bediüzzaman ve telifatının mahiyetini bilenler. Bunlar mahiyetini bildikleri ve kendi çürük ideolojilerinin bir numaralı düşmanı olarak gördükleri için ilişmeye yeltenenler.

İkincisi ise, bunlar da birincisinin taassuplu mukallitlerinden öte bir şey değildir.

Fethullah Gülen’den yola çıkıp “neden onun kaynaklarına ilişmiyorsunuz diyen aydınlar(!)” İslamiyete olan kinlerini de bu şekilde kusmaktalar.

“Bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men’etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesad ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti îma eder.”[2]

Her insanın, karakteri, kulluğu ve temsilcisi olduğu iş olmak üzere üç karakteri var. Fethullah Gülen’den bahsederken din ve dini değerleri itibardan düşürüp, bu milletin din ile olan bağının kopması ve neticesinde serserilik ve anarşinin çıkmaması için din ve dini değerleri nazara vermemek gerekli. Yani Gülen’den bahsederken onun hocalık kisvesinin kullanılmaması gereklidir.

Laikliği hayatının temeline koymuş birisi bakan, başbakan olsa onlar ülke ekonomisini çökertse, beş – on bankanın kasasını boşaltsalar, biz de bunları tekid ederken laik işte ne bekliyorsun, laikliğin verdiği budur desek doğru mu yapmış oluruz? Yoksa bu hatayı o bakanlara mı verirsek doğru etmiş oluruz şimdi sizden soruyorum?

“Evet, kim ki evinin tavanı altındaki zaif direği çekmek istiyorsa, evvelen onun yerine kuvvetli bir direkle muhafaza altına aldıktan sonra kaldırsın. Yoksa bilmeden evi harab etmiş olacaktır. Hem bir fâsid delili iptal edip çürütmek isteyen adam, sahih bir delil ile hak olan neticeyi tesbit ettikten sonra etsin. Aksi halde düşünmeden ifsad etmiş olur.” [3]

Ulema-is sû olan insanları tenkid edenler bu yazdıklarımı unutmasın.

Bu sebeple Bediüzzaman Said Nursi ve emsali olan Ehl-i Sünnet Ulemasına ilişenler bunu düşünsün. Çürük ve kurtlu olan ideolojileri sebebiyle ilişmeye yeltenmesinler.

[1] Badıllı, Mufassal Tarihçe (1837)
[2]Divan-ı Harb-i Örfi (35)

[3] Asar-ı Bediyye ( 406 )

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.Org

Sevgimizi, saygımızı kaybettik!

Türkiye’mizde hemen her gün kadın katlediliyor. Yaşlı ya da çocuklu kadınlar toplu taşıma araçlarında ayakta dururken, gençler telefonla oynuyor!

Oysa eskiden kadına saygımız vardı…

Lady Craven (1785–1786 tarihleri arasında İstanbul’da yaşayan İngiliz kadın gezgin), “A Journey Through Crimea To Constantinople” (Kırım’dan Konstantiniyye’ye Yolculuk) adlı seyahatnamesinde Osmanlı erkeğinin kadınlara karşı saygısını “aşırı” bulduğunu itiraf ettikten sonra, Osmanlı Devleti’inin kadınlara karşı tavrını hayretler içinde şöyle dile getiriyor: 

“Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bırakılır.”(Zamanın Avrupa’sında idam edilen erkeğin tüm mal varlığı ile birlikte yakınlarının takılarına da el konulurdu).

Çevreye saygı konusunda da şunları söylüyor: “Türkler tabiatın güzelliğine o kadar hürmet ediyorlar ki, evlerini yapacakları yerde bir ağaç bulunursa, ağacı kesmiyorlar da evlerinin içinde ağaca bir yer ayırıyorlar. Ağaç dallarını, çatılarının en güzel süsü sayıyorlar.”

Öte yandan Osmanlı toplumunda “Nemelazımcılık” yoktu. En azından bu kadar yaygın değildi. Tüm toplum, kaynağı din olan geleneklerin bekçisiydi…

Bunların bozulmaması için herkes üzerine düşeni yapar, bir bakıma her vatandaş “gönüllü polis” gibi çalışır, herkes “vatandaşlık” sorumluluğunu “kullukşuuru”yla buluştururdu.

O kadar ki, mahalle kabadayıları bile, toplumsal düzene bekçilik ederlerdi.

Osmanlı toplum hayatı konusunda Avrupalı gezginlerin sayısız tespitleri olmuştur. Bunlardan Guer şöyle diyor: 

“Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riâyet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar. Muhataplarına, müjdeleyici bir surette, yani rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitap ederler.”

Meşhur Fransız gezgin Brayer ise şöyle yazıyor: 

“Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir… Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları ter temizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir…” 

Brayer, hayranlıkla devam ediyor:

“Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubâlilikler yoktur…” 

Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:

“Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezâket içindedir…

“Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.” 

Yavuz Bahadıroğlu

Korkma! Sönmez…

Ortaokula gidiyordum. Denizci olduğu için ayda, yılda bir eve uğrayan rahmetli babam, bir gün elinde kalın bir kitapla odama girdi. Girer girmez de sordu: “Mehmed Akif’i seviyor musun?”

“Çok” dedim sorunun ne getireceğini düşünerek, “çok seviyorum.”

“İstiklâl Marşı’nı biliyor musun?” diye sordu bu kez.

“Sular, seller gibi” diye cevaplandırdım sevinçle, “on kıtayı birden, okuyayım mı?”

“Mehmed Âkif’in el yazısından oku” dedi ve elindeki kalın kitabı masaya koydu.

Kitap açık vaziyette masanın üstünde duruyor, ama satırlar küsmüş gibi benimle konuşmuyordu. Çünkü benim öğrendiğim alfabeden farklı bir alfabe ile yazılmıştı. Demek çok sevdiğim Âkif, çok sevdiğim, okurken ve dinlerken heyecanlandığım İstiklâl Marşı’nı bu alfabeyle yazmıştı. Peki, İstiklâl Marşı’nın yazıldığı alfabeyi ben niçin çözemiyordum? Bu soru çelik temren gibi beynime saplandı! Çözümsüzlüğün ortasında kala kaldım. Babam son derece üzgün bir yüz ifadesiyle: “Eyvah!” diye söylendi, “el yazısını okuyamadığına Mehmed Âkif çok üzülmüştür.”

Âkif’i üzmüş olma ihtimali öylesine içime oturdu ki, Osmanlıca “Safahat”ı kaptığım gibi, bu işlerden anlayan akrabamız Remzi Amca’ya götürdüm ve onbeş gün içinde bu kitabı okuyabilir hale gelmem için yardım etmesini rica ettim. Çünkü onbeş gün sonra babam motoruyla sefere gidecek, kim bilir bir daha ne zaman dönecekti. 

Çok şükür o süre içinde yazıyı söktüm. Ve babamın evden çıkmak üzere olduğu sırada karşısına çıkıp Mehmed Âkif’in el yazısını okuyabildiğimi söyledim. Oldukça şaşırdı ve bir iki yerden okuttu. Sonra İstiklâl Marşı’nı okumamı istedi. Sesimi yükselttim: “Korkma, sönmez bu şafaklarda…”

On kıtayı esas duruşta dinledi. Marş bitince, “Mehmed Âkif şimdi seni çok seviyor” dedi. Eşiği geçtikten sonra birden döndü. Gözlerimin içine gülümseyerek ekledi: “Baban da seni çok seviyor.”

Hayatım boyunca babamdan duyduğum tek sevgi sözcüğü budur ve bu yüzden İstiklâl Marşı’nın yüreğimdeki yeri çok ayrıdır.

***

İstiklâl Marşı’mızın ilk mısraının ilk kelimesi, kuşkusuz “besmele” ile döşenmiş, ilhamını da Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında sığındığı Sevr Mağarası’nda, muhteşem yol arkadaşı Hz. Ebubekir’in endişelenmesi üzerine fısıldadığı rivayet edilen teselliden almıştır: “Üzülme… Korkma ey Ebu Bekir, Allah bizimledir!”

Yüreğini ilhamının kaynağına kilitledikten sonra, Âkif, marşın gerisini hızla getirmiştir: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!..”

***

1921 yılıydı. Yaklaşık altı ay kadar önce (23 Nisan 1920) Büyük Millet Meclisi açılmış, istiklâl ateşi tüm Anadolu’nun ruhunda tutuşmuştu. Ama millet çok yorgundu. 

Gönülleri tutuşturup coşturacak bir marş oluşturma arzusu bu sırada kendini gösterdi. Bu arzu, önce, ülkeyi karış karış gezen “Heyet-i İrşadiye Teşkilâtı”mensuplarından geldi. Kabul gördü ve konuya ilişkin olarak Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından 500 lira ödüllü bir yarışma açıldı. 

Yarışmaya tam 724 şiir geldi. Fakat hiçbiri beğenilmedi. Bunun üzerine Maarif Vekili Hamdullah Suphi, son derece kifayetli ve anlamlı şiirler yazan Mehmed Akif’in de yarışmaya katılmasını istedi. Ödül yüzünden (parayla yazmış olmamak için) katılmadığı anlaşılınca, para ödülü kaldırıldı.

Ve Mehmed Akif, Taceddin Dergâhı’na (Ankara’da) kapanıp İstiklal Marşı’mızın ilk mısraının ilk kelimesini “besmele” eşliğinde döşedi:“Korkma!..”

Eserini 17 Şubat 1921’de tamamlayıp Maarif Vekâleti’ne gönderdi. Akif’in şiiri Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart 1921 tarihli oturumunda söz alan Hamdullah Suphi tarafından okundu ve her kıtası milletvekilleri tarafından coşkulu bir şekilde alkışlandı. 

Ve 12 Mart 1921… Büyük Millet Meclisi, o gün Mehmed Akif’in şiirinin “Milli Marş” güftesi olmasını kararlaştırıp kanunlaştırdı. Âkif’in şiiri kanunlaşıp resmiyet kazandıktan sonra, Hamdullah Suphi tarafından Büyük Millet Meclisikürsüsünden okundu ve bütün mebuslarca ayakta alkışlandı. 

Yıllar sonra Mehmed Akif’İstiklâl Marşı’nın eskidiğini, yeni bir tane daha yazmak gerektiğini söylediklerinde hastaydı. Yatağında hışımla doğruldu ve şöyle kükredi: “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!”

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Osmanlı Kadını Mı Özgürdür, Cumhuriyet Kadını Mı?

Cumhuriyetimiz neredeyse yüz yaşına giriyor…

Osmanlı’dan cumhuriyete “miras” kalan bu topraklarda, yüz yıldan beri Osmanlı kötüleniyor, aşağılanıyor, suçlanıyor…

Hâlâ da mı, diyeceksiniz, maalesef evet: Biraz yumuşatılmakla birlikte (meselâ Sultan II. Abdülhamid Han’a artık “Kızıl Sultan” denmiyor), ders kitapları hâlâ da aynı yalanları çocuklarımızın şuuruna ekiyor, kendi ceddine düşman ediyor!

Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi, “İngiliz mantığıyla yazılan” ders kitapları okutuluyor ve özellikle tarih kitaplarında şöyle bir iddia tekrarlanıyor: “Osmanlı toplumunda kadın değersizdi, hiçbir hakkı-hukuku yoktu, erkek ‘boş ol’ dediğinde kapının önüne konurdu. Kadın, cumhuriyetle birlikte değer kazandı. Seçme-seçilme hakkını aldı. Boşanmalar medeni hukukun getirdiği kadın lehine bir sisteme bağlandı. Artık kadın mağdur değil.”

Hemen söyleyeyim ki, bu tür iddiaların gerçekle hiçbir ilgisi yok. Tümü yakıştırma, tümü Osmanlı’yı kötüleme yarışının parçası…

Osmanlı’da ne anlatıldığı gibi bir “harem kadını” mevcut, ne de hak ve hukuktan mahrum bir Anadolu kadını…

Kadının söz hakkı da, seyahat hakkı da, boşanma hakkı da var. Mahkeme kayıtlarına bakılırsa, sözlerimizin sayısız ispatı bulunacaktır. Bazıları da zaten yayınlanmıştır. Ama ders kitapları bir dönemin etkisinden çıkamamıştır.

Osmanlı asırlarında kadın ve erkek, hayatın kendilerine biçtiği role uygun şekilde yaşar, uzlaşmış olarak hayat yoluna çıkarlardı. Şimdi zıtlaşarak kavgaya tutuşuyorlar. Bu defa erkek, fiziki gücüyle kadına egemen olmaya çalışıyor…

Kadına “seçme-seçilme hakkı” vererek bunun önünü alamazsınız.

Cumhuriyetle birlikte kadına “seçme ve seçilme hakkı” verildiği elbette doğrudur (1934). Ama bu hak kâğıt üstünde kalmıştır. 

Çünkü seçilmenin ön şartı olarak “baş açma” mecburiyeti dayatılmıştır. Bu ise Anadolu kadınının inancı ve temsil ettiği kültürü Meclis’e taşıyamama anlamına gelmektedir (yani kadın tercih ettiği kıyafette Meclis’e girdiği gün bu hak fiiliyata geçmiş oluyor. Bunun da birkaç yıllık bir geçmişi var. Onun öncesi de 28 Şubat: Kadının “ikna odaları”nda tüketildiği o iğrenç süreç)…

Öte yandan; Türkiye’de 1946’ya kadar, ne kadının “seçme hakkı” vardır, ne de erkeğin: Zira “tek parti rejimi” söz konusudur.Bu durumda “seçme hakkı”ndan söz etmek imkânsızdır. Seçebilmek için en az iki partinin bulunması gerekir. Kurulan rakip partiler kısa süre içinde kapatıldığına göre, hangi seçim?

“Kadına saygı” bahsine gelirsek: Osmanlı sistemi bunu sağlamak için öncelikle erkeği eğitir, kadına neden saygı gösterilmesi gerektiğini öğretirdi. 

Bu eğitimin temelini de Peygamber Efendimiz’in  “Veda Hutbesi”nde öngörülen “dini çevreve” teşkil ederdi: “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır.” 

Cumhuriyet ise “Batı tarzı eğitim”le kadını erkeksileştirip erkeğe rakip yaptı. Uygun olmayan iş yerlerinde kadın çalışmaya zorlandı. “Ev kadınlığı”küçümsendi. Sonuç olarak “taciz” olayları arttı, doğurganlık azaldı, boşanmalar çoğaldı, aile yapısı çözüldü, “kadın cinayetleri” ile “kadına şiddet” olayları toplumu derinden sarsacak boyutlara ulaştı. Bu da en büyük zararı kadına veriyor. 

Soru şu: “Kafes arkası”na kapatıldığı iddia edilen “Osmanlı kadını” mı daha özgürdür, yoksa cumhuriyetin açıp-saçtığı “Cumhuriyet kadını” mı? 

İddiaya göre, “Cumhuriyet kadını Osmanlı kadınından daha özgürdür.” 

“Osmanlı kadını” üzerine çalışmalarıyla tanınan meşhur İngiliz yazar Miss Julia Pardoe (1806-1862) aynı kanaatte değil. Şöyle diyor:

“Özgürlük mutluluksa, Türk kadınları en mutlu kadınlardır, çünkü tüm imparatorluktaki en özgür insanlar onlardır.” 

Aslına bakarsanız, Osmanlı’nın kendine has “kadın tipi” var, ama cumhuriyetin kendine özgü bir “kadın tipi” yoktur. “Cumhuriyet kadını” olarak takdim edilen kadın tipi “Batılı kadın”ın kopyasından ibarettir: Aynı kıyafet, aynı eda, aynı hayat tarzı… Batı’dan gelen fikri (feminizm gibi) ve bedenî (vücut ölçülerine, hatta makyaja kadar) akımları aynen benimseyen sınırsız bir taklitçilik…

“Osmanlı kadını” ise tamamen kendine özgü, tamamıyla Avrupalı kadından farklı, tümüyle orijinaldir. Bu bakımdan kıyas kabul etmez.

Osmanlı coğrafyasında uzun süre yaşamış Lady Montague, Julia Pardoe ve Lucy Garnett gibi Batılı kadın yazarlar, bunu açıkça ifade etmişlerdir. Bunlar ve “Osmanlı ailesi” üzerine çalışan diğer Batılı yazarlar, Osmanlı kadınının“Oryantalist kaynaklarda gösterildiği gibi pasif, zayıf, Harem’de tutsak, sadece bir zevk aracı” olmadığını, aksine “aktif, güçlü ve toplumda çok önemli yere sahip” olduğunu söylemektedirler.

Bunlardan Lady Montagu“Türk kadınları dünyanın en hür kadınlarıdır”(Montagu, 1939) diyor. 

Gerçek şu ki, 1882’ye kadar, evli bir İngiliz kadının mal sahibi olma, dava açma, boşanma, çocuklarını yanına alma ve miras hakkı yoktu. Boşanma halinde mallar ve çocuklar kocaya kalıyordu. Hâlbuki Osmanlı kadınının evlilikte kontrat yapma, istediği şartları koyma, dava açma, boşanma ve miras hakkına sahipti. Boşanma halinde küçük çocuklar anneye verilirdi. Kadının rızası olmadan erkek mal üzerinde tasarrufta bulunamaz, ürün bile satamazdı.

Meşhur Batılı seyyahlardan D’ohsson, Osmanlı kadını hakkında şu ifadelere yer veriyor: “Tavırları soylu ve zarif, davranışları hoş, konuşması açık, saf ve incelikli… Konuşmalarındaki sadelik, ifadelerindeki açıklık, düşüncelerindeki incelik, ses tonlarındaki zarafet ve davranışlarındaki seçkinlik beni her zaman için çok etkiledi.”

Meşhur tarihçimiz Âşıkpaşazâde, Osmanlı’yı inşa eden grupların arasında “Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Kadınları) dediği bir kadın örgütünden bahsediyor.

Bacılar Teşkilâtı’nın faaliyetlerine dair başka bir bilgiyi “Menâkıb-ı Evhadü’d-din-i Kirmânî”de buluyoruz. 

Orhan Gazi zamanında Anadolu’nun birçok yöresinde Türkmenler arasında bulunup gözlem yapmış, özellikle de Türkmen hanımların çeşitli alanlardaki faaliyetlerine şahit olmuş olan meşhur mağribli gezgin İbn Battuta, kadın örgütlenmelerinden söz ediyor.

Ayrıca Niğdeli Kadı Ahmed 1340 yılında tamamladığı “el-Veledü’ş-Şefik” adlı eserinde Niğde dolaylarında Taptuklu Türkmendervişlerin hanımlarının faaliyetlerini kaydediyor.

Mevlevî yazar Ahmed Eflâkî de, keza, eserinin bir yerinde Konya’daki bir “Kadınlar Cemaati”ni anlatıyor.

“Osmanlı kadını akşama kadar kafes arkasında oturup kocasını bekler”miş, öyle mi?..

Öyle ise bu “kadın örgütleri” nereden çıktı? Çanakkale Savaşı’nın ve Milli Mücadele’nin “kahraman kadınları” Batı’dan mı ithal edildi?..

Nene Hatun, Zeynep Mido Çavuş, Nezahat Onbaşı,Mücahide Hatice Hanım, Safiye Hüseyin, Binbaşı Ayşe, Erzurumlu Kara Fatma, Hafız Selman İzbeli, Şehit Şerife Bacı, Halime Çavuş nerede yetişti? 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com