Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

Varlık ve hareket dediğimiz şey, Ânlık Var – Yok edilişlerdir

Kâinatın, yapı ve mekânı olarak; “uzay – zaman” ve bu iskelet ve resim tuvali üzerinde yaratılan “varlık”; “bölünemeyen”, ontolojik olarak, “bölünmesi mümkün olmayan”; tanım-ta’rif icabı “nokta” gibi, daha alt parçası olmayan “piksel”lerden oluşmuşsa; ki mantıken de, “uzay-zaman-varlık”ın, sonsuza kadar bölünmesi, bölünebilmesi mümkün değil; bu, muhâl ve mümteni’. O hâlde; “uzay – zaman çerçevesi” ve bu “mahâl / çerçeve / tuvâl / film – fotoğraf karesi” üzerinde yaratılan “varlık”; “sürekli ve kesintisiz” değil; yani “süreksiz ve kesintili.” Yani: “Ânlık fotoğraf kareleri” arasında, boşluk / yokluklar var.

Diğer ifadeyle: Varlık ve madde’yi; böle böle, bölünemeyen en küçük parçasına ulaşmamız gerekiyor. Aynı durum: Varlığın yaratıldığı ve bağlı olduğu; “Uzay – Zaman” örgü ve ağı, “ân – mekân” kafes ve boyutu için de geçerli. Yani: Üzerimizden geçen zaman ve süre ve yaşadığımız zemin ve mekânı; böle böle, bölünemeyen en küçük parça / mesafe / süre / mekân / ân / noktaya ulaşmamız gerekiyor. Yani: Madde ve varlık, uzay ve zamanın, dibi var ve olmalı.

Çünkü: Zaman ve mekân, süre ve mesafenin, sonsuza kadar bölünebilmesi mümkün değil. Aksi hâlde, yani bunun mümkün olduğunu kabul edersek; biz varlığın, “sonlu – sınırlı” zamanda, “sonsuz süre, zaman ve mesafeleri” katedip, adım atmasının; hattâ hareket etmesinin, muhâl ve mümteni olması gerekirdi. Ama nefs-ül emirde, realitede, vak’âda durum, bunun tam tersi. Demek ki: Bölünemeyen en küçük zaman süresi ve mekân uzunluğu var ve biz, bu bölünemeyen ân – mekânlarda; “var – yok” şeklinde; “bir ân var, diğer ân yok” ediliyoruz. Yani: Varlık ve vücud ve hareketimiz; bu ânlık var – yokedilişler ve tekrar tekrar yaratılışlarla mümkün ve vâki oluyor. (Zenon’un, fikri, hocası Parmenides’ten alıp, ürettiği paradoksun çözümü de, burada gizli.)

Eğer yeni bir keşif, gözlem veya teoriyle değişmezse; şu ânki Quantum Fiziğinde, “enerji”, kesintili / kesik / süreksiz enerji paketçikleri; yani “ayrık tanecikler” olarak kabul ediliyor. İşte “enerji” için kabul edilen ve hattâ, etkileriyle indirekt gözlenen bu durum; uzay ve zaman ve madde için de geçerli olabilir ve olması için de, zaten mantıken bir mâni ve aklî çelişki yok. Hattâ olması gereken, zorunlu bir sonuç bence bu. Çünkü: Cüzde olan birşey; toplamı olan küllde, hayli hayli oluyor demektir!

Eğer durum buysa; tanım olarak, “çizgi veya doğru”nun; boyutsuz ve bölünemeyen, en küçük “nokta”ların, ardarda bağlanmasından, meydana gelmesi gibi; “zaman” da; bölünemeyen, yani “süre geçmeyen”, en küçük “ân noktaları”nın; Şimdiki Zaman Perde / Ekranında, ardarda yaratılması / gelmesinden, zuhur etmekte. Aynı bunun gibi; “Uzay / Mekân” da; bölünemeyen, en küçük “nokta / pikseller”in birleşmesi ve ân ve ân var – yok edilmesiyle, vücuda gelmekte. Bunun diğer bir sonucu olarak: “Hareket” de; “Kâinat Ân Beyaz Perde / Ekranı”ndaki bir film şeridinin hızlıca oynatılmasında olduğu gibi; ânlık var – yok, geliş – gidişlerle zuhur etmekte.

İşte bu, daha küçüğü olmadığı ve değişik parça ve bileşenlerden oluşmadığı için; daha fazla parçalanma ve ufalanması; yani nicelenip, “Quantize olması” mümkün olmayan; bu “bölünemeyen ve üzerinden süre geçmeyen, bu en küçük uzay – zaman –madde – varlık nokta / piksel”leri; Quantum Fiziğinde anlatılan “Planck Birim / Uzay-Zamanı” olabilir. (Yani: Yaklaşık 10-35 metreden daha küçük uzay / boyut / mesafesi ve yaklaşık 10-43 saniyeden daha küçük zaman / boyut / süresi.)

Yoksa; “1 ân Geçmiş” zamana veya “1 ân Gelecek” zamana gidemediğimiz için; maddî ve fiziksel vücudumuzun, “1 ân”a sıkıştığı bedihî! Yani: Maddî – Biyolojik vücud / mevcudiyetimizin; (tıpkı bir resim ve fotoğraf karesi gibi) süre akmayan ve akması mümkün olmayan, “1 ânlık Şimdiki zaman”da olduğu; her ân yaşadığımız bir hâdise!

Eğer buraya kadar yaptığımız akıl yürütme ve çıkarımımız doğruysa; bu, bilim ve felsefede çok önemli ve nisbeten yeni kapı ve pencereler açabilir. Ve daha önemlisi: 1700’lerden beri çağımıza hâkim olan Bilim/sellik Epistemolojisinin (ve ontoloji, varlık anlayış ve nazariyesinin) bağlı ve bağımlı olduğu; Modern – Seküler – Lâik Paradigmanın, en başat inanç / aksiyom / önkabüllerinden olan; “Din ve Bilim” ile “Dünya ve Ahiret” arasında olduğuna inanılan, zihnî ve sun’î ayrımı da geçersiz kılar. Nedir bu yeni kapı ve pencereler?

Meselâ: Halâ birleştirilemeyen Quantum (Nicelik) Teorisi ve İzafiyet (Görecelilik / İzafiyet) Teorisinin birleştirilmesi; bu önvarsayım / aksiyom ve buna göre kurulacak, matematik ve varlık tasavvur / modeliyle, mümkün olabilir. Belki buradan; “kuvvet, enerji, ivme, hız, kütleçekimi ve zaman” gibi kavramlar ve bunlar arasındaki ilişki ve bağlantı; başka bir açıdan yeniden tanımlanıp; buradan yeni formül ve hipotez – teoriler üretilebilir. Hattâ ışığın; gözlem – ölçüm yapılıp yapılmamasına göre değişen, “dalga – parça” düalite / ikiliğine; (velev teorik bile olsa) bir çözüm yolu bulunabilir. Hattâ; “Herşeyin Teorisi”ne (Theory of Everything) benzer ama tüm “fizik – kimya – biyoloji – zihin ve madde – uzay – zaman”ı da birleştiren; daha büyük bir teori ve nazar (bakış açısı) ve varlık ve bilgi tasavvuruna, buradan ulaşılabilir belki…

Varlık ve hareket”i dediğimiz şey; “Plânck Ân-Mekânı”nda gerçekleşen; “ân’lık var-yoklar”la oluyorsa eğer. Bunun anlamı: Bilgisayar monitöründeki piksel noktalarının; biri sönüp, diğeri yanınca; görünüş ve algımızda, monitördeki “nokta” veya “çizgi” ve “resimlerin” hareket ediyormuş, “vehim ve algı, imaj ve görüntüsü” oluşması gibi; evrendeki, “varlık ve hareket” de, bu bilgisayar monitöründeki varlık ve hareketler gibi oluyor ve yaratılıyor demektir. Yani: Uzay – Zaman’ın yapı ve dokusu ve bu doku üzerinde yaratılan, “varlık ve hareket ve zaman”, böyle yaratılıyor ve / veya zuhur ve vücuda geliyor demektir.

Yani: Sinema Beyaz Perdesi veya bilgisayar ekranındaki gibi; Kâinat Ekranında da; biz fizikî varlıkların; bir ân var edilip ve sonra bu ân’ın yok edilip, yeni bir ân yaratılmasıyla; bu “ân’lık var – yok / gelme – gelme / 1 – 0 / Ol – Öl / Bekâ – Fenâ”ların; ardarda Kâinat Ekranında görünüp – kaybolmasıyla; “varlık ve uzay – zaman ve hareket ve kuvvet – enerji”nin varlık ve devamiyeti sağlanmakta. Yani: Kesikli – kesintili; yani süreksiz…

Evren” dediğimiz; “Şimdiki Zaman-Mekân” beyaz perde ve monitöründe; “gelecek zaman”dan gelip, “şimdiki zaman-ân-mekân”a uğrayan / olan ve oradan “geçmiş zaman / ân”a dökülen ve oradan tekrar “gelecek zaman”a bağlanan, “dairevî” bir akış ve döngü şeklinde; varlık ve hareket ve hâdiseler, vücuda geliyor / yaratılıyor.

Herhâlde ‘zaman’ın “doğrusal” (lineer) değil de, “dairesel / dairevî / döngüsel ve helezonik” olduğu konusunda, bir tartışma yoktur. Çünkü: Zaman’ın bu; başlangıç ve bitişleri tek noktada bağlayan, bu dairevî döngüselliği; mikrodan, makroya, tüm varlık ve varlığın hareketi ve geçirdiği hâl / tahavvül / tavırlara bakılıp; bizzat görünen ve müşahede edilen bir süreç.

Ana konumuz bu olmadığı için, birkaç örnek vererek geçelim: Zerreden – şemse; temel hareket olarak, herşeyin dönmesi…, Gece ve gündüz ve mevsimlerin dönmesi…, Kaos Matematiği ve Fraktal Geometrisi…, Kur’an-ı Kerîm’de anlatılan; tarihî ve / veya sembolik ve / veya arketip kıssa ve olay ve mu’cizelerin; (insan ve / veya toplum, madde ve / veya kâinat plânında,) zaman ve tarih içerisinde tekrar etmesi ve edecek olması…

Meselâ: Cennet gibi korunmalı anne rahminden; aşağıya, dünyaya inmemiz, düşmemiz, doğmamız… Meselâ: Yaratılan Hz. Âdem Âleyhisselâm’ın yaşadığı “Ta’lim-i Esmâ” hâdisesi gibi; doğan her Âdemoğlunun da, eşyanın isim ve anlam ve işaretlerini öğrenmesi; yani dil (anadilini) öğrenmesi. Veya: Her Âdemoğlunun, büluğa erip, (kendisinin ve / veya neslinin, sonsuza kadar yaşaması ve devam etmesi isteği gibi nedenlerle) Yasak Şecereyi arzulaması ve temas etmesi ve bu aşamadan sonra; herşeyin ayağına geldiği ve iyi – kötü farkını bilmediği, “Çocukluk Cenneti”nden çıkması; böylece doğumla yaşadığı ilk düşüşten sonra, ikinci bir aşağıya düşerek, dünyaya inmesi; büyümesi ve böylece sorumluluk alması, çalışması, yorulması (peşin Cennet’in olmaması)

Meselâ: Saçsız, dişsiz, buruşuk ve konuşma bilmez doğup; sonra yaşlanınca da, (filmi başa sarar gibi) aynı duruma dönmemiz… Anne – baba ve bizim yiyip – içtiğimiz topraktan; toprak elementlerinden yaratılıp ve sonra ölünce, mezarda; tekrar, aynı kaynağa dönmemiz…

Elhasıl: Herşeyin başı ve sonu, “dairevî” (ve belki yükselen ve alçalan, sağ – sola da hareket eden ve dönen, bir helezon şeklinde) birbirine bağlı. Yani: Mikro ve makroda, zaman ve mekân içerisinde, birbirini tekrarlayan patern ve şablon ve örüntüler var. Sadece: İcmâl ve tafsil, küçük ve büyük gibi bazı farklar var.

Böylece: Gözlerinin zayıflığından, mikrodaki harfleri okuyamayanlar için; aynı mâna ve işaretleri, makroda okuyabilsinler diye. Veya: Makroyu, büyüklüğünden okuyamayanlar; mikroda, okuyabilsinler diye. Böylece; her nev, her cemâat; melekten – semeğe, zerreden – şemse; aynı mesaj ve dersi alabilsinler diye.

Yani: İster; “küçük olduğu için, uzak görünen” şeyleri büyüten mikroskopla bakalım ve isterse; “uzak olduğu için, küçük görünen” şeyleri yaklaştıran teleskopla bakalım; aynı şeyler, farklı büyüklük ve harflerle anlatılmış…

Elhâsıl: Sünnetullah ve Kader Kanunundan kaynaklanan bir Emr-i Kevnî / Tekvinî sonucunda oluşan, bir çekim (attract/ion) [ve / veya itmeyle]; varlık ve hâdiseler, bu olasılıklara çekilip; sanki bu merkez ve olasılıklar etrafında, bir nevi tavaf yapıp, dönüyorlar. Belli bir olasılık ve gerçekliğe çöküyorlar. Bunun sonucunda: Mikroda yeralan ve rastgele ve tesadüfî gibi görünen zerrenin hareket ve durum ve olasılıkları; makro ve bütünde, yerini, belli bir olasılık ve patern ve gerçekliğe bırakıyor… Eski deyişle, Tevhid ve vahdet Nazarıyla ve yeni isimlendirmeyle, Bütüncül ve holistik Paradigmadan bakınca; resmin bütününde, görünen bu.

Ana konudan gene saptık. Yani: “Evren”i; hiç hareket etmeyen, sabit bir sinema Beyaz Perdesi veya bilgisayar / Tv ekranına benzetirsek (ki aslında evren de, bu ân’lık var – yoklarla mütevavvil ve hemhâl); bu hareket etmeyen, yani daha küçüğü olmadığı / bölünemediği için, üzerinden zaman ve süre akmayan, bu “Şimdiki ân – Zaman – Mekân Evren Beyaz perde ve Ekranı”nda; varlığın, makro ve mikro plânda, devamlı ân’lık var – yok edilişleri; görünüş ve algımızda, kesintisiz bir varlık ve hareket ve zaman olduğu, vehim ve imajı doğurmakta!…

İstanbul

Ayhan Küflüoğlu

www.metabilgi.org

metabilgi@metabilgi.org

ayhank27@gmail.com

Yazının tamamını indirmek için tıklayın

Çoğumuz, Kimlik Müslümanıyız!

Ayhan Küflüoğlu – ayhank27@gmail.com 

Çoğumuz; müslüman bir anne-babadan doğduğumuz; müslüman bir çevre – kültürde yaşadığımız için, müslümanız! Din’le ilişki ve bağımız da; haftada bir Cum’â namazına gitmek, bazen oruç tutmak… Ve cenaze, bayram namazına gitmek… gibi; arasıra yaptığımız, bazı “form, ritüel ve şekiller” üzerinden yürüyor. Hattâ bazımızda bu da yok. Yani: “Câmi” gibi, bazı mekân ve zamanlarda yaşadığımız; sınırlı, “part-time” bir müslümanlık bizimkisi!

Bunun olağan bir sonucu olarak; kırmızı ışıkta geçmemiz veya yolun kenarında durmak mümkünken; “yolun ortasında durup, yolcu indirmemizin, arkada bekleyen insanların zamanlarından çaldığımız ve bunun kul hakkına girdiği ve günah olduğu / olabileceği” gibi, soru ve düşünceler; “elhamdûlilâh müslümanım” diyen bizler, için; çok ütopik ve anlamsız gelmekte! Dahası: Bütün bu sorular, akla bile gelmemekte! Yani: Bunların din’le, (daha doğrusu Rabbimiz’le) bağını görmüyoruz bile!

Verdiğimiz bu örnekleri çoğaltabiliriz: Sınavda kopye çekmeyi normâl gören ve hattâ bunu bir maharet gibi, açık açık ve ballandıra ballandıra anlatan, bir öğrenci…, İçtiği içki, gittiği yer, çıktığı kişileri, övünerek anlatan kişi…, İşçinin maaşını geç vermeyi veya alacaklısına, borç ve ödemesini ne kadar geciktirirse; bunu kâr gören bir esnaf / işinsanı…, Akşam mesai bitiminde, çalıştığı bilgisayarı kapatmayan veya çeşme-lâmba-klimaları kapatmayan ve kontrol bile etmeyen bir memur…

Veya: “Allah’ın kelâmı” deyip; “vahyettiği âyet, iki boyutlu yazılı mushaflara”, abdest almadan dokunmayıp; okumak için elimizin bile uzanamayacağı çok yükseklere asan bizler; vahyedilmiş “kelâmî âyet” olan Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiğimiz, bu saygı ve hürmeti; “Allah’ın yarattığı mahlûk ve üç boyutlu”, “kevnî âyetler”i olan; bastığımız ot – çiçek ve gördüğümüz hayvan veya karşılaştığımız insanlara göstermiyoruz!

Kaçırdığımız vergi, geç kaldığımız mesai, kaynak yaptığımız trafik ve market sırası… Kısaca hiçbir davranışımızda; inandığımız din, ahlâk ve kul hakkı, günah – sevap bağlantısı… Bütün bunlar, hiçbirimizin aklına gelmiyor! Yani: İnandığımızı söylediğimiz din; hayat ve davranışlarımızı, algı ve anlayışımızı belirlemede, en son sıralarda bile gelmiyor!

Veya: Namazın önem ve ehemmiyyeti hakkında saatlerce konuşup – yazıp, yüzlerce âyet – hadis ve argüman, alegori ve metafor sıralayan ama namaz kılmayan bir insan düşünelim. Sizce bu insan, namazın önem ve değerini biliyor mu? Hayır! Çünkü: Bu kişi; bir yerlerden okuyup, aklen ezberleyip, hafızasına nakşettiği bir ma’lûmatı tekrarlıyor sadece! Böyle bir kişi, ancak; namazın, “dindeki önemini” biliyor demektir! “Kendinde önemi” yok, kendi için önemsiz demektir! Yani kendi içinde, iç uzayında; namazın önemi sıfır, değerini bilmiyor demektir!

O kişi için; namazın önem ve ehemmiyyeti hakkında, kitaptan – okuldan öğrendiği bir kısım ma’lûmat; kendi, iç – sübjektif uzay küresinde; bir hisse karşılık gelmiyor; kendisinde bir his uyandırmıyor demektir. Yani modern ifadeyle; “qualia”sında, bir karşılığı yok demektir!

Kabul edelim: Çoğumuz, bu farazî şahıs gibi; dilde “âlim” ama hakikâtte, cahiliz! Dışa doğru, âlim ama içe doğru, cahiliz. Rasyonel ve analitik temelde; öğrendiğimiz bir sürü ma’lûmatın, yüzeydeki dil ve zihin alanında açtığı bir ‘genişlik’ var ama duygusal ve kalbî temelde; yani bilinçaltı/dışı temelde, herhangi bir ‘derinliğimiz’ yok. Sanki mü’min-müslüman idrâkimiz ölmüş veya hiç olmamış gibi!

Bu neden böyle? Çünkü: İslâmî bilgi ve inançlarımızın; kesin inanç ve eminlik boyutu eksik. İslâmî ma’lûmat ve bilgilerimiz ve bu bilgilerimize, inanç ve güvenimiz; “zan” derecesinde yani. Ne demek “zan”?:

Aklıma daha iyi bir örnek gelmediği için, bunu veriyorum: Sigaranın zararları hakkında bir sürü ma’lûmat ve bilgisi olup ama sigara içmeye devam eden birisine benziyor hâlimiz. İşte böyle bir kişi; sigaranın zararlarını “bilmiyor” demektir. Sadece; sigaranın zararları hakkında, çevreden – kitaplardan, gördüğü – duyduğu bir takım sözleri “ezberlemiş – öğrenmiş”; sadece bu “ezberini tekrar ediyor” demektir. Çünkü: O kişi, sigaranın kendisine verdiği zararı, halâ “farketmemiş, hissetmemiş” demektir. Yani: Subjektif alanında, sigaranın sağlığına verdiği zararı “tecrübe etmemiş veya farketmemiş” demektir. O kişinin iç uzayında şu bilgi kayıtlı, şuna inanıyor yani: “Evet, sigara zararlı bir alışkanlık ama şimdilik, bana bir zarar vermiyor; bilâkis, keyifli bir zevk veriyor…”

Yani: En bilimsel ve objektif bilgilerden biri olan; sigaranın zararlı olduğuna bile, “görmeden” inanmıyoruz! “İlmelyakîn öğrendiğimiz” bu bilmeyi; “aynelyakîn görmeden” veya kendimizde bizzat tecrübe edip, “hakkâlyakîn yaşamadan, hissetmeden”; bu kuru “objektif bilgi”,nin; bizi amel ve eyleme sevkedecek bir enerjisi olmuyor. Teorik – entelektüel aklımızla öğrendiğimiz bu kuru bilgi; bizi, amel ve eyleme sevk ve motive etmiyor.

Hâsılı: Hafızamızda, öğrendiğimiz bir sürü kelime ve kavram uçuşuyor ve bunları konuşurken, yazarken kullanıyoruz ama bu kavramların, “algısal ve hissî anlam ve karşılıkları” yok içimizde. Bu sözcüklerin, sadece “sözlük anlamları”nı biliyoruz. Rasyonel – entelektüel aklın anlayacağı seviyeye indirgenmiş ve düşürülmüş, sığ ve dar anlam ve temsillerini biliyoruz yani. Yani: Bu öğrendiğimiz kavram ve bilgiler; öznel, enfüsî dünyamız ve qualiamızda, bilinçaltı/dışı ve kalbimizde, bir hisse karşılık gelmiyor; bir algı ve his ve çağrışım uyandırmıyor. Bu neden böyle?

Çünkü: Afaktan, dışarıdan, kitaplardan öğrendiğimiz bu teorik kavram ve bilgilerin, “anlam ve önem ve değeri bilgisi”ni; “rasyonel – entelektüel – teorik – nazarî aklımız” bilemez. Bilemediği gibi, anlayamaz da. Çünkü: “Rasyonel Akıl”; dışdünyadan kendisine gelen bilgiyi; böler – toplar, çıkarır; yani üzerinde dört işlem yapar.

Kendisinde örnek ve nümunesi bulunmayan ama bir şekilde, dışdünyadan kendisine gelen, bazı yabancı veri ve bilgileri de; bildiği şeylere kıyas ederek; yani temsil ve benzetmelerle, anlamlandırmaya çalışır. Fakat, temsil – modelleme yöntemiyle yaptığı bu anlamlandırma sonucu, elde ettiği “anlam;” o öğrendiği kavramın, dışarıda temsil ve işaret ettiği gerçeğin, birebir aynısı değildir. Çözünürlüğü ve netliği düşürülmüş, flû bir görüntüsüdür ancak.

Yani: Rasyonel Aklın; bilmediği – anla(ya)madığı – görmediği şeyleri, bildiklerine benzeterek elde ettiği bu yeni “anlam;” bir yakınsamadır. Realiteye birebir mutabık değildir, örtüşmez. Peki; Rasyonel – Entelektüel – Analitik Aklın bil(e)mediği ve tümden yabancı olduğu, bu “anlam küresi” nedir? Sadece; Duygusal – Bilinçaltı/dışı – Bütüncül – Kalbî – Pratik Aklımızın farkedip, algıladığı ve anlayabildiği, bu “anlam uzayı”; nasıl birşeydir?

Baktığımız bir manzaradan, aldığımız güzellik ve haz, yediğimiz bir meyveden aldığımız koku ve tat, bulunduğumuz bir ortamdan aldığımız zevk veya sıkıntı… gibi; enfüsümüzde yaşayarak ve sübjektif alanımızda, bizzat tecrübe ederek algıladığımız ve aldığımız, bu his ve anlam ve “sübjektif bilgiler”i; Rasyonel Aklımız’ın, “bilmesi ve anlaması ve hissetmesi” mümkün değildir.

“Tat, koku, ses, renk, soğuk – sıcak, huzur, mutluluk, sıkıntı, sevgi, merhamet, acı, …” gibi; sadece o kişinin, sübjektif benliğinde, qualiasında hissedilebilen ve algılanan, bu his ve duygu ve anlamları; Rasyonel – Entelektüel – Nazarî / Teorik Aklımız bilemez ve tanıyamaz. Bu algı ve hisleri bölüp, rakamlara dönüştüremez; üzerlerinde dört işlem yapmak için, parça ve yapıtaşlarına ayıramaz. Sayısal / dijitâl olmayan bu “algı – manâ – his – anlamlar”ı; bölüp – çarpamadığı gibi; bildiği, başka şeylere de, indirgeyemez ve benzetemez. Yani bu algı ve hisleri; temsil ve benzetme yöntemiyle bile, kendinde imgeleyemez ve modelleyemez; bildiği başka şeylere benzetemez. Bu neden böyle?

Rasyonel – Teorik Akıl ile Duygusal – Pratik (tecrübî) – Bilinçaltı/dışı Akıl – Kâlp arasında ve bu iki akıl uzayının, bilebildikleri şeyler arasında; yani farkedip – algıladıkları ve görüp – tattıkları şeyler arasında; derece değil, mahiyet farkı vardır çünkü.

Duyusal – Objektif – Rasyonel Aklımızla öğrendiğimiz her teorik / nazarî bilgi; eğer bu, Duygusal – Subjektif – İrrasyonel Aklımıza doğru, bir kökleşme ve derinleşme yapmazsa; yani kitap – defterlerden okuyarak; yani “naklî” olarak ve teorik olarak öğrendiğimiz, bu entelektüel bilgiler; yani “içuzay – qualia – kalbimizde yaşayarak, bizzat tecrübe ve müşahede etmediğimiz”, bu nazarî ve ezber bilgiler; bizi eylem ve amele geçirecek; yani “irade”yi harekete geçirecek, şevk ve istek, azim ve motivasyonu sağlamaz. Zaten “arzu ve istek – istemek, tercih ve irade etmek, şevk, azim, motivasyon” gibi; algı ve his, kuvva / kuvvet ve tutumlar; Rasyonel Akıllla değil, İrrasyonel – Duygusal Aklımızla bilinebilecek ve yönlendirilip, harekete geçirilebilecek, his ve kuvvetlerdir.

Yani: İnsan; “0 – 1 (yok – var)”larla çalışan bir bilgisayar gibi, rasyonel veri ve girdilere, rasyonel çıktı ve sonuçlar üreten, rasyonel bir varlık değildir. Yani: Davranışlarımıza yön veren irademiz ve o iradeyi harekete geçiren, içimizde doğan meyil ve istek, temenni ve arzular; Rasyonel Deterministik Kurallara ve Rasyonel – Analitik Akla, bağlı ve bağımlı değildir.

Yoksa o insan: “Şu sağlığa zararlı, o hâlde bırakmalıyım… Bu davranış mantıklı değil, o hâlde yapmamalıyım…” gibi; rasyonel mantık kuralları gereği, devamlı doğru düşünüp, devamlı doğru kararlar alır ve devamlı doğru davranışlarda bulunurdu. Yani: O insanın iradesi, hep rasyonel ve mantık kuralları çerçevesinde hareket eder ve böylece o insan, kendini zorlamaya hiç gerek kalmadan, zorlanmadan, hayatı boyunca hep, “mantıken doğru” davranışlarda bulunur, doğru yaşardı…

Elhasıl: Bilinçli aklımızı kullanarak söylediğimiz İslâmî kavram ve bilgilerin; içimizde, yani “algı ve mana ve his veritabanımız”da, “bilinçaltı/dışı akıl ve kalbimiz”de, hiçbir karşılığı yok veya yok gibi! Karşılığı olmadığı için zaten, bu sözleri söylediğimiz veya duyduğumuzda; içimizde bir ihtizaz ve dalgalanma uyanmıyor; bir heyecan ve amele geçme, şevk ve motivasyonu uyandırmıyor bizde. Halbuki meselâ; “tahta” demekle, “peygamber” demek arasında; nabzımızda – kimyamızda bir değişme olmuyorsa; burada bir problem var demektir!

Bütün bunlar neden böyle ve biz neden böyle, bu hâldeyiz? Az önce dedim ya: “Çoğumuz; müslüman bir anne-babadan doğduğumuz, müslüman bir çevre – kültürde yaşadığımız için, müslümanız.” Yani: Müslüman olmamız; bilinçli bir düşünme ve tercihin, bir sonucu değil. Önceden çalışmadığımız ve merak edip de, sorusunu bile sormadığımız bir dersin; bize hazır verilmiş cevaplarının, ezbere bir kabul ve tekrarından ibaret, bizim müslümanlığımız! Bunu kavramsallaştırmak gerekirse, belki “kimlik müslümanı” diyebiliriz, bu hâlimize.

Pardon! Az önce: “Çoğumuz, müslüman bir çevre – kültürde doğdumuz, yaşadığımız için müslümanız!” demiştim ya, bunu düzeltiyorum: Yaşadığımız ortam ve içine doğduğumuz küresel habitus, “müslüman” değil! Yani bu dünya; materyalist – kapitalist – liberal felsefe ve dünya görüşlerine göre tertip ve dizayn edilmiş ve “ateist – deist(ik)” paradigmalara göre tefriş edilmiş, “Modern – Seküler – Lâik” bir ortam. Çağımızın ruhu, “zeitgeist”i bu. Bu ne demek?

Şu demek: Oturduğumuz ev, çalıştığımız işyeri ve sokakta, yani dışarıda, bize Allahû Teâlâ’yı hatırlatacak hiçbirşey yok demek! İnsan eli değmemiş veya insan ürünü olmayan; azıcık kalmış yeşil alanları saymazsak; gözümüzün çarptığı hiçbirşey, artık bize Allah’ı hatırlatmıyor yani! (İnsan ürünü olmayan varlıkların da, artık neden, bize Rabbimiz’i hatırlatmadığı sorusunun cevabına; “Sihrin Yapısı: Bilimsellik Sihri”, “Seküler – Lâik Bilim ve Ders kitaplarındaki Gizli Tehlike” gibi, önceki yazılarımızdan bakılabilir.) Yaşadığımız – çalıştığımız mekânların duvarlarında olsun, yazı olarak bile, bir “Allah” lâfzı yok, bulunmuyor. Ki bence, duvara asacağımız böyle bir yazı – resim bile, çok önemli ve anlamlı ve işlevsel, yani faydalı bence.

Ne diyorduk?: Yani sadece “algı ve zihin” olarak değil; “mekân” olarak da; din’den; daha doğrusu, Rabbimiz’den ‘soyutlanmış ve yalıtılmış; gasbedilip – çalınmış;’ ötelerden ve öte düşüncesinden uzak; böyle inşa edilmiş bir dünya ve çağda uyandık, doğduk, yaşıyoruz.

Yani: İnancımızı; yani “Elhamdûlillâh Müslümanız” dediğimiz dini; yani “Allah ve hesap, ölüm ve ahiret”i; yani “müslüman olduğumuz”u; yani “âbd ve kul olduğumuz” gerçeğini (veya bu inancımızı) hatırlatmayan; üstelik, bunları unutturan ve gene üstelik, bu inancımıza, bizi yabancılaştıran ve yabanîleştiren ve uzak düşüren, bir toplum ve çevre ve kültür uzayında yaşıyoruz.

Modern – Seküler – Lâik eğitim tezgâhından geçmedikleri için; yani okumamış, hattâ okuma – yazması bile olmayan; anneanne, babaanne, dedelerimiz; bu açıdan korunmuş olup; bence bizden daha talihli ve avantajlı durumdalar! Çünkü; onlar, modern eğitim – iş hayatına katılmadıkları için ve Tv – sinema gibi medyaya da, nisbeten uzak oldukları için; içinde bulunduğumuz kültür atmosferine, bu atmosferin oluşturduğu algı ve zihin kodlarına yabancılar. Babaanne – dedelerimizin; “Allah” derken, burunlarının sızlaması, gözlerinin dolarak, uzaklara dalmaları; dindeki samimiyet ve ihlâsları; ibadetlerdeki devam ve istikrarları… Bu güzel hasletlerinin, en büyük ve belki birinci sebebi; onların, bu “modern – seküler – lâik” dünyaya yabancı olmalarıdır. İç – Subjektif Uzaylarının, işgal edilmemeleridir.

Başta anne – babamız olmak üzere, dönüştürülmüş bir dünyaya doğmuş – uyanmış ve böyle bir anne – baba elinde büyümüş bizlerin; bu dünyanın, “aile – medya – okul – iş” tornalarında biçimlendirilmiş, sizin – bizim gibi insanların; akıntıya ters yüzmesi, elbette zor. Hattâ çoğumuz, akıntıya razı veya akıntıya nasıl uyum sağlayacağı derdinde!

Elhâsıl: Emanet ve emniyet, eminlik ve şahidlik; yani kulluk bilincimiz kaybolmuş! Bu sebepten belki, öğrendiğimiz herşeyi; mülkiyet ve özgürlük, eşitlik ve insan hakları bağlamında değerlendiriyoruz. Allah’ın hakları ve buna bağlı, İslâm akdiyle kabul ettiğimiz görev ve sorumluluklar… hiç aklımıza gelmiyor! Çünkü: Kendi kavramlarımızla düşünmeyi bilmediğimizden; seküler – lâik, başka medeniyyet ve kültürlerin kavramlarıyla düşünmeye alışmışız hep!

Yani: “Kimlik Müslümanı” olmamızın nedenlerinden birisi; bu habitus, bu ortam. Fakat, böyle olmaya ve yaşamaya devam etmemizde, garipsenecek hiçbir durum görmemek; hattâ bunu normâl ve olağan / olması gereken görmek; hattâ bunu “doğru” görmek; daha enteresan! (Demek ki; “normâl” tanımımızı bile, inandığımız dinden almadık, almıyoruz!) Bu, neden böyle?

Çünkü: “Müslüman” tanımımız, hattâ “din” tanımımız, hem eksik ve hem de yanlış. Bunun sonucu olarak; Cennet’e girmek için taşımamız gereken bir pasaport ve vize gibi görüyoruz, dinimizi! Yani, sadece öbür dünyada işe yarayan bir pasaport gibi görüyoruz! Bu dünyada da; sadece ölüm ve yokluk korkumuzu giderici ve böylece, bunları düşünerek, üzülme zahmetinden kurtarıcı; yani zihinsel konfor ve dünyevî keyif ve rahatımızı bozabilecek, “ölüm, yokluk, ayrılık” gibi düşüncelerden bizi kurtaran; yani sırf dünyevî keyif ve rahatımız için; pragmatik ve hedonist bir motivasyon ve yaklaşımla algılıyoruz ve görüyoruz dinimizi! Yani: İnandığımız dine; bir koltuk değneği ve dünyevî hazlarımızı arttırıcı, bir araç muâmelesi yapıyoruz sanki! Kendi alınteriyle kazanmadığı, zengin bir mala konmuş, mirasyedi bir evlât gibi; arama ve düşünmenin zahmetine katlanmadan, hakikâti peşin bulmanın rehaveti içerisinde, ülfete mebni, kıymetbilmez bir duyarsızlık ve savurganlık içerisindeyiz!

Halbuki “din”; tam tersi, bu dünya hayatı için; bireysel ve toplumsal olarak, bu dünya hayatımızı tanzim etmek, borç ve yükümlülüklerimizi, bize bildirmek ve hatırlatmak için gönderildi bize! Yani: Öldüğümüzde; bu anlamda bir din ve yükümlülük (namaz, oruç, sevap-günah…) olmayacak ahirette. Yani: Din; öncelikle, bu dünya için; bu dünyadaki davranışlarımızı tanzim etmek için gönderildi. Bu ne demek?

Şu demek: Yani, Kur’ân-ı Kerîm; bir “din kitabı” değil, bir “hayat kitabı.” Din de; metafizik bir ötedünya öğretisi değil; bir “yaşam rehberi, bir hayat tarzı.” (Yaşam Koçları ve guruların, kulağı çınlasın.)

Müslüman tanımımız yanlış derken; “inanmak” ve “iman” ile “inkâr etmemek”in, farklı olgu / süreçler olduğunu da bilmiyoruz veya bilenler de unutuyor, çoğu zaman. (Bu konuda; “İman etmek ayrı, İnkâr etmemek ayrıdır” yazımıza bakılabilir.) Yani, aynayı karşımıza alıp: “Ben, dinime gerçekten inanıyor ve iman ediyor muyum; yoksa sadece, inkâr mı etmiyorum!? Yoksa; bilincim farketmeden, bilinçaltı yaptığım bir tercihle, bir nevi ‘gizli agnostik ve deist’ olabilir miyim!?” diye; ciddi ciddi sormamız gerekiyor kendimize! Ve aldığımız cevapta: İçimizdeki o iman ve iman neşesini ve o verdiği huzuru hissetmiyorsak; durumumuz tehlikede demektir!

Veya hiç kendimize sormaya bile gerek kalmadan; aradığımız cevabı, şöyle de bulabiliriz bence: İçimizdeki “iman”ın; bırak bize mutluluk ve huzur, yani yaşama sevinci vermesi; bu iman, hiç değilse, burada yaşadığımız sıkıntı ve acılarımıza bile, teselli ve merhem olmuyorsa; böyle bir imanın; ahirette bizi mutlu edebileceğini söylemek, orada işe yarayacağını düşünmek; zor gibime geliyor! Yani: Dünyada bile merhem ve ilâç ol(a)mayan; (tabiri caizse, işe yaramayan) bir imanın, ahirette bizi kurtarabileceğini düşünmek, bence zor!

Evet, sadece dilimizle, o da bazen: “Allah var, ahiret var, O görüyor” derken; diğer tüm algı ve davranış ve hayata bakışımızla; “Allah yok(muş)” gibi yapıyorsak, yaşıyorsak; “Allah görmüyor(muş); görse de, bu önemsiz(miş)” gibi davranıyorsak; yani kendimize ve bilinçaltımıza, devamlı bu mesaj ve komutları gönderiyorsak; en sonunda bilinçaltımız, buna ikna olmaya başlar! Ve bilinçdışı olarak, öyle hissetmeye başlarız! Yani: Yaratılışta getirdiğimiz, fıtrat / fabrika ayarlarımız bozulur! En sonunda da; bilincimiz / bilinçli aklımız, “yok(muş), varsa da önemsizmiş” gibi inanmaya ve öyle de görmeye ve algılamaya başlar! Çünkü: Bir yalan bile, bin defa tekrarlanınca, insanda bir ‘acaba’ uyanır!

Tamam, Müslüman unutur, sürçer, düşer ve günah işler ama hatâen veya akibeti düşünmeyen his, öfke, nefsine kapılarak; düştüğü, savrulduğu bu günaha, “üzülmemek!” İşte bu “üzülmemek ve pişman olmamak ve düştüğü yerden, ayağa kalkmak istememek”; işte bu, bir müslüman için, mümkün olmaması gereken birşey gibime geliyor!

Diyeceğim o ki: Bu hız – haz çağında; bir acele ve koşturmaca içerisinde; hep (gelmemiş) yarını düşünmekten, plânlamaktan; (gelmiş) bugünü kaçırıyoruz! Dünü hatırlamak ve yarını düşünmekten; “şimdi”, farketmeden geçiyor! Halbuki hakikî, tek fizikî varlık ve hayatımız, “şimdiki zaman!”

Bilincimizin, bilinçli aklımızın, bir çeşit trans ve uykuda olduğu; bir zihin durumu, bir ruh hâlinde geziyoruz ama farkında değiliz. Bu hâlimizle; uyuduğunun farkında olmayan bir kişi gibiyiz; uyuduğumuzun / uyuştuğumuzun farkında olmadığımız için, uyanmak da istemiyoruz. Uyananların uyarmaları da, bize pek birşey ifade etmiyor! Onların söylediği, bunca söz, nasihât, kitap, bizi uyandırmaya yetmiyor! Çünkü te’sir etmiyor; çünkü kâlplerimiz paslanmış ve katılaşmış!

Mübalâğa, abartma yok; evet, hepimiz gaflet uykusundayız, uyuyoruz, uyurgezeriz! Yani, “Ölüm uyandırmadan önce uyan!” Hadis’i, bizim için söylendi! Hepimiz zehirli bir bala üşüşmüş sinekler gibiyiz; balın tadından sarhoş olmuşuz ama zehrini, duyularımız almıyor; çok sonraları, karnımızda başlayan bir sancıyla, zehirlendiğimizi farkedeceğiz ama korkarım çok geç olacak!

Karşılıklı konulmuş, birbirini gösteren aynalar gibi, geçmiş ve gelecek aynasında, şimdiki zaman / ân / mekânı, çok geniş bir zamanmış gibi zannettiren vehim ve hayâlimizin; hafızamızda çizdiği, sahte ve imajiner bir geniş zamanda yaşıyoruz, yaşadığımızı zannediyoruz!

Bu ışıklar sönmeli, bu ses kesilmeli, herşey durmalı, bu efsun bitmeli!… Herkes içine dönmeli, içine bakmalı!… Kimse; içinde bulamadığı şeyi, dışarıda arayarak bulacağını zannetmemeli. Aradığımız şeyi, kaybettiğimiz yerde aramalı!… Çok geç olmadan! Sonra zaten, istemesek de perde kapanacak; ışıklar sönecek, tüm sesler kesilecek!… Herkes oraya, yalnız gideceğini görecek!

Sadece gökte dolunay ve yıldızların aydınlattığı, ıpıssız bir çölün ortasında, sadece rüzgârın çıkardığı uğultu ve ağaç – yaprakların hışırdaması varsa eğer, belki bir de sahile vuran dalgaların sesi… İşte belki, tüm yalnızlığımızla orada; içimizdeki uçurumun çekimine kapılıp, düşüp, dipteki benliğimize çarpınca; belki delip – geçip, ötelere çıkabilir ve göğün tavanına çarpabiliriz! Belki. Kimbilir.

Bilim/sellik Felsefe ve Epistemolojisinin, ‘otomatik evren’ Tasavvur ve Kurgusu

Günümüz Bilim/sellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim; evreni, “süper bir bilgisayar / makina”ya benzetip; böyle kurgulayıp – modellediğinden; bu kurgu üzerinden de, evrendeki “fizik – doğa yasaları”nı, bir “bilgisayar programı” gibi tasavvur ettiğinden; o ‘yasaların’, madde ve enerji üzerinde, bir “yaptırım kuvveti” olduğunu tahayyül eder!

Evrenden elde edilen gözlem – ölçüm bilgilerinin; “Bilimsel Bilgi” formatına dönüştürülerek ifade edilmesinde kullanılan: “Bu olay; şu sebep – sonuç ilişkisi (fabrika dişlisi!) ve bu tabiî dönüşüm – döngü – mekanizması ve o doğa kanunu ve şu fizik kuvvetiyle oluyor / olur…” kalıbında kurulan; Failsiz veya Sahte failli Yatay Determinist – Materyalist ve Natüralist şablon; hep bu, günümüz Bilim/sellik Anlayışının, “kendi kendine ve otomatik olarak çalışan evren”, kurgu ve modelinin sonucudur. Seküler – Lâik Bilim/sellik’in; Bilimsel Bilgi’yi inşa ederken, “ateist – deist/ik” felsefelerden ödünç aldığı bu paradigma ve kavramları kullanması; inançtan kaçayım derken, inançsızlığın tarafına geçmesinden kaynaklanmaktadır.

Halbuki: Bilimsel Gözlem – Ölçüm Bilgilerinin ifade edilmesinde; herhangi bir olay / olguya “neden” olarak gösterilen “fizik – doğa yasaları”nın, madde ve hareketi üzerinde bir etki ve te’siri yoktur. Yani: Varlık ve hareketine; “fizik – kimya, doğa kanunları”nı, “sebep” olarak göstermek; okuduğumuz kitaptaki ölçü ve düzeni görüp; “Bu kitabı, gramer – imlâ kuralları yazmıştır” demeye benzer…

İnanmak – İnanmamak” ortası veya dışı, yani tarafsız ve objektif noktası ve üçüncü şıkkı olmadığı için; “inanç”tan kaçayım derken, diğer mecburî şık olan “inançsızlık” tarafına geçen, günümüz Bilim/sellik anlayışına göre; iki boyutlu resim olan, cansız “Mona Lisa”yı yapan, ‘usta bir fail ve ressam’ var! (Hem de bu usta; ‘resim’ cinsinden olmayan ve resmin, hem her yerinde ve hem de hiçbir yerinde olması gereken bir usta olmalı.) Ama üç boyutlu kâinattaki, hakiki ve canlı Mona Lisaların, fail ve ustası yok!

Çünkü: Bu Bilim’e göre; bu Mona Lisalar, üç boyutlu atom ve fırçaların, “çeşitli madde – enerji etkileşimleri, sebep – sonuç sistemleri, falan kanun – mekanizmaları…”yla hareket etmesi sonucu; yani failsiz olarak, yani kendi kendine ve otomatik olarak oldu ve olmaya devam ediyor!…

Çağımız Bilim/selliğine hâkim olan episteme, hak – bâtıl ayırmadan tüm “inançlar”ı, ‘bilgi’nin nesnellik ve objektifliğini bozan bir ‘virüs’ gibi görüyor ama ne hikmetse, kendi “inanç/sızlık”ını; tarafsızlık ve objektifliğini bozan bir “virüs” olarak görmüyor! Doğru kabul ettiği bu “Bilim/sellik Kriteri”ni; kendisini, ateizm ve natüralizm’e bağımlı ve taraf yapan; bir “virüs” olarak görmüyor!

Seküler – Lâik Bilim; “Evrende bir fail ve özne var mı, varsa kim?” sorusunu dışlayıp; bu tür soruları, felsefe ve metafiziğe attığı için; Bilimsel Bilgi’de, fail ve öznenin olmadığı, yani “failsiz ve kimsesiz” bir evren tasviri yapıyor! Yani sormak gerekir onlara: “Bu size, bilimsel ve objektif bir davranış olarak mı görünüyor!?”

“Kim sorusu; Bilim’in konusu ve sorusu değil” diye; bilimsel gözlem verilerinizi, böyle “kimsesiz” (ateist – materyalist – natüralist) kavram ve şablonlarla modifiye etmek; size, “inanıp – inanmamak”tan bağımsız ve nötr bir davranış olarak mı görünüyor!?

Siz ‘inançtan bağımsız ve tarafsız olacaksınız’ diye; bilimsel ve objektif olmayan, ‘inançsızlık’a taraf olmanız ve bunu bilgi ve bilim’e enjekte etmeniz; hiçte etik değil! Bu tür eksik ve dezenformatif bilgilerle, zihnimizi belli bir yöne manüple ve kanalize etmeye ve böylece, kendi varlık ve bilgi tasavvurunuzu, bize endoktrine etmeye; bizim oralarda, ‘epistemik baskı ve şiddet’ denir!

“Bilim/sellik, tüm inanç ve inançsızlıklara tarafsız ve bağımsız ve onlara nötr ve yüksüz” dediğiniz hâlde; gözlem ve ölçüm, deney veri ve bilgilerini; bir “inançsız”ın bakış açı ve nazarıyla kodluyorsunuz! Yani: Bilimsel bilgi’yi; “ateist – materyalist – natüralist – yatay determinist” kontekst / bağlam /şablon /çerçeve / kalıpta, tasvir ve kodluyor ve bu sentaks – semantikte, ifade ediyorsunuz!

Halbuki: Mantığın dili ve Dilin mantığı icabı, “inanmak – inanmamak” ortası ve dışı, gidebileceğiniz ve gözlem bilgi ve sonuçlarını ifade edebileceğiniz, başka bir üçüncü ihtimâl ve şık yok. Teorik olarak bile; epistemolojik ve ontolojik, üçüncü bir “bilgi biçimi” ve “ifade biçimi” yok. Yani: “Tanrı Var – Yok” şıklarının, ortası ve dışı yok; yani “inanıp – inanmamaktan”, bağımsız ve ayrı ve nötr, bir bilgi ve ifade biçimi yok…

Sonuç olarak:

Okullardaki ‘fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vs…’ tüm ders kitapları ve müfredat; bu kirli ve virüslü bilgilerden dezenfekte edilip, temizlenmedikçe; ve bu kitaplar, yeniden, kendi kavram ve anlam ve medeniyyet haritalarımıza göre yazılmadıkça; okulda öğrenciye, haftada 1000 saat Din dersi, Siyer dersi de versek; hattâ tüm Kur’ân-ı Kerim ve Hadisleri de ezberletsek; (bozuk arabaya, en kaliteli benzini de koysak, fayda etmemesi veya hasta insana, gıda fayda etmemesi; hattâ zarar verebilmesi gibi;) o öğrenci ve insanda, beklenen, zihin ve davranış değişikliğini meydana getirmez.

Çünkü, Fen dersinde: “Yağmur; şu şu sebep – mekanizmalarla yağar…” deyip, sonraki Din dersinde: “Yağmur; Allah sebebiyle ve O’nun rahmet ve ihsan ve ni’meti olarak yağar…” arasındaki; kopukluk ve boşluğu kapatabilecek, bilgi ve verilerden, çoğumuz mahrum!

Mahrum olduğumuz için de:

“Madem, yağmur; şu şu sebep – mekanizmalarla yağıyor. O hâlde; Allahü Teâlâ neresinde bu işin!? Mâdem, Bilim’in gösterdiği bu maddî neden ve sistemler bu işi yapabiliyor ve yapıyor; o hâlde, benim Allah’a inanmak için; aklî veya gözlemsel gerekçe ve delilim nedir!? Seküler – Lâik Bilim/sellik’in çizdiği bu deterministik evrende, Tanrı ne iş yapar veya Tanrı’ya gerek var mı!?” gibi soru ve şüphelere cevap verebilecek bilgiden yoksun olanlarımız; ateist olabiliyor veya deist olup; farazî bir “İlk Neden Tanrısı”na inanmaya başlıyor!

Elhasıl: Güya “inanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı; güya “seküler – lâik” eğitim diyerek; aslında, bir “ateist – natüralist”in gözüyle ve onların kullanabileceği kavram ve ifadelerle yazılmış, bu fen ve ders kitapları ve müfredatla; kendi anlam küremize yabancı olan bu okullar; bizce, ‘misyoner’ okullarından çok daha tehlikeli ve zararlı olmaktadır!

Gizli İkna Metodu ve bilinçaltı (subliminâl) mesajlarla zihnimize kodlanan bu “ateist – deist ve naütalist” inanç/sızlık ve felsefeler; bu Yanlış Bilgi Virüsleri’ni zihnimize zerkeden; bu bilim ve ders kitapları; alenî ve aşikâr, küfür ve şirkin, reklâm ve propagandasını yapan, kitap ve yayınlardan çok daha tehlikeli ve zararlıdır!

Çünkü: “İnanmak – İnanmamak’tan bağımsız ve ayrı, objektif ve nötr Bilim” diyerek; “seküler ve lâik eğitim” diyerek; bu algı ve ambalajlarla zihnimize telkin ve ilka edilen, bu “kirli ve virüslü bilgiler”e karşı; herhangi bir savunma ve antivirüs kalkanlarımız olmadığı için; bu virüsleri farkedemez ve bunları, zihin ve anlam dünyamıza buyur ederiz.

Bu şekilde, bilinçaltı (veya bilinçdışı) mesajlarla; yani gizli ve sinsi olarak, “ateizm – materyalizm ve natüralizm”i zihnimize kodlayan ve bizi formatlayıp, yeniden programlayan, bu tür bilim ve ders kitapları; küfür ve şirkin, alenî reklâm ve propagandasını yapan, kitap ve yayınlardan, çok daha etkili ve tehlikeli ve zararlıdır!

Ayhan Küflüoğlu

yazının tamamını indirmek için tıklayın

Seküler – Lâik Bilim ve Ders kitaplarındaki Gizli Tehlike: Seküler – Lâik Bilim/sellik’in, Felsefe ve Epistemolojisinin Eleştirisi ve Çözüm Önerisi

Fizik, kimya, biyoloji gibi bilim ve ders kitapları; Rabbimiz’in fiil ve eserlerini, konu olarak seçmişler ve O’nun icraat ve eserlerini anlatırlar. Dolayısıyle; müfredat ve okullarda, “seküler ve lâik eğitim – öğretim” diyerek; derslerin “Din dersi” ve “Fen – Sosyâl dersleri” şeklinde ayrılması; vak’âya mutabık, doğru ve gerçekçi bir ayrım değildir. Bu sahte ve sanal ayrımların bedeli; “camide müslüman – işyerinde kapitalist”, part-time müslümanlığın artmasıyla ödenmektedir. Çağımızda, “deizm”e yönelmelerde görülen artış da; bunun diğer bedelidir.

Allahû Teâlâ’nın, sadece Din Derslerinde anlatılıp; diğer derslerin “seküler ve lâik eğitim” etiketiyle; güya “tarafsız”, aslında “ateist ve natüralist” inançlara göre işlenmesinin, müslüman zihninde oluşturduğu bölünme ve travmanın bedeli ağır olmaktadır.

Hiç gereği yokken ve faydası da yokken, “Metodolojik Natüralist” olacağım diye; inancımızı askıya almanın; yani evreni, bir ateistin gözüyle tasvir etme ve açıklamaya çalışmanın zararı büyüktür! “Metodolojik Natüralizm”, sanki ‘bilimsel ve evrensel ve olgusal bir doğruymuş’ gibi, zihinlere, “ateizm”i telkin ve enjekte etmeninin zararı büyüktür!

Çünkü, bu açıklamaları okuyan zihinlerde: Evrendeki hâdiseler, ‘deterministik – natüralist neden – sonuç’ şablon ve paradigmalarıyla açıklanabiliyorsa; benim Tanrı’ya inanmam için, aklî veya gözlemsel gerekçe ve delilim ne olabilir!?… Eğer durum buysa; ineğe tapan bir hindunun inancıyla, benim inancımın arasındaki fark nedir!?… gibi soru ve şüphelere yol açar!

Diğer deyişle: Bilim/sellik Epistemoloji ve Felsefesi’nde yöntem olarak kullanılan bu Metodolojik Natüralist Paradigmavarlık ile Allah ve bilgi ile iman arasındaki mesafeyi derinleştirip – arttırmaya hizmet eder. Bu da zihinlerde, ateizm ve deizme giden yolları kolaylaştırır!

Çünkü: Araştırma ve gözlem sonuçlarının, ‘bilimsel bilgi’ etiketiyle; fakat ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” arka fon ve bağlamda dizayn edildiği ve herşeyin Yatay Deterministik kalıba yerleştirildiği “bilgi ve ifadeler”in; “bilimsel ve objektif” ambalajıyla sunulduğu zihinlerde; evrende, Tanrı’ya inanmak için, aklî ve gözlemsel gerekçe ve deliller azalıp, sıfırlanmaya başlar!…

Başta dediğimiz gibi: Okullarda, “seküler – lâik eğitim” ambalajıyla verilen Fen derslerinin; din ve “Allah’tan bağımsız ve ayrı, yani seküler ve lâik” olarak anlatılabilmesi, mümkün değildir. Çünkü: Bu dersler, Rabbimiz’in, kâinattaki, hikmet ve ölçülü “fiil / faâliyet” ve sanatlı “eserleri”ni inceleyip – anlattıkları için; illâki, Rabbimiz ve O’nun eser – fiilleri hakkında, direkt – indirekt birşey diyecekler ve zaten diyorlar! Yani: Bu bilim ve dersler, dinimizin alanına illâ girerler. Girmemeleri mümkün değil.

Bu da bizi; Allah ve dinden bağımsız ve ayrı; yani “seküler ve lâik” fen ve ders müfredatının; böyle bir ders anlatımının, böyle bir bilim anlayışının mümkün olmadığına getirir.

Ayrıca, önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: “İnanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı ve bu iki şıkka tarafsız ve eşit mesafeden bakılabilen; yani nötr ve objektif bir “bilgi biçimi” ve “ifade biçimi” mümkün değildir. Çünkü: Kâinatta, gözleyip – incelediğimiz birşeye; ya “Yaratıcı ve yöneticisi var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi bakabiliriz. Ve başlangıçta seçtiğimiz, bu şıkka göre; gözlem bilgilerimizi ifade ederiz. Çünkü: Dilin mantığı ve Mantığın dili icabı, bu iki şıkkın ortası veya dış gözlem ve koordinat noktası yok! Diğer deyişle: Epistemolojik ve ontolojik açıdan; seçebileceğimiz, gidebileceğimiz, bakabileceğimiz üçüncü bir alternatif, üçüncü bir şık yok!

Bu, “Din dersi – Fen dersi” ayrımlarının, mantıken mümkün olmaması bir yana. Reel uygulanabilirliği ve sürdürülebilir gerçekliği olmayan; bu sahte ve sanal ayrımları, dinimiz de kabul etmez.

Yani: “Rabbimiz, Peygamber, Kitap…” sadece “Din dersi”nin konusu olmadığı gibi; “madde – enerji, uzay – zaman…” gibi, Rabbimiz’in fiil ve eserleri de; sadece “Fizik – Kimya – Biyoloji” gibi derslerin konusu değildir. Dinimizin; bütüncül ve holistik, “Tevhid Paradigma”sı, bu sahte ayrımlara izin vermez; yukarıda anlattığımız, üçüncü şıkkın muhâl olması sebebiyle; bunu reel ve mantıkî de görmez…

Seküler – Lâik Bilim’in bu yanlış epistemoloji ve felsefesine ve bu anlayışla yazılmış bilim ve ders kitaplarına çözüm önerisi olarak; yola çıkmadan önce yapılması gereken ilk şey; doğru bir, kavram şema ve anlam haritalarımızı üretmek ve üzerlerinde mutabakat sağlamak olmalıdır.

Meselâ: “Bilgi” (ilim, veri / data – information – knowledge) ve “Bilim” (science) ayrımını yapmakla, işe başlayabiliriz. Kâinat ve içindeki “bilgi”nin (veri / data – information – knowledge), “seküler ve lâik (daha doğrusu, ‘dinden bağımsız’; daha doğrusu ‘ateist’), Bilim/sellik Kriter ve yöntemlerine göre, gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş, dezenformatif ve manipülâtif “filtreli bilgi”ye; yani “bilgi”nin “seküler – lâik bilimsellik” prizma ve yorum / filtresinden geçmiş hâline, “bilim” (science) diyoruz biz.

Bu tanımıyla “bilgi” (knowledge) ve “bilim” (science) farklı ve ayrı kavramlardır. Mes’elâ: Suyun, belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması; bir “bilgidir, ölçüm bilgisi”dir (data – knowledge); fakat “bilim” (science) değildir…

Konuya bu açıdan bakarsak; değiştirmeden ve üzerinde fazla düşünmeden, ‘Batı’dan birebir kopyalayıp – aldığımız; bu “seküler ve lâik bilim, bilimsel bilgi” dediğimiz şey; evrendeki “bilgi”nin, dar ve eksik – yanlışlarla ma’lûl, saptırılmış bir türü olabilir ancak.

Yaşanan “Bilim – Din” tartışmalarının çoğu da; (yukarıdaki örnekte verilen “bilgi” ve “bilim”in eşanlamlı zannedilmesinde görüldüğü gibi,) tartışmacıların, bazı kavram ve terminolojilere farklı anlam yüklemelerinden kaynaklanıyor. Yani yaşanan tartışmaların bir kısmı, dilsel.

Örnekteki “bilgi – bilim” ayrımından gidersek; kâinata mündemiç ve içkin ve kâinatın işaret ettiği “bilgi”; Rabbimiz’in “El Alim, Hakîm / İlim – İrade – Kudret” gibi isim / sıfatlarının tecelli ve tezahürünün bir sonucu olması nedeniyle; yani O’nun isim ve sıfatlarının, yansıma ve etkisi ve O’nun fiil ve mahlûku olması nedeniyle; zaten “mü’min – müslüman ve İslâmî”dir.

İşte kâinatta saklı olan ve fıtraten “müslüman” olan bu “bilgi”nin; gözlem – deney – ölçümler sonucunda keşfedilip, ortaya çıkartılmasında; mevcut Bilim, bize bir enstrümanlar seti ve yöntemler (Bilimsel yöntem) sunuyor. İşte bu yöntemler sayesinde, kâinattan elde edilen gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerinin; eksik – yanlışlarla ma’lûl ve şu ânda “ateist – deist ve materyalist, natüralist ve determinist” kontekst / bağlamda ifade edilen hâline, “bilim” diyoruz biz.

Modern Bilim; hak – bâtıl tüm “inançlar”ı, ‘bilgi’nin nesnellik ve objektifliğini bozan bir “virüs” gibi gördüğü için; “inançsızlık” tarafına geçmiştir! Halbuki: “İnançsızlık” da, bir “subjektif” algı ve tutumun sonucudur. Yani: İnanç gibi; inançsızlık da, “subjektif” bir tutumdur!

Çağımız Bilim/sellik Felsefe ve epistemesi, bu taraflı tutumu sebebiyle; evrenden elde ettiği bilimsel gözlem – ölçüm bilgi ve verilerini; bir ateistin bakış açısına göre dizayn eder. Kâinattan topladığı “Bilimsel Bilgi”yi; ateist – materyalist – natüralist kontekst ve bağlamda, inşa ve ifade eder.

Ayhan Küflüoğlu

yazının tamamını indirmek için tıklayın

Doğru bildiğimiz Yanlışlar ve Eksik bildiğimiz Doğrular

Ayhan Küflüoğluayhank27@gmail.com – 15.Haziran.2021

Doğru bildiğimiz, yanlışlar ve eksik bildiğimiz, doğrular var. Ki bence bunun en büyük nedeni: İnsanların; ‘bildiklerini”, tekrar öğrenmeye ihtiyaç hissetmemesidir. Bunu gereksiz bulmaları; hattâ, bunu saçma ve gereksiz bir vakit kaybı olarak görmeleridir.

Öyle ya; insan, “doğru olduğuna inandığı bilgiler”i; (o bilgiler, sanki yanlışmış gibi; sanki yanlış biliyormuş gibi!); tekrar, sıfırdan öğrenmeye neden kalksın, neden kendini yorsunki!?

Acaba öyle mi? İşte bu yazının konusu; durumun, hiç de öyle olmadığına sizi ikna etmek; hiç değilse, bir “acaba” uyandırmak. Eğer amacımıza ulaşırsak; yazının sonuç cümlesi de şu olacak: İnsan; her gün türlü türlü kitaplar okuyup, türlü türlü şeyler öğrenip, bilgisini arttırmaya çalışmaktan önce; şu anâ kadar öğrendiği bilgilerin, doğru ve eksiksiz olup olmadığını araştırmalı. Yani: Tekrar, baştan başlamalı; yeniden öğrenmeli!

Çünkü: Kişinin, geçmişinde öğrenip, “doğru olduğuna inandığı, bu bilgiler”, yanlış veya eksikse (yani tam bilmiyorsa);doğrusunu, bildiğine inandığı” bu malûmatların üzerine öğreneceği, dikeceği, yeni bilgilerin de; bu eksik – yanlışlardan menfî yönde etkilenme ihtimâli vardır ve bu ihtimâl çok kavidir.

Çünkü: Temel ve zemin sağlam değilse, üzerine eklenen bu yeni bilgilerin, bundan etkilenmemesi, pek mümkün görünmüyor. Çünkü: Zayıf zemin üzerine inşa edilen bu yeni bilgilerden, (hattâ bu yeni bilgiler, doğru ve eksiksiz olarak öğrenilmiş olsa bile!), elde edilecek anlam ve çıkarılacak sonuçlar da, eksik ve / veya yanlış olacaktır.

Bu da bizi, anakonumuz olan “İslâmî B/ilim” yazılarımızda, devamlı tekrar ettiğimiz şu söze getirir: “Ne bildiğimiz değil, bildiğimizden ne anladığımız önemlidir!” Ama bu konuya girmeyeceğiz.

Eksik ve yanlış bilgiler üzerine bağlanıp, inşa edilen veya bağlanamadığı için, “inşa” da edilemeyip; “yığın” hâlinde; zihnimizde, küçük küçük adacıklar gibi dolaşan bu yeni öğrendiğimiz bilgilerden elde edeceğimiz faydanın düşük olması; belki bir nebze tolere edilebilir ama bundan çok daha büyük bir risk ve zarar bekliyor bizi!

O da şu: Yeni bilgiler öğrenirken; seçeceğimiz kitap, dinleyeceğimiz kişileri; hep, zihnimizdeki bu eksik – yanlış bilgileri doğrulayıcı; en azından, onlarla çelişmeyen ve yanlışlamayan kaynaklardan seçmeye meyilli ve istekli oluruz! Çünkü: Bizi, bildiklerimizi, sadece doğrulayan ve destekleyen o kaynakları, güvenilir ve muteber sayarız! Bir ateist veya teistin, hep kendi inançsızlık veya inancını destekleyen kitap ve kişileri seçmesinin sebebi de, zaten budur.

Buraya kadar bir itiraz yoksa, konumuza başlayabiliriz. Ama şimdiden söyleyeyim: Bu yazının gayesi; size, yeni bilgi ve cevaplar kazandırmak değil! Eğer başarırsak, gayemiz: Yeni sorular kazandırmaktır! Bu yazı bittiğinde; inşâallah, kucağınızda nurtopu gibi yeni “sorularınız” olacak!

Peki neymiş, bu, doğru bildiğimiz yanlış ve eksik bildiğimiz doğrular?

Bildiklerimizin, doğru olduğunu; ‘Biliyor muyuz’, yoksa ‘İnanıyor muyuz’?

Meselâ: Ben hep merak etmişimdir ama halâ net cevabını bulmuş değilim. O soru şu: NŞA’da (normâl şartlar altında); “su; neden 100 santigrat derecede kaynar, kaynamaya başlar?” Hep virgüllü sayılar, hep kesirli büyüklükler olan bu evrende; su, neden tam da 100 derecede kaynar!? Ne bileyim; meselâ, neden 100,32 veya 101,052 veya 99,870 … değil? Size garip gelmiyor mu bu?

Çarşıdan kendi elimizle alıp, tarttığımız 1 kilo elma bile, tam 1 kilo değilken (o elmalar, 1010 gram, 1100 gram…’dır) ve zaten, tam 1 kilo elma almamız, mümkün değilken!… Elimizde tuttuğumuz 1 metrelik cetvel bile, tam olarak 1 metre değilken; yani mikron düzeyinde, tam 1 metre değilken!… [Gereksiz detay bilgi: SI Sistemine göre (Uluslararası Birimler Sistemi); 1 metre: Işığın; boşlukta, yani vakumlu ortamda 1/299,792,458 saniyede aldığı yol olarak ta’rif edilir.] (Acemi okuyuculara: Bu sayıyı ezberlemenize gerek yok!)

Elhasıl: Planck Sabiti (6.626 069 57(29) x 10-34 J.s), ışığın hızı (saniyede 299.792.458 km.), yerçekimi ivmesi, fizikteki diğer evrensel sabiteler vs… Bütün bunlar; tamsayı değil ve hep kesirli – virgüllü sayılar iken; su, neden tam 100 derecede kaynar!?

Sorularımıza devam ediyoruz. Acaba hiç düşündünüz mü, yani aklınıza geldi mi: Rabbimiz’in herşeye gücü yeter ve hiçbirşeye mecbur ve muhtaç değilken; meselâ, niye canları almakla Azrail Âleyhisselâm’ı görevlendirmiş? Ve hakeza, diğer melekler için de geçerli bir soru bu.

Yeri gelmişken, buraya şu soruyu da ekleyelim: Hani klişe bir söz vardır; “Allah ile kul arasında, vasıta ve aracı olmaz. Allah ile kul arasına kimse giremez…” diye. Peki gerçekten öyle mi? Veya her zaman öyle mi?

Yani eğer bu klişe cümle doğruysa; yaratılmışların en üstünü ve Rabbimiz’e en yakın olan ve âlemler bile O’nun hürmetine ve O’nun nurundan yaratılan Hz. Muhammed Efendimiz (S.Â.V.) bile; Rabbimiz’le irtibatında, yani Allahû Teâlâ’dan emir – vahiy alırken; arada, aracı olarak; Cebraîl Âleyhisselâm vardı! Bunu nasıl açıklayacağız!?

Tabiri caizse, “Rabbimiz’in tekellümü”; yani “vahiy”, niye direkt olmadı da; arada, bağlantıyı sağlayan, haberi getiren / taşıyan bir meleğe ihtiyaç duyuldu? Veya ihtiyaçtan değilse; aracı bir meleğin olması, hangi hikmete binaen gerekti?

Ayrıca, dikkatinizi çekerim: “Allah ile kul arasında vasıta olmaz, araya kimse giremez” diyen siz bile; Rabbimiz’in emir – yasaklarını, bir “vasıta ve aracı”, yani Peygamber aracılığıyla öğrendiniz! Direkt Rabbimiz’le siz muhatap olmadınız, size vahiy gelmedi / gelmiyor yani!…

Başta söylediğim gibi: Bu yazımızda, sizi ‘bilgi sahibi’ değil, ‘soru sahibi’ yapmayı amaçladık. Bu sebepten; bu yazıda cevaplar yok, cevapları vermeyeceğiz.

Fakat, bu sorulardan, daha enteresan birşey soracağım size: “Allah ile kul arasında vasıta olmaz” diyen, sizin aklınıza niye gelmedi bu sorular!? Yani: Hem “vasıta olmaz” bilginizle; hem de “Peygamberin bile, vasıtalı olarak vahiy aldığı” bilginiz arasındaki; tezat veya tenakuzu nasıl farketmediniz!? Bu iki çelişkili bilgi, zihninizde karşı karşıya gelip, ‘kimyevî reaksiyona’ girmedi mi, birbirlerine ‘fizikî itme’ uygulamadı mı? Bu iki bilgiyi nasıl telif edip, barıştırdınız?

Veya: “Allahû Teâlâ’nın herşeye kâdir olduğu ve yardımcıya, aracıya, hiçbirşeye muhtaç olmadığı” bilginizle; “Azraîl Âleyhisselâm’ın, canları almakla görevlendirilmesi; Cebraîl Âleyhisselâm’ın, vahiy getirmek / taşımakla görevlendirilmesi” bilgisi arasındaki, boşluğu da mı görmediniz!? Gördüyseniz; nasıl doldurduğunuzu, cidden çok merak ediyorum!

Durun, cevap vermeyin! Benim çevremden gördüğüm şu: Zihin uzayında, bir yere bağlanmadan; herhangi bir yörünge takip etmeden, uzay boşluğunda başı boş dolaşan bu bilgi parçalarını; çoğu kişi, birbirine / bir yere bağlamamış; bu bilgi kümeleriyle, “dört işlem” yapmamış! Bu konuda kabiliyet ve istidatı olanlar bile; bu seyyareleri birleştirip; buradan, yeni sonuçlar çıkarmaya istekli değil; yeni şeyler inşa etmeye, çalışmıyor!… (Herhâlde, bunlar sınavda çıkmaz diyedir!)

Halbuki bilmenin, ilim öğrenmenin gayesi; “bilmek” değilki! Öğrenmenin gayesi; ezberlemek ve hafızaya doldurmak; sonra, soran olunca da, doğru cevabı vermek değilki!…

Yani demem o ki: Şöyle biraz okumaya ara verip de; hızımızı kessek ve hattâ dursak! Hiçbirşey okumasak, dinlemesek ve hattâ görmesek!… Dünyayla online bağlantımızı sağlayan portlarımızı, duyu kanal / kablolarımızı kapatsak! İç uzayımızda biraz gezintiye çıksak! Biliyorum: Beş dakika bile dayanamaz, sıkılırsınız! Niye?: İçimiz bomboş ve ıssız, karanlık ve çorak çünkü! Bunu nereden biliyorum?: Kendimden biliyorum!…

Hergün yeni birşeyler oku, geç; oku, geç! Devamlı oku, devamlı koş! İşe koş, okula koş, markete koş!… Hep bir acele ve geç kalmışlık endişesi, yetişememe korkusu!… Zihnimiz dağınık ve paramparça! Zihnimiz, bu ân / mekânda durmuyor! Sakince oturduğumuz koltukta bile; geçmiş dakika / saat / günde, yaşadıklarımızı düşünüp; 1 dakika / saat / gün sonra, ne yapacağımızı plânlıyoruz. Yani: Beden burada; zihnimiz ise, bir geçmiş, bir gelecekte! Yani: “Şimdi”yi yaşamıyoruz! Şimdi’ye odaklanmıyor, farketmiyoruz bile! Bu ân / mekânı yaşamıyoruz! Yani: Reel ve tek gerçek sermayemiz olan, “hazır şimdi”; elimizden, şimşek hızıyla kayıyor, kaçıyor! Niye?: Mevhum geçmiş ve gelmemiş geleceğe, zihnimizi dağıttığımız için; zihnimizin farlarını buraya tuttuğumuz için!… Birisi birgün; “Hızın zararı, Durmanın fazileti” hakkında bir yazı yazmalı bence. (Bir de: Bir nevi ‘Anti Mi’rac’ olan; Hz. Âdem Âleyhisselâm’ın, dünyaya indirilme olayı hakkında.)

Konu dağıldı! Nerede kalmıştık?… Öğrendiklerimiz üzerinde, biraz yoğunlaşma ve dikkat ve tefekkür, hiç yapmıyoruz diyordum. Bir sürü şey biliyoruz; yani genişlik var ama derinlik yok! Bildiklerimizi eyleme döküp, gereğince amel etmememizin en önemli nedenlerinden biri de, işte bu derinliğin olmayışı bence. Söylem ve eylemlerimiz arasındaki mesafe, bu sebepten kapanmıyor galiba.

Senelerce hafızada, örümcek bağlayıp, paslanmaya başlayan bu “sindirilmemiş bilgiler”, üzerinde, herhangi bir tefekkür ve gereğince amel ve gayret olmayınca da; öyle ‘vahiy’ gibi, gökten, yeni soru ve cevaplar da inmiyor hâliyle!… Her bildiğimiz ve yeni öğrendiğimiz şeyleri; onlar sanki bir ‘rakam’mış gibi; bu veri / bilgilerden, yeni problem ve çözümler üretmeliyiz bence… İnsanın, merak ve soruları yoksa; o soruları canını acıtmıyorsa; o insan, konforunu bozup, yeni birşeyler öğrenmeye gayret etmiyor. (Sınavda çıkacağı için, gayret etmesi hariç.)…

Bu sebepten; okullarda öğretmenin vazifesi, çocuklara birşeyler ‘öğretmek’ olmamalı bence! Zihinlerine, birşeyler ‘yığmak ‘olmamalı. O çocuğa, ‘merak ve motivasyon’ kazandırmak olmalı bence. O merak ve şevki kazandıktan sonra; öğretmenin, o dersi / konuyu öğretmesine gerek bile yok. O çocuk; internetten, kitaplardan, birilerine sorarak, bir yerlerden öğrenir zaten!…

Sınav ve öğretmen zoruyla değil; yani ‘dışarıdan gelen bir zorlama ve itmeyle, mecburiyetle’, değil; ‘içten gelen bir çekim ve istekle’ ve kendi gayretiyle, bu bilgileri öğrenen bu çocuğa; öğretmenin ikinci görevi ise: Bu bilgileri nasıl kullanacağının; bunlarla, zihninde nasıl bina inşa edeceğinin, yollarını göstermek olmalı bence. “Düşünmeyi öğretmek” yani. (Bol bol kullandığım bu ‘bence’leri de, didaktik ve buyurgan bir üslûp olmasın diye; ‘kerhen’ kullanıyorum yani. 🙂

Fakat şu notu da düşeyim: İstidatı olmayan bir insanı da; “İstanbul’u fethedecek yaştasın!” gibilerinden hamasî laflarla, gaz verip, şişirmeye ve gereksiz yere motive etmeye çalışmak da, vakit ve emek israfı olur. Boyunu çok aşan hedeflerle, yüz defa başarısızlık yaşamış o çocuk; birgün size kızıp: “İyi de, onun babası 2. Murad!” diyebilir yani!… (‘İstidatı yok’ derken; her insanın istidatı olduğu meslek, meşreb, meyil ve mizaç, karakter, huyu farklıdır. Yani: Hiçbirşeye kabiliyet ve istidatı olmayan insan, yoktur zannediyorum.)

‘Eğitim şart, işim başı eğitim…’ Klişesi!

İşte, öğrenilmiş hazır cevaplarımızdan birisi de bu!… Beşerî münasebetlerde artan çözülme ve bozulma; dolandırıcılık ve diğer suç oranlarının konuşulduğu her yerde, konuşma ve tartışmaların geldiği son nokta genellikle “eğitim ve öğretim” olur. Herşeyin başının “eğitim” olduğu, bütün bu problemlerin eğitimle çözüleceği ifade edilir. Klişe ifadeyle, “işin başı eğitim.”

Halbuki, işlenen suç oranlarında “eğitimli” ile “eğitimsiz” arasında kayda değer bir fark olmayıp; üstelik eğitimlilerin işlediği suçlar, genelde “nitelikli suçlar” kapsamına girmektedir!… Üstelik bu nitelikli suçları işleyenler, yakalanmamakta da mahirler! Fatura – muhasebeleştirme hileleri, mevzuattaki açıklardan faydalanma, delilleri karartma, suçu başkasının üzerinden işleme veya başkası üzerine yıkma… gibi izledikleri yöntemlerle; bırakın bunları ‘yakalamak,’ suçlu olduklarının bile tespiti zor!

Yani ‘eğitimliler’ suç oranlarını azaltmıyor; bilakis, bir de suçların “kalite” ve “çeşidini” arttırıyor! Üstelik; (argo ifadeyle) onlar, daha çok götürüyorlar! Yani: Mevcut Eğitim – Öğretim Sistemimiz, suçu engelle(ye)miyor; üstelik işlenen suçları “nitelikli” hâle getirip, bir de “çeşit” ve “sayısını” arttırmaya, katkı sağlıyor!

“Eğitimli suçlular” içerisinde, herhangi bir firma veya devlet kademesinde, uzman veya yönetici konumlarında olanlar var ise; bunlar bir de, yüksek miktarda hisse ve sermaye veya insana etki ediyor veya yönetiyorlarsa; bu yetmezmiş gibi, bir de firma – sektör – devlet hakkında, stratejik / kilit bilgilere sahiplerse; bu kişilerin işledikleri suçlarda; çaldıkları miktar ve ‘firma – devlet – vatandaşa’ verdikleri zarar; eğitimsizlerin işledikleri ‘âdi suçlara’ kıyasla, daha fazla olur.

Bir vesileyle, başka bir yazımızda geçtiği gibi: Okuma – yazma öğrenecek kadar bile günümüz eğitim çarkından geçmemiş köydeki Çoban Mehmet’e, yönetmesi için en fazla bir koyun sürüsü emanet edilir. Kimseye farkettirmeden; sürünün bir kısmını çalıp, pazarda satmayı kafasına koyan Çoban Mehmet’in sınırları bellidir. Öyle “koyunları kaç tür, hangi yöntemlerle gaspedebilirim, suçumu nasıl gizlerim, hangi yalanlar inandırıcı olur, pazarda tanınmamak için ne yapabilirim” gibilerinden şeylere de, kafası fazla çalışmaz! Zaten imkânları belli, seçenekleri kısıtlıdır. Elindeki gücü; en fazla, kendisine emanet edilen sürüden birkaç koyunu, pazarda satması olabilir. Ve daha ilk suçunda da, akşam sayımında, yakayı ele verir. Sonuçta kendisine emanet edilen koyun sayısı belli, geri gelen belli ve bunu saklaması da mümkün değil. Ne olur?: Böylelikle bir daha kimse hayvanını Çoban Mehmet’e teslim etmez. Daha ilk hırsızlığında yakalanıp, ismi çevre köylere kadar yayılan Mehmet’in, aynı suçu bir daha işlemesi zordur!…

Sonuç olarak: İşlenen suçlarda; eğitimlilerin, eğitimsizlere oranı konusunda, elimde herhangi bir veri yok. Ama veriden ziyade, emin olduğum birşey var: Eğitimlilerin, işlediği nitelikli suçların; kalite ve nitelik, çeşit ve sayı ve tekrarlanma oranı; ayrıca, zarar verme genişlik ve miktarı ve bu tür suç(lu)ların tespit ve ispat zorluğu… gibi nedenlerle; “eğitimli suçlular,” eğitilmemiş suçlulara göre; kıyas kabul edilmez oranda önde!… İşlenen suç çeşitlerine göre, bu oran değişebilir ve suçun çeşidine göre, bazen “eğitimsiz suçlulular” öne geçebilir ama bu, iddiamızı geçersiz kılmaz. Sadece, istisnaları olduğunu gösterir.

Resmin bütününde görünen genel manzara bu. Demek ki “eğitim, okumak”; suçu engellemiyor, bilâkis suçların nitelik ve kalite, sayı ve çeşidini arttırıyor!… Demek; “eğitim”i çözüm olarak görmeden önce, mevcut “eğitim – öğretim” sistemini, başlıbaşına bir problem olarak görüp, önce bu problemi çözmeli. Yaşadığımız problemlerin bir nedeni de, bu eğitim – öğretim sistemi bence. Eğitimdeki sorunları çözmeden; “eğitim”, başka derde çözüm olmaz. Çünkü: Bu sistem; 1 “niteliksiz suç(u)/luyu” engelliyorsa; 10 tane de “nitelikli suç/lu” üretiyor!…

Haftaya; “İslâmî B/ilim” yazılarımıza gelen, klişe soru ve itirazlara; bunlardaki, ‘doğru bilinen, yanlış ve eksik bilinen, doğrular’a örnekler vereceğiz inşâallah.

Biraz spoiler verelim: “Bilim; inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız ve tüm inanç/sızlık’lara nötrdür…Bilim, sorgulama ve bilgi işi; din, inanç ve teslimiyet işidir… Bilim, neden – nasıla; din, kim – niçine cevap verir… Bilim, bilimdir; İslâmîsi – gayri İslâmîsi olmaz. Meselâ: İslâmî Bilim olunca; müslümanlar, suyun kaynama derecesini farklı mı bulacak / ölçecek!?… Bilim, evrendeki olayların neden ve işleyiş mekanizmalarını söylüyor zaten! Siz; bilim’in, nedenini bulamadığı hangi şeye, ‘Tanrı’yı sıkıştırıyorsunuz!? Meselâ: ‘Bilim; bunun nedenini bulamadı, bilmiyor, zaten bunun nedeni yok; demek ki, bunu Tanrı yapıyor’ mu diyorsunuz!?… İlim – İrade – Kudret sahibi ve devamlı faâl / fail  bir Tanrı olmadan; evren, failsiz olarak, neden ve niçin ayakta duramaz ve çalışamaz ve birşey üretemez!?…” gibi, soru ve iddia ve haksız itirazlara dokunacağız.

Orada da görülecek ki; bu gibi itiraz ve soruların nedeni, gene ‘doğru bilinen, yanlış ve eksik bilinen, doğrular.’ Eksik ve / veya yanlış bilgi kaynaklı, bu gibi itiraz ve soruların nedeni: İki tarafın, birbirini anlamaması. Bunun da nedeni: İki tarafın, kendini anlatamaması. Bunun da nedeni: İki tarafın, birbirini dinlememesi. Bunun da nedeni: Bunları konuşmak / tartışmak için; iki tarafın, biraraya gelmemesi. Özetle: İletişim eksikliği!… Keşke, rutin, her akşam olan televizyon programlarında, bu tür konular konuşulsa. Hattâ evdeki seyirciler de, görüntülü sohbetle, konuşmaya dahil olsa…