Cenab-ı Allah, (cc) örtü ile ilgili Peygamberimize (asm) : “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar.”1 Bediüzzaman Said Nursî hazretleri örtüyü emreden bu ayetten iktibas ederek “1910’lu yıllarda, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de iken “Tesettür Risalesi” kaleme almış. En son şekli ise 1934’te Isparta’da Türkçe olarak telif edilmiştir. Tesettür Risalesi, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen inkılâplara ters düşmesi gerekçesiyle o dönemde eser gizlenmiştir.”2.
Tesettür Risalesinin mahiyeti kadının yaratılışına uygun, fıtri ve İlahi bir emir olduğundan bahseder. Tesettür kadını güzelleştiren bir ziynet ve koruyan bir kalkan gibidir. Açık-saçıklık ise ahlakı zedeleyen çirkin bir davranıştır. Bunun için Bediüzzaman hazretleri tesettür üzerinde ehemmiyetle durmuş, ayettin muvâcehesinde Tesettür Risalesi yazmış, kadınları tesettüre dâvet etmiştir.
Malûm olduğu üzere günümüzde kadınlar, “cinsel meta” olarak kullanılıyor. Televizyon programlarında, sinema, tiyatro, toplu taşıma araçlarında, cadde ve sokaklarda, hele hele düğün salonlarında hayâ perdesi yırtılmış bazı nisa taifesi vücutlarını açıktan teşhir ediyorlar. Birkaç yıl önceye kadar örf, adet ve geleneklerimize bağlı adeta asr-ı saadet zamanında şer’i usul üzerinden kadın erkek ayrı ayrı def eşliğinde oynar, düğünlere akraba, dost ve yakınlar davet edilirdi. Ecdadımız tarih boyunca İslâmi geleneklere bağlı kalmış, ancak son zamanlarda yaygın hale getirilen salon geleneği ile örf ve adetler kaldırılmış; çalgılar eşliğinde kadın- erkek birlikte dans denilen ithal oyunlarla oynamaya başlanmış.
Bediüzzaman Hazretleri geçmiş ve gelecek arasında bir bağ kurarak bulunduğu dönemi bir darb-ı mesel olarak şöyle ikaz etmiştir: ”Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız.”3, Burada ki “kısır “ ahlak ve inanç hakkında mazi ile hazır zaman arasında bağ kurulamamasından yakınmıştır.
Hülâsa: Açık saçık bayanların tutum ve davranışları İlahi emre uygun olmadığı için Bediüzzaman Tesettür Risalesini, örtü ayetinden iktisap ederek kadınların örtünmesi fıtri ve ilâhi bir emir dediği cihetle, cumhuriyet kanunlarına muhalefetten mahkûm edilmiş, “yüz yirmi talebesiyle 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Suç teşkil edecek hiçbir delile rastlanmaz. Bu yüzden kanaat-i vicdaniye ile keyfî bir şekilde Bediüzzaman’a 11 ay; on beş arkadaşına da 6’şar ay ceza verilir, diğerleri serbest bırakılır.”4, “Zaman en iyi müfessirdir; kaydını izhar etse itiraz olunmaz.”5,Bu veciz ifade Bediüzzaman ve talebeleri ne kadar haklı oldukları zaman ispat etti.
Cenab-ı Allah (cc) kâinatta her şeyi çift yaratmıştır. “Düşünüp ibret alırsınız diye her şeyden çiftler yarattık.” 1, müfessirler, her şeyden çift yaratma, “Gece-gündüz, erkek-dişi, yer- gök, insan- cin, iman- küfür, ay- güneş” gibi örnekleri vermişler. Cenab-ı Allah, zerreden- güneşe kadar ne varsa canlı cansız varlıkları ayrı ayrı maksat ve hikmetlere binaen yaratmıştır.
Mesleğim tarım olma hesabıyla meyve ağaçları üzerinden bir örnek vermek istedim, şöyle ki: Kış mevsiminden ilkbahar mevsimine geçiş yaptığımız bugünlerde ağaçlar kışın adeta ölü iken; baharın gelişiyle küçük bir haşirin numunesini tezâhür ederek yemyeşil yapraklar arasında rengârenk çiçek açmışlar. Bunlardan dişi çiçekler döllenmeye hazır, adeta birer prenses gibi maşukun yolunu bekler gibi erkek tohumu (polen) gözetlerler. Dişi- erkek tohumları birleştikten sonra döllenme hadisesi gerçekleşir. Canlılar arasında bu fizyolojik olayı neslin devamı İlâhi bir kuvvetle sağlanmış oluyor.
Nasıl, hayvan, bitki ve nebatat âleminde neslin devamı döllenme ile sağlanıyorsa, kâinatın asıl sebep-i hilkati olan insan neslinin devamı da, kadın ve erkek hayatının birleşmesi ile devam eder.
Bediüzzaman hazretleri: “İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatı…”2,olarak vurgulamıştır. Bundan da anlıyoruz ki, kadın-erkek arasında evlilik müessesi güzel geçinmekle, karşılıklı muhabbetle ve iki tarafın birbirlerini, kötülüklerden muhafaza ederek iki ayrı ruh, bir beden olarak aile çatısını sağlam bir zemin üzerinde tesis etmektir. Nitekim Cenab-ı Allah (cc) Kur’ân’ı Kerim’de : “…Onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü hükmündesiniz..”3, kadın ve erkeğin nazarına dikkat çekmiştir.
Evlilikte ki, bir diğer maksat ise neslin devamıdır. Peygamber efendimiz (asm) “Evleniniz, çoğalınız, çünkü ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.” 4, buyurmuş.
Burada beyan edilen “kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” çokluğun Allah ve Resûlü’nü hoşnut edecek bir nesil yetiştirmektir. Buna en güzel örnek, Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin ebeveynlerinin göstermiş oldukları hassasiyet, numune-i imtisaldir.
Şöyle ki, anne Nuriye hanım, abdestsiz çocuğuna süt emzirmemesi, Sofi Mirza efendi de haramdan korunmak için bahar ayında başkasının ekinlerine zarar vermemek için öküzlerin ağızlarını bağlaması dikkat çekici bir davranış olarak karşımıza çıkıyor. Bu hassasiyet üzerinde yetişen bir nesil, elbette ”Said” bir nesil olur.
Demek ki, çocuk terbiyesi daha anne karnından itibaren başlar, çocuk dünyaya geldikten sonra her türlü bakımı, şer’an anneye ait olmasa da şefkat cihetiyle bir nev’i anne de çocuğun iyi yetişmesinde baba ile birlikte rol alması lazımdır. Kaderin cilvesi anne çocuğun beslemesi, yedirip içirmesi, giydirmesi, okutması hatta hayatı boyunca çocuk üzerinde ki hassasiyeti babadan daha ileri safhadadır.
Hülâsa-i kelâm: İlim ve irfan dairesinde yetiştiren neslin çoğalmasıyla Efendimiz, (asm) iftihar etmiştir. Aksi takdirde “Said” olmayan bir neslin çoğalması da, izdivacın da sevindirici hiçbir tarafı yoktur.
Cenab-ı Allah’ın “her şeyden çiftler yarattık” burada asıl maksat yaratılanların yaratanı tanıyıp O’na kulluk görevini yerine getirmektir. “Emr’-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker” yani iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma emrine tabi olmak, insanlar birbirleriyle diyalog kurma, yardımlaşma, dayanışma prensipleri içinde sevgiyi ve uhuvveti tesis etmektir. Konuyu şu veciz Hadis-i Şerifle kapatalım: ”İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız”5, vesselâm
THOMAS CARLYLE: Bu yazı Thomas Carlyle “D. 1795 – Ö. 1881” tarafından Mayıs 1840 tarihinde verilmiş olan altı konferanstan meydana gelmiş eserinden alınmıştır. Thomas Carlyle, eserlerinde, genellikle dünya insanlığına yön vermiş, kitleleri peşinden sürüklemiş, insanlığın ve dünyanın gelişmesinde önemli işler üstlenen karizmatik liderlerin, oynadıkları büyük roller üzerinde durarak, bu tür konulara temas eder. “Kahramanlar” Thomas Carlyle’ın en önemli eseridir. Carlyle bu kitabında, Napolyon, Cromwell, Jean Jacques Rousseau, Johnson, Burns, Dante, Shakespeare, Hz. Muhammed, Noks, Luther, Odin hakkında bilgiler verip, onların toplumlar üzerinde meydana getirdikleri etkileri açıklamaktadır.
“Biz Hz. Muhammed’i peygamberlerin en önde geleni olduğu için değil, kendisinden en serbestçe söz edebileceğimiz peygamber olduğu için seçtik. O hiçbir surette peygamberlerin en hakikisi değildir, ama bence hakiki bir peygamberdir. Ayrıca, aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir tehlike bulunmadığından onun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. Onun sırrına varmanın yolu budur: Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım. Böylece dünyanın ondan ne anladığı ve ne anlamakta olduğu daha kolay cevaplandırılabilir bir soru halini alacaktır.”
…
“Bu adamın (Hz. Muhammed’in) söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon insana hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da, tıpkı bizim gibi, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın yaratıkları, başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten Tanrı’nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam. Eğer düzenbazlık böylesine gelişmiş ve kabul görmüş olsaydı bu dünya hakkında ne düşüneceğimizi hiç bilemezdik.”
“Bu gibi düşünceler çok acınacak şeylerdir. Eğer Tanrı’nın gerçek eseri hakkında biraz bilgi edineceksek bu düşünce tarzlarını tamamen reddetmeliyiz. Onlar bir şüphecilik çağının ürünleridirler, çok talihsiz bir manevi kötürümlüğe ve insan ruhunun ölümüne delalet ederler. Bu dünyada şimdiye kadar böylesine tanrısız bir düşünce tarzının ortaya atılmış olduğunu sanmıyorum. Bir düzenbaz nasıl böyle bir düşünce tarzını kurabilir? Bir düzenbazın tuğladan bir ev kurması bile mümkün değildir! Eğer harcın, pişmiş tuğlanın ve kullandığı diğer malzemenin özelliklerini doğru bir şekilde bilmez ve inceleyemezsek yaptığı şey bir ev değil, ancak bir moloz yığını olacaktır. Böyle bir yapı yüz seksen milyon kişiyi barındırmak üzere on iki asır ayakta duramaz, hemen yıkılır. Bir insanın kendini tabiat yasalarına uydurması, tabiat ve eşya ile gerçekten bütünleşmesi gerekir. Aksi halde tabiat ona, “Hayır, asla!” diye karşılık verecektir.”
“ ‘Yüce Tanrı’nın ilhamı ona zekâ bahsetmiştir.’ Öyleyse her şeyden önce onu dinlemeliyiz.”
“Dolayısıyla, biz Hz. Muhammed’i asla bir batıl, bir göstermelik, zavallı ve haris bir entrikacı olarak görmek istemiyoruz. Onu bu şekilde düşünmemiz imkânsızdır. Getirdiği mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri, ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Kainatın o geniş göğsünden fışkırmış ateşten bir hayat külçesi! Dünyanın yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. Hz. Muhammed’e yüklenen kusurlar, noksanlar, samimiyetsizlikler gerçekten ispatlanabilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıkamazlardı.”
“Hz. Muhammed’in zengin bir dul olan Hz. Hatice’nin hizmetine nasıl girdiği ve bu hizmet nedeniyle tekrar Suriye çarşılarına seyahat edişi, görevini nasıl bir bağlılık ve ustalıkla yaptığı, Hz. Hatice’nin ona olan minnettarlık ve saygısının nasıl arttığını ve nihayet evlenmelerinin hikâyesini Arap yazarları açık ve güzel bir üslûpla anlatırlar. Bu sırada Hz. Muhammed yirmi beş yaşındaydı. Hatice ise kırk. Buna rağmen hâlâ güzel bir kadındı. Hz. Muhammed bu nikâhlı velinimetiyle sevgi ve sükûnet dolu bir evlilik hayatı yaşamış ve sadece onu sevmiştir. Gençlik çağlarını böylesine özel, böylesine sakin ve alçak gönüllü bir şekilde geçirmiş oluşu, onun bir sahtekâr olduğu teorisini büyük ölçüde baltalar. Kırk yaşına gelinceye kadar ilâhî bir görev aldığından hiç söz etmemiştir.
Kendisine yüklenilen-gerçek veya gerçek dışı- bütün düşkünlükler, Hz. Muhammed elli yaşına geldikten ve Hatice öldükten sonra başlar. Buna göre, o zamana kadar Hz. Muhammed’in bütün “ihtiras”ı dürüst bir hayat geçirmekten ibaretmiş. İyi bir şöhret ve onu tanıyanların kendisi hakkındaki iyi düşünceleri o tarihe kadar ona yetiyormuş. Yani, “dünya nimetlerinden yararlanmak” için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini ve dünyanın kendisine bir iç huzurundan başka verecek bir şeyi kalmamasını beklemiş ve sonra da artık tadını çıkaramayacağı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkâr edercesine sefil bir şarlatan olmuş!.. Ben kendi hesabıma böyle bir şeye kesinlikle inanamam.”
“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınamayan ender insanlardandı. O samimi olmak üzere yaratılmıştı. Diğer insanlar birtakım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, o ise kendini hazır reçetelere, birtakım kalıplara uyduramazdı. O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir insandı. Daha önce de söylediğim gibi, o büyük varoluş bilinmezi bütün dehşet ve gösterisiyle parıldıyordu. Hiçbir söylenti bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: “İşte ben buradayım!” Böylesi bir samimilik -biz buna samimilik adını veriyoruz- gerçekten ilâhî bir şeye sahipti.”
“Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya yaratılışın özvarlığının sesiydi, insanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Başka hiçbir şeyi dinlemedikleri gibi… Çünkü bundan başka her şey, bununla kıyaslandığında boş lâftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kutsal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce yaşamıştır: “Ben neyim? İnsanların evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir?” Hıra Dağı’nın, Sina Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi ıssız çöller bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak Tanrı ilhamıyla dolu olan insanın kendi ruhu cevap verebilirdi.”
“Bu devirde Hz. Muhammed’i art niyetle, şuurlu bir samimiyetsizlikle ve sırf düzenbazlıkla suçlayan bir tenkitçiyi anlamak katiyen mümkün değildir. Onu tam ve şuurlu bir düzenbazlık ortamı içinde yaşamak ve Kur’an’ı bir sahtekârın ve düzenbazın yapabileceği bir şekilde yazmakla suçlamak benim aklımın almayacağı bir davranıştır.”
“Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta herhangi bir hazzın tatminini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak görürsek büyük bir hataya düşmüş oluruz. Son derece sade bir ev hayatı vardı Hz. Muhammed’in! Bütün yiyip içtiği arpa ekmeğinden ve sudan ibaretti. Bazen aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazdı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir.
Hz. Muhammed hep çalışıp çabalayan yoksul bir adamdı, aşağılık insanların amaçları onu hiç ilgilendirmezdi. Bence o hiç de fena bir adam değildi! Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şeyler vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onunla omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar ona böylesine saygı gösterirler miydi! Bunlar sık sık birbirleriyle çatışan, yırtıcı bir coşkunlukla birbirlerine düşen vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönetemezdi. Ona peygamber mi diyorlardı?
Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bulunan bu adama peygamber diyorlardı. Kendisine ne isim verilirse verilsin, onun nasıl bir adam olduğunu elbette ki görmüşlerdi. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış bir hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir. Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir kahraman başarıyla çıkabilir.”
“Çünkü o son bir iki yüzyıl içinde insan soyunun beşte birinin dini ve yol göstericisi olmuştur. Hepsinden önemlisi, İslâm, yürekten bağlanılan bir din olmuştur. Müslümanlar dinlerine gerçekten bağlıdırlar ve ona göre yaşamaya çalışırlar. İlk çağlardan beri hiçbir Hristiyan -belki modern çağlardaki İngiliz Püritenleri hariç- Müslümanlar kadar kuvvetli bir inanca sahip olmamışlardır. Müslümanlar dinlerine yürekten bağlanmışlar ve onunla zamana ve sonsuzluğa meydan okumuşlardır. Bu gece Kahire sokaklarında bekçi, “Kimdir o?” diye bağırdığında, yolcunun ağzından gerekli yanıtla birlikte şu sözler de çıkacaktır: “Allah’tan başka Tanrı yoktur.” “Allah-u Ekber” ve “İslam” kelimeleri bu milyonlarca Müslümanın ruhunda ve günlük hayatında derin yankılar uyandırmaktadır. Gayretli din görevlileri İslam’ı Malezyalılar, zenci Papualılar, vahşi putperestler arasında yayıyorlar. İyi, kötüyü yeniyor, onun yerini alıyor.”
“İslam, Arap kavmi için karanlıktan aydınlığa doğuştur. Arabistan onun sayesinde ilk defa canlılık kazanmıştır. Dünya yaratıldığından beri çöllerde başıboş dolaşan, kimsenin tanımadığı, çobanlıkla uğraşan zavallı bir kavim, inanılır bir sözle birlikte gökten gönderilen bir peygamber – kahramana kavuşuyor. Kimsenin tanımadığı kavim, bütün dünyaya ün salıyor, dünya çapında büyüyor ve Arabistan bir yandan Granada’ya, öte yandan Delhi’ye kadar uzanıyor. Çevresine cesaret, ihtişam ve deha ışıkları saçarak yüzyıllar boyu dünyanın büyük bir kesimi üzerinde bir güneş gibi parıldıyor. Çünkü inanç, büyük, hayat veren bir şeydir.
Bir kavim, inanç sahibi olursa verimli, yüceltici bir tarihe kavuşur. Bu Araplar, bu Hz. Muhammed denen insan ve o bir tek asır; değersiz, kara bir kum yığınından ibaret görünen bir ülkeye düşen bir kıvılcımdan, bir tek kıvılcımdan başka ne olabilir bu? Ama hayır! Bu kum yığınının gerçekte bir barut yığını olduğu anlaşılmıştır. Delhi’den ta Granada’ya kadar gökleri tutuşturan bir patlayıcı madde yığını!”
“Daha önce de söylemiştim: Büyük Adam, daima gökten inen bir şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şeyler gibi bekler ve o gelince de hep birden tutuşmuşlardır.” [1]
Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur’da şu şekilde ele almıştır.
“Kur’an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur
Carlyle (Karlayl) şöyle diyor: Kur’anı bir kerre dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre, Kur’an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.” Carlyle [2]
“Carlyle “Kur’anın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatındadır” [3]
“Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen- Kur’anın hakaikına dikkat ettikten sonra, “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: “Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.” Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-i Kur’aniye, tulû’ ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zâten bu onun hakkı idi. Çünki Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı.” İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.
{(Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.} [4]
Bu açıklamalar Risale-i Nur Külliyatı’ndan NUR ÇEŞMESİ isimli eserde neşredilmiştir.
Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlayl, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: “O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi? Kendisi kendine “Evet” ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz, ilââhirihî..” [5]
[1] Kahramanlar, Thomas Carlyle, Beyaz Balina, 2000
Bu söz, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin en yakın talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeye söylediği, derin manevi anlamlar ihtiva eden önemli bir vasiyet niteliğindedir.
Şimdi bu ifadeyi adım adım şerh edelim:
1. “Üstad’ımız elini önce kendi kalbine koydu”
Bediüzzaman burada elini kalbine koyarak hem duygusal hem de manevi bir mana vermektedir. Kalp, insanın manevi merkezidir; iman, sevgi ve Allah’a yakınlık buradan kaynaklanır.
“Kalbden maksad;sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir.
Ancak bir latîfe-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.”[2]
“Kalb, bedenin aktarına, neşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni’dir ki, istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder.”[3]
Üstad Bediüzzaman hazretleri bu hareketle, kalbinin taşıdığı iman ve Risale-i Nur hizmetinin ve ifade ettiği manalara işaret etmektedir. Bu aynı zamanda kendi kalbinin manevî bir emanet taşıdığını işaret eder. Kalbin insan maddi ve manevi hayatında ifade etmiş olduğu manalara bakar nazar eder.
2. “Sonra benim kalbime koyarak”
Üstad Bediüzzaman hazretleri, elini Sungur ağabeyin kalbine koyarak, yukarda ifade ettiğim bu manevi mirası ona devrettiğini sembolik bir hareketle göstermiştir.
Bu, sadece bir el teması değil; bir “emanetin” devridir. Bu emanet, Risale-i Nur hizmetinin devam ettirilmesidir.
Kalpten kalbe yapılan bu temas, bir nevi “iman ve hizmet bayrağının” devredilmesi anlamına gelir.
3. “Sungur, vefatımdan sonra hayatınla hayatım devam edecek.”
Bu cümle, birkaç farklı yönüyle değerlendirilebilir:
a. Hizmetin Devamlılığı
Üstadın buradaki kastı, Risale-i Nur hizmetinin ve davasının Sungur ağabey üzerinden devam edeceğidir. Bir nevi mihmandarlık vazifesinin, hizmetin sevk u idaresinin vefatından sonra, onun hayatını temsil edecek kişi ve hizmetlerin başında Mustafa Sungur gelir. Yani, Bediüzzaman’ın fikirleri ve hizmet anlayışı Sungur ağabeyin şahsında yaşamaya devam edecektir.
Bu mesele “sarıklı Genç” hatırasında olduğu gibi bir heyete de teşmil edilebilir tabiki. Mesela o anda Zübeyir, Ceylan, Bayram, Said, Mustafa, Atıf, Abdullah.. ağabeyler de olsaydı onlara da aynı tarzın yapılacağına kâniyim, eminim.
b. Manevî Bağ
Bu cümle, bir “manevî vekâlet” anlamı da taşır. Bediüzzaman, Sungur ağabeyin hem ahlakında hem de hizmet anlayışında kendi izlerini göreceğini ifade etmektedir. Bu, bir “kalp kalbe bağlılık” mesajıdır ve Sungur ağabeyin, Üstad’ın fikirlerini ve ahlaki çizgisini sürdüreceğini ifade eder. Hakikaten Sungur ağabey vefaat edene kadar üstadın bıraktığı bu mihmandarlık ve imamlık vazifesi manasını misyon ve vizyonunu ikame ettiğini hissettim.
c. Hayatın Anlamı
Bediüzzaman, “hayatınla hayatım devam edecek” derken, sadece biyolojik bir yaşamı veya uçuk akla hayale gelmeyen reanimasyonu kastetmemiştir. Burada “hayat“, Risale-i Nur hizmetinin yayılması, intişarı, iman hakikatlerinin anlatılması ve ümmetin manevi ihyasına vesile olunması, hizmetin tarzının devamı gibi manalardır. Sungur ağabeyin bu hizmetteki varlığı, Üstad’ın manevi hayatının bir yansıması, aksi, nazarı seklinde düşünülebilir.
4. Şahs-ı Manevî’ye İşaret
Bu söz, sadece Sungur ağabeyi değil, aynı zamanda Nur Talebelerinin şahs-ı manevisine de bir işarettir. Bediüzzaman, şahs-ı maneviye verdiği önemi sıkça dile getirmiştir külliyatta. Sungur ağabeyin şahsında, Risale-i Nur’a hizmet eden tüm talebelerine “bu hizmet devam edecek” mesajı vermiştir.
5. Manevî Miras ve Vekillik
Sungur ağabeye büyük bir sorumluluk yüklemiştir burada üstad Bediüzzaman hazretleri. Bu, maddi bir vekillikten ziyade, manevi bir liderlik ve hizmeti sahiplenme anlamı taşır. Sungur ağabey, Risale-i Nur’un gelecek nesillere aktarılmasında önemli bir rol üstlenmiştir. O da emaneti bihakkın ifâ etmiştir. Yaşamış olduğu ömrünün ahirinde yapılan itibar suikastıysa aslında hizmete yapılan bir suikasttı her ne kadar Sungur ağabey ön planda görünse de.
Netice itibariyle, göz önünde canlanan bu tablo görünüm itibariyle bir söz, bir vasiyet ve emanet olmasının yanında, Nurun talebelerine bakan büyük bir çağrıdır.
Risale-i Nur hizmeti, bir şahsa bağlı değil; bu hizmet, iman ve Kur’an davasının kıyamete kadar sürecek olan bir hareketidir.
Sungur ağabey, bu sözle bir temsilci, mihmandar olmuş, ancak bu hizmeti sürdürecek olan şahs-ı manevi, yani Risale-i Nur cemaatidir. Sungur ağabey ve emsali olan diğer ağabeylerimiz (Rh) ise birer alem gibi birer rolmodellik misyonunu üstlenen Bediüzzaman’ın vezirleri, komutanları gibidir.
Bu vesileyle ahirete irtihal eden aziz ağabeylerimizi rahmet, minnet ve şükranla yâd edip onların ifade etmiş oldukları manalara, hizmete, hizmetin tarz ve usulünün devamına dikkatleri çekmek istiyorum.
Bu kahramanlar kafilesinin aziz ruhlarına el Fatiha.
Buraya alakadar olan bir başka yazımın linkini bırakıyorum.
Gençlere Risale-i Nur’u Daha Etkili Bir Şekilde Anlatmak İçin
Anlam Dilini Kullanın: Risale-i Nur’daki derin felsefi ve dini kavramları, gençlerin anlayabileceği basit ve sade bir dille açıklamak.
Örneklerle Destekleyin: Günlük hayattan ve gündelik dünyadan örneklerle Risale-i Nur’daki kavramları somutlaştırın. Gençler, pratik ve gerçek hayatla bağlantılı örneklerle daha iyi anlarlar.
Etkileşimli Öğrenme: Dersleri sadece anlatmak yerine, gençlerin aktif katılımını teşvik eden müzakere, grup çalışmaları ve proje tabanlı öğrenme teknikleri kullanın.
Görsel ve İşitsel Materyaller: Risale-i Nur’daki konuları destekleyen videolar, grafikler ve sesli kitaplar gibi görsel ve işitsel materyaller kullanarak ilgilerini canlı tutun.
Sosyal Medya ve Teknoloji: Gençlerin yoğun olarak kullandığı sosyal medya platformları ve mobil uygulamalar aracılığıyla Risale-i Nur dersleri ve içerikleri paylaşın.
Kısa ve Öz Sunumlar: Uzun dersler yerine kısa, öz ve vurucu içeriklerle gençlerin dikkatini çekin. Her dersin sonunu, daha fazla bilgi edinmeye teşvik edecek şekilde bitirin.
Rahat Ortamlar: Samimi ve rahat bir ortamda sohbetler şeklinde dersler düzenleyin. Bu, gençlerin daha rahat hissetmesini sağlar ve katılımlarını artırır.
Soru-Cevap Oturumları: Gençlerin merak ettikleri konuları sorabilecekleri ve açık cevaplar alabilecekleri interaktif oturumlar düzenleyin.
Manevi Deneyimler: Risale-i Nur’un manevi mesajlarını, gençlerin deneyimleyerek öğrenebileceği etkinlikler düzenleyin. Bu, anlamlarını daha derinden kavramalarına yardımcı olur.
Örnek Şahsiyetler: Risale-i Nur’un öğretilerini hayata geçiren örnek şahsiyetler üzerinden dersler verin. Bu şahısların hayat hikâyeleri ve başarıları ve hatıraları gençlere ilham verebilir.
Risale–i Nur’un kutsiyetini anlamış kimselerle beraber verimli okuma programları düzenleyin.
Gençleri anlamak ve okumak konularında cesaretlendiren, teşvik eden Allah’ın rahmet ve inayetini hissettirecek bir üslup tercih edin.
Tavsiyelerinizi hayatınızla göstererek rol model olun. Dediğinizi yapın; ama her yaptığınız kemalat manasındaki şeyi söylemeyin ki eleştiriye kapı açmayın.
Gündelik hayattan uzak, uçuk kaçık misaller vermekten ve konuşmalardan uzak durun kaçının.
Risale-i Nur Külliyatı’nı müstakil bir eser değil asırlarca devam eden tefsir geleneğinin bir meyvesi olduğunu ve ayet hadis kaynaklı olduğunu izah edim.
Ders ortamlarında ve birebir ilişkilerde soğuk, sert veya çok lakayt konuşma ve davranışlardan uzak duralım.
Ders ortamlarında kendi reklamımızı yapmakta kaçınıp bakış açısını daima Risalelere yönlendirelim.
İnsanların akıllarında olan soruları cevaplayacak tarzda kaliteli zaman geçirelim.
Karşımızdaki insanla empati yapıp bir zamanlar bizlerin de o yollarda ve konumlarda olduğumuzu hatırlayalım.
Gençlerle daha samimi olup kişisel sorunları varsa onlara da dokunarak Risalelere yönlendirme yapalım.
Bu yöntemler, gençlerin Risale-i Nur’u daha kolay anlamalarına ve benimsemelerine yardımcı olabilir.