Kategori arşivi: Aile Sağlık

MAHALLEDE SEFERBERLİK İLAN  EDİLMİŞTİR!

MAHALLEDE SEFERBERLİK İLAN  EDİLMİŞTİR!

 KONU: Sapkın fikir akımları

“İnsanlar hiç imtihân edilmeden, (sâdece) “Îmân ettik!” demeleriyle (kendi hâllerine) bırakılıvereceklerini mi sandılar?”[1]

Müslüman olarak yaşamak ve itikad ve amelini muhafaza etmekle mümkündür. İnsan hayatı boyunca hem hayatının idamesi, devamı hem de manevi hayatının sağlıklı bir şekilde devam ettirmesiyle mesuldür.

İman ettikten sonra, imanın getirmiş olduğu hem bir manevi rahatlık hem de mesuliyetler başlamaktadır. Bizler Müslüman bir aileden doğmakla İslamiyeti araştırtmak ve merak etmek mevzuunda pek ihtiyaç hissetmiyoruz toplumsal olarak.

Müslümanları, dinden uzaklaştırmak için bir çok felsefi akım akın akın Türkiye’de faaliyet göstererek bu coğrafyanın evladını dinsiz, ateist, deist.. yaparak cehenneme ehil olacak bir hale sukut ettirmek için var güçleri ve yeni tarzlarda saldırılarını, hamlelerini devam ettirmektedirler.

Bu komitelerin özelliklerini Risale-i Nur Külliyatından şu şekilde okuyabiliriz.

  • “ecnebi hesabına
  • ve küfür
  • ve ilhad namına
  • bu milleti ifsad
  • ve bu vatanı parçalamak fikriyle,
  • Kur’an hakikatına
  • ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden
  • ve çok şekillere giren
  • bir gizli ifsad komitesi..
  • kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlar
  • Müslüman kisvesindeki propagandacıları..”[2]

 

  • “din, ahlâk ve an’ane aleyhinde olup pek müdhiş bir tahribat [yapan]
  • umum dünyaya karşı müfsid, yırtıcı [olan]
  • rejim-i küfrîsi [sahibi]
  • devletler mabeyninde tedbir aldıran
  • ve bununla beraber haricî, gizli ifsad komiteleri de bu vatan aleyhinde müdhiş bir herc ü merce çalıştıkları [kesin olduğu]

bir zamanda.. Risale-i Nur o tahribatçı cereyanı durduran Kur’anî ve imanî bir seddir..

 İman hizmetinin manevî, uhrevî faidelerinden kat’-ı nazar, dünyevî, millete ait mühim bir faidesini vaktiyle Üstadımız şu suretle ifade etmiştir ki, zaman bunun ne kadar doğru olduğunu göstermiştir.

..bu memleketin, bu vatan ve milletin saadet-i hayatiye ve ebediyesi noktasında [dikkat edilip tedbirlerinin alınması gereken] iki müdhiş cereyan var:

Birisi: Şimalde çıkan dehşetli dinsizlik [komünizm] cereyanı..

İkincisi: Bin seneden beri İslâmiyet’in kahraman bir ordusu ve bayraktarı olan Türk milletine âlem-i İslâm’ın adaveti..”[3]

 Bediüzzaman Said Nursi, eserleri olan Dirayet tefsiri[4] olan Risale-i Nur Külliyatında[5] tüm bu sapkın fikirlerle mantık sahasında kıyasıya bir mücadeleye girişmiştir. Ateizm ve komünizm’in ana omurgasını çökerterek imha etmiştir, Kur’an ve Sünnet nuruyla[6] buna Allah’ın izni ve adetullahın[7] gereğince hareket ederek muvaffak olmuştur.

Çünkü her daim kulağında “Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.”[8] İkazı çınlamaktadır üstad Bediüzzaman Hazretlerinin.

“Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir..”[9]

 

“Ey insanlar! Allah’ın vâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!”[10]

Şüphesiz ki, bu hayatın imtihanları herkes için geçerlidir. Yani gün herkese 24 saat sene 365 gün.. dünya tüm cazibesiyle insanların karşısında arz-ı endam etmektedir.

 

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.”[11]

Sapkın fikir akımları asla ülkemizi boş bırakmamaktadır ve bırakmaya da niyetleri yoktur. Çünkü üst nedendir bilinmez bu coğrafyadan çok iyi beslenmekte ve sürekli tip tip aktörler bulması gösteriyor ki buralar onlar için münbit bir zemin.

Sapkın fikirler hem sırayla hem de aynı zamanda satranç oynamakta. Yeri geliyor birbirinden çok farklı görünüyor yeri geliyor beraber hareket ediyor. Bu da gösteriyor ki kuklalar farklı; ama kuklacı aynı.

Lgbt sapkınlığı bir zamanlar komünizm ve ateizmin sahasında kendini gösteriyor.

“bir kıvılcım Avrupa içerisine sür’atle yayılarak büyük bir yangın halini aldığından, bütün milletler seferî vaziyetinde bulunduğundan Türkiye de kısmî seferberlik yaptı.”[12]

 

“küfr-ü mutlak yangınının mahallemizi sardığı ve kızıl kıvılcımlarının saçaklarımıza sıçramak üzere..”[13]

İslam toprakları olan günde 5 vakit tevhidlerin minarelerimizden yankılandığı topraklarımızı ve gençlerimizi bu sapkınlıktan korumak için tüm mahalleli seferber olup elinden geleni yapmalıdır. Başka yazılarımda belirttiğim gibi yeni bir döneme giriliyor ve kapı aralandı. Hem transhümanizm hem de saz ekibi olan diğer sapkın akımlar yani izm’ler tevhid sadalarını susturmak için sahada.

 Bakın sokaklarımıza yatak kıyafetiyle gezen gençler var. Bu gençler uzaydan inmedi buralara. Tebliğ ve irşat hizmetlerinin aksatılması ve önem verilmemesi veya yeterli kadar yapılamaması toplumsal çıplaklık ve edepsizliği arttırdı. Bu gençler birinin kızı, kardeşi, yeğeni neticede.

Elhasıl: tevhid sancağının dalgalanması için gençlerimizden başlayarak tüm toplumumuza İslami ve milli kimliklerimizi aşılamak ve benimsetmekle mükellefiz. Aksi taktirde dinsiz, milliyetsiz, kimliksiz, cinsiyetsiz, cibilliyetsiz, karektersiz bir topluma evrilecektir vatanımız.

Bu rol model konusunda tüm mahallede seferberlik ilan ediyorum. Esnafı, amiri, memuru bu seferberliğe katılmak zorundadır.

Unutmayın! Kaybetmeye en yakın olanlar kendilerini galip görenlerdir.

Lgbt içindeki sapkınlıklar için Kur’an-ı Kerim ayetleri diyor ki,

“İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor.”

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), kadına benzemeye çalışan erkekleri ve erkeğe benzemeye çalışan kadınları lanetle anmış.”[14]

“Alemlerin içinde erkeklere mi gidiyorsunuz? Ve Rabbinizin, sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyorsunuz? Siz sınırı aşan kavimsiniz.”[15]

“Lût”u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: “Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz!” / “Çünkü siz, kadınları bırakıp da cinsel tatmin için erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz.” /Kavminin cevabı, “Onları (Lût ve arkadaşlarını) memleketinizden çıkarın! Çünkü onlar fazla temizlik taslayan insanlar!” demelerinden başka bir şey olmadı. / Biz de onu ve karısı dışındaki aile fertlerini kurtardık.

Karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi. / Ve üzerlerine dehşetli bir yağmur (taş) yağdırdık. İşte gör günahkârların sonunun ne olduğunu!”[16]

 

Selamve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 


[1] Ankebût Suresi 2. Ayet Meali | Hayrat Vakfı

[2] Şualar ( 288 )

[3] Emirdağ Lahikası-2 ( 196 )

[4] Risale-i Nur, bu asrın ihtiyacına tam cevab veren yegâne tefsir-i Kur’anî olduğu, enaniyetini hakka feda eden faziletperver İslâm üleması tarafından tasdik ve fevkalâde bir şekilde takdir ve tahsin edilmiş ve edilmektedir. Tarihçe-i Hayat ( 697 )

[5] o risaleler ki, herbiri başlı başına menba’ları ve mecraları ayrı fakat bir bahr-i muhit-i ummana dökülen nehirler gibidir. Sonsuz olan bu nehirlerin, hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için cedveller yaparak hangi tarafa götürülse, azîm cemaatler nasıl tefeyyüz etmez? Barla Lahikası ( 94 )

[6] Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmiş.. Mektubat ( 342 )

Ÿ Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan Ehl-i Hak mezhebinden ayrılmamak ve Kur’an’ın çetin ve metin kal’asına girerek Sünnet-i Seniyenin muktezasına tevfik-i hareket eylemekle kurtulmağa muvaffak olunaca[k].. Barla Lahikası ( 152 )

[7]  (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah’ın emirleri, O’nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. “Âdetullah” yerine “tabiat kanunu” demek yanlıştır.

[8] Tarihçe-i Hayat ( 58 ) aynı mana için Bkz. Muhakemat (152)

[9] Muhammed / 36| Diyanet Meali

[10] Fâtır / 5| Diyanet Meali

[11] Hadîd / 20 | Diyanet Meali

[12] Kastamonu Lahikası (61)

[13] Emirdağ Lahikası-1 ( 133 )

[14] Buhari, Libas (61-62)

[15] Şuara, (26/165,166)

[16] A’râf, (7/80-84)

Eyyâm-ı Bıyd Orucu’nun Hikmetleri

Soru: Her ayın 13-14-15’inde oruç tutma ile insanın biyolojik bağlantısı, kâinatın bağlantısı ve dinî bağlantısı nedir?

Cevap: Eyyâm-ı bîyd orucu, çok yönlü ele alınması gereken bir hakikattir. Bu meseleye psikoloji, astronomi, fizyoloji, biyoloji, coğrafya, fıkıh, tasavvuf, ahlak gibi boyutlarla bakılabilir.

Astronomi, coğrafya, biyoloji, fizyoloji ve psikoloji bilimleri bağlamında meseleye bakılırsa: Yeryüzündeki hayat ve şartlar güneşle bağlantılı olduğu gibi ay ile de bağlıdır. Deniz kıyılarında meydana gelen med-cezir olayları ayın yakınlığı ile Allah’ın dünya üzerine koyduğu bir kanundur. Ay dünyaya yaklaştıkça, “cezir” (çekilme) olur; Ay uzaklaştıkça “med” (ilerleme) meydana gelir. Ayın dünyaya en yakın olduğu zamanlar ayın dolunay halinde gerçekleşir. Bu ise ay takvimi olan hicrî takvimde her ayın 13-14-15’ine bu tekabül eder. Bu med-cezir hadiseleri âfâki manada deniz, okyanus kıyılarında kendini net gösterir. Enfüsî manada insan bedeninde de etkisini gösterir. Çünkü insan vücudunun, çocuklukta %70-71’i, yetişkinlikte ise %60’ı, sudur. İnsanın kanı temelde suya dayanır. Bu noktada her ayın 13-14-15’inde insanın kanındaki çekilme ve dalgalanma zirveye varır. İnsanın kanındaki bu dalgalanma insanın psikolojisini etkiler. Bu durum ise insanı suça teşvik eden duygusal boyutları tetikler. Öfke ve şehvet gibi… Amerika’da yapılan bazı araştırmalar suç oranlarının ay takvimiyle bu günlerde zirve yaptığını göstermiştir. Tam bu noktada Hz. Peygamber’in o 3 gün art arda oruç tutulmasına yönelik tavsiyesi, tam manasıyla kasdî bir uygulama ve koruyucu bir hekimliktir. Bu noktada insan biyolojisi ile kâinat arasındaki ciddî bağlantı net olarak görünüyor.

Din felsefesi, fıkıh ve dinî yaşam bilimleri boyutuyla konuya bakılırsa: Ay ve insan psikolojisi ve neticede sosyal hayat problemleri arasındaki ilişki Kur’anda şöyle ifade edilir:

Felak suresi’nde “ve min şerri ğâsıkin iza vekab” âyeti bulunuyor. Bir gün dolunay zamanında veya ayın göründüğü başka bir vakitte Resulullah (ASM), Hz. Aişe’ye

-“Felak suresindeki ‘Ğâsık’ nedir, biliyor musun?” diye sorar. O da:

-Allah ve Resulü daha iyi bilir, der. Bunun üzerine Resulullah (ASM) parmağıyla ayı göstererek:

-“Ğâsık, odur” der.[1]

Felak suresini, bu hadisle beraber okuduğumuzda görüyoruz ki ayın şerri vardır ve insanı kötülüğe sevk eden güçlü bir bağlantısı bulunuyor. Resulullah ayın şerrinden korunma ve dolayısıyla İslamiyetin sosyal hayat düzenini koruma noktasında başta Ebu Hureyre (RA) olmak üzere bazı sahabelere her ayın 13-14-15’inde “Eyyâm-ı Bîyd” (Beyaz, parlak günler) adı altında oruç tutmalarını tavsiye eder. Onlar da bu tavsiyeye uyarak oruç tuttuklarını ifade ederler. Kendisi de bu oruca devam etmiştir. Eşi Hz. Hafsa bint-i Ömer (R.Anhuma) der ki:

“Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terk etmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce’nin ilk on gününün orucu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından önce iki rek’at namaz…”[2]

Arap dili ve edebiyatı noktasında eyyâm-ı bıyd tabirine bakılırsa: Arapça’da “eyyâm” özel günler için kullanılan bir tabirdir. Cahiliye döneminde eyyâm kelimesi, savaş, kıtlık ve benzeri önemli vak’aları ifadede kullanılmaktaydı. Bu yönden de bakılırsa, ayın 13-14-15’i o ay içindeki özel ve önemli günlerdir diye de anlaşılabilir. O günlerin gündüzünü oruçla değerlendirmek ve gecesini ise ilim, zikir ve ibadetle geçirmek dil felsefesi açısından da önem arz etmektedir.

Fıkıh bilimi açısından eyyâm-ı bıyda bakılırsa: Hadislerde vurgulandığı ve âyette ifade edildiği üzere, 1 iyilik 10 olarak yazılır.[3] Her ay ortalama 30 gündür. Bu durumda her aydan 3 gün oruç tutan kişi, 30 gün tutmuş olarak sevap alır. Her ay bu orucu tutan kişi ömür boyu oruç tutmuş gibi olur. Bu konuda Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurur:

“(Ramazan ayının dışında ) Oruç tutmak istediğin zaman, ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tut.”[4]

“Kim her aydan üç gün oruç tutarsa ömür boyu oruç tutmuş gibi olur.”[5]

Coğrafya ve kozmografya bilimleri noktasından bakılırsa burada senenin 365 gün olduğuna da bir işaret bulunuyor. Çünkü Hz. Peygamber’in ifade ettiği üzere Ramazan Bayramı’nın 1. Günü ve Kurban Bayramı’nın 4 günü oruç tutmak haramdır.[6] Bu durumda oruç tutulabilen ve her aydan eyyam-ı bıyd orucu tutmakla oruç tutulmuş sayılan 360 güne, 5 gün de oruç tutulması haram olan günlerin sayısı eklenirse bir yılın 365 gün olduğu sonucu ortaya çıkar. Bu ise, coğrafya ve kozmografya bilimine dair dinin bir nüktesi olur.

Psikoloji, psikoterapi, nefis tezkiyesi ve ahlak bilimi noktasından bakılırsa: Her ay bu 3 gün art arda oruç tutmak, insanın kanındaki faaliyetlerden beslenen nefs-i emmarenin[7] tezkiyesine yol açtığı gibi duygusal dalgalanmaları yol açacağı taşkınlıkları da kırar. Orucun periyodik olarak sürekliliği nefis tezkiyesinin sürekliliğine yol açıp şahsa tezkiye şuuru ve otokontrol mantığı verir. Bu 3 gün her ay nefsin öfke ve şehvetinin depreştiği zaman dilimi olduğu, bunun ay tarafından tetiklendiği ve bu depreşmeyi durdurmak için oruç iklimine girmek gerektiğini algısı kökleşir ve kemikleşir. Çünkü oruç, nefis tezkiyesi; namaz, enaniyet terbiyesi; zekât ise, mal tezkiyesidir. Bu orucu 3 ay tutmayıp 3 ay art arda tutan kişi o günlerdeki kendi psikolojilerini ve sonralarını kayıt altına alsa farklarını kendinde gözlemleyebilir. Orucun nefis tezkiyesi yönünü ve şerden insanın uzaklaştırmasını fark edebilir. Bu çerçevede eyyâm-ı bıyd tam bir psikolojik gözlem aracı, psikoterapik bir faaliyet olmaktadır. Ayrıca insanın ahlakı, kendinde aklî-gadabî-şehevî kuvvetlerin dengeye getirilmesi ile tahakkuk ettiğinden, bu kuvvetler ise oruç ve namaz gibi ibadetlerle kendilerine karşı bilgi ve hikmetle yapılan mücadelelerle dengelendiğinden, insanın bu kuvvetlerinin ayın 13-14-15. günlerinde dalgalanması zirve yaptığından eyyâm-ı bıyd orucu ahlakın tahakkukunda kilit rol oynar. Ahlakın sabitleşmesi ile seciye (karakter ve duygusal dinginlik) meydana gelir. Ahlakı gerçek ahlak kılan ise sabitleşmesidir. Bu sabitleşme ise kuvvetlerle mücadelenin sürekliliğini gerektirir. Bu durumda her ay periyodik olarak yenilen eyyâm-ı bıyd orucu ömür boyu süren bir ahlakî tahakkuk ve seciye kazanım yolculuğunu insana yaptırır. Bu çerçevede dinin tavsiye ettiği bu oruç ahlak felsefesi açısından tam bir mucizedir.

Usul-u fıkıh ilmi açısından bakılırsa: Hadislerde bildirildiği ve uyarıldığı üzere yalnızca Cuma, Cumartesi veya Pazar tutmak mekruhtur. Hz. Peygamber şöyle der: “Kimse Cuma günü oruç tutmasın. Ancak bir gün önceden veya sonradan oruç tutuyorsa bu takdirde Cuma günü de oruç tutabilir.”[8]

“Allah’ın farz kıldığı oruç dışında, sadece cumartesi günü oruç tutmayın. Eğer üzüm kabuğu ve ağaç dalından başka bir şey bulamazsanız bile o gün onları çiğneyerek oruç tutmadığınızı gösterin.”[9]

“Cumartesi ve pazar günleri müşriklerin bayram günleridir. Ben onlara muhalefet etmek isterim.”[10]

Cumartesi ve Pazar günleri orucunun bir hikmeti ise ehl-i kitaba muhalefettir. Tek Cumartesi orucu, Yahudilere benzemektir; Pazar orucu, Hıristiyanlara benzemektir. Cuma ise müminlerin bayramıdır. Bu 3 günden herhangi birini tutmak mekruhtur. Cumartesi-pazarı birleştirip tutmak ise müşriklere benzemektir. Bu da Allah resulü tarafından yasaklanmıştır. Fakat 3’ünü art arda tutmak dinen engel teşkil etmez. Bu çerçevede ayın 13-14-15’i hangi günlere gelirse gelsin nafile oruç tutmak caizdir. 13’ü cuma dahi olsa eyyâm-ı bıyd orucu tutulabilir. Ayrıca bir günlük orucun tesiri ile 3 gün art arda tutulan orucun şahıs üzerindeki etkisi arasında büyük fark olduğu tecrübelerle sabittir. Bu manada bir günlük orucun tesiri, 1 rakamı ile anlatılırsa 3 gün art arda oruç 111 etkisi uyandırır. Bu çerçevede eyyâm-ı bıyd orucu, orucun bağımlılık kırıcı yapısını ve ruhani etkisini gösteren bir paket programı ifade eder. Bu noktada hadis, sahih bir nafile oruç mantığını öğreterek fıkhî bir pencereyi de açar.

Sembolizm ve manevi ilimler noktasından bakılırsa: İnsan aklı bir ay gibidir. Kur’an ve vahiy ise bir güneş gibidir. Ayın kendine has ışığı yoktur. O, güneşten aldığı ışığı gösterir. Aynen bu ilişki gibi insanlar da bilgilerini, kâinattan veya doğrudan vahiyden alırlar. Akıl, bilgi üreten bir üreteç değil dıştan gelen bilgiyi işleyen, süzen ve ayrıştıran bir fabrikadır. Bu manada insanların akılları tam manasıyla bir ay gibidir. İnsan aklının bilgi kaynakları, yaşanan anda insanı çevreleyen âlemden “göz” ile alınan bilgiler; geçmiş zamandan nakledilen veya insanın bulunulan anda gözlemleyemediği olaylardan “kulağına” aktarılan haberler; kişini duygularıyla sezdiği veya “kalbine” doğan manalardır. Vahiy, kalbe doğan mana ve hakikatlerdir. Fenler ise, kevnî âyetlerden oluşan Kâinat Kitabı’ndan göze yansıyan ve kulağa gelen kanun ve hakikatlerdir. Bu manada ay ve insan aklı arasında tam bir örtüşme ve benzeşme vardır. Bu ilişki çerçevesinde bakılırsa aydaki ışığın sürekli değişimi gösteriyor ki, bir insan düzenli bir tefekkür yapsa, kâinat ve Kur’andan aldığı ve diğer insanlara yansıttığı ilim ve hikmet ışığı her ayın 13-14-15’inde tavan yapacak demektir. Yani insan zihninin her ay en keskin olduğu zaman dilimi, aynı zamanda öfke ve şehvet güçlerinin de tavan yaptığı dönemdir. Bu noktada din, insan aklı için bir fırsat olan bu günlerde öfke ve şehvetin dumanlarıyla onun bulanması ve kör olmasını engellemek için o günlerde oruç tutulmasını emretmesi muazzam bir keşif ve tavsiyedir. Eyyâm-ı bıyd orucu bu manada verimli sonuçlar doğurur. Bu çift taraflı mücadele her ay insana bir konuyu dolunay gibi parlak ve net bir ilim seviyesine ulaştırma imkanı verir. Bu noktada ayın 13-14-15. Günleri, tam manasıyla Risale-i Nur, Fütuhat-ı Mekkiyye ve benzerleri gibi tefekkür ederek okunacak kitapların okunacağı ve art arda toplu müzakere şeklinde incelenerek ders yapılacağı günlerdir.

[1] Tirmizî, Tefsir, Felak suresi.

[2] Ahmed bin Hanbel, Nesâi.

[3] En’am suresi, 160.

[4] Suyuti, el-Camiu’s-Sagir, 1/66 H. No: 892.

[5] Tirmizî, Savm, 54, III, 135.

[6] Buhârî, Savm, 66-67.

[7] Arapça’da nefis kelimesi, NFS kökünden gelmesiyle, kadınların doğum sonrası 40 gün süren kan gelmesi dönemine verilen “nifas” kavramıyla bağlantılıdır. Yani nefis, kandan meydana gelen, kandan beslenen canlı yapı demektir.

[8] Ebû Davud, ”Savm”, 50.

[9] Ahmed, Tirmizî, Nesâî, Îbn Mâce, Ebû Dâvûd ve Hâkim.

[10] Neseî, Cum’a: 1.

Aman Dikkat!

Yıllar geçtikçe daha da meşgul bir adam oluyorum. E-posta kutum daha hızlı doluyor, benden acele cevap bekleyen konuşma veya yazı talepleri, görüşme temennileri, uzman soruları derken zihnim öylesine dağılıyor ki kendimi bunların hiçbirine karşılık veremez halde buluyorum. Bazen de sevdiğim bir insanın yüzüne dalgın bakarken buluyorum kendimi, zihnim bir yerlerde gezindiği için onun hal ve sözlerini kaçırmış oluyorum. Zaten dikkat gerektiren bir işim var, bana emanet edilen öyküleri dikkatle dinlemeli ve süzebilmeliyim ki onca kelimenin arasına gizlenmiş değerli madeni bulabileyim. Bilmiyorum belki yaşlanmaktan, belki de modern hayatın hızlı temposuna katılıp sürüklenmekten ama, bir yazılı metne yoğunlaşmam giderek daha da güçleşiyor. (Birisi Yavaşla diye bir kitap yazmış mıydı?)

Elbette şehir hayatı içinde sessizlik oyukları bulmak da zorlaşıyor, reklam endüstrisi tarafından kirletilmemiş bir boşluk bulmak da. Zihinlerimiz sürekli bir bombardıman altında. Türkiye’de hayat sanki dünyadan daha hızlı akıyor, sayısız olay biz daha onları hazmetmeye zaman bulamadan hızla güncelliğini yitiriyor. Günümüzde kıtlığı çekilen şeylerden birisi de dikkat. Derinleşme ve adanma zorluğu çekiyoruz, büyük emek gerektirecek işleri daha ucuz ve kolay yollarla halledebilmek, derin mevzulara şıpın işi formüller bulmak istiyoruz. Felsefeyi elli soruda bir el kitabından halletmek gibi. Bu yazıda kendi kel başıma bir merhem arayacağım, konumuz dikkatin ekonomisi.

Georg Simmel yüz yıl önce sinir sisteminin modern şehirde aşırı uyarılmasından söz etmişti. Bugün sosyal medyadan üzerimize yağmur gibi yağan mesajlarla birlikte kişinin kendine sahip olma ve dikkatini iradesi yönünde celbetme iktidarımızı kaybetmiş durumdayız. Anda tam manasıyla olamıyor, bir kitaba veya sohbete kendimizi kolaylıkla kaptıramıyoruz. Değişen teknolojik çevremiz daha fazla uyarılma ihtiyacı yaratıyor gün be gün. Uyarının muhtevası anlamsızlaşıyor. Neyin değerli ve dikkate değer olduğuna dair sarih bir cevabımız bulunmuyor. “Dikkat, en üst seviyeye vardığında dua ile aynı şeydir. Ön şart olarak inanç ve sevgiyi gereksinir. Katıksız dikkat, duadır” der Yerçekimi ve Yaratan’ın Lütfu’nda Simone Weil.

Endişe, sıkıntı veya çatışmayla başa çıkmak yerine dikkatimizi yüzeysel olana yönlendiriyor ve orada teselli arıyoruz. Yüzeysel ilgiler derin düşüncenin yerini alıyor. Medya, özellikle ergenlerin kendileri üzerine eleştirel bir biçimde düşünebilme, ahlaki bir tutum ve sorumluluk geliştirme yeteneklerini köreltiyor. Giderek artan sayıda çocuk ve ergen; bir düşünce, duygu veya ödevde kalabilme, onun üzerine yoğunlaşabilme melekelerini kaybediyor. Gürültü ve çelinme her yerde, hep daha fazla uyaran aranıyor ve odaklanma, nadir bulunur bir meziyet haline geliyor. Sonuç: Büyük bir dikkat eksikliği salgını.

Ortamın oluşturduğu bir siste, neyin kayda değer olduğuna dair bir kararsızlık içinde bocalıyoruz. Ruhsal hayatlarımız biçimsizleşiyor ve önüne sunulan her şeyi şuursuzca tüketen obez bir bünyeye dönüşüyor. Ivır zıvır, hayatı sömürgeleştiriyor. Zihinlerimiz artık bedenlerimizin olduğu yerde değil, bu yüzden kendiliğinden bir etkileşim giderek daha az gerçekleşiyor.

Geçtiğimiz günlerde bir kafenin masaları arasından seyirtirken, şaşkınlıkla neredeyse her masada birilerinin önündeki telefon veya tablet ekranına baktığını fark etmiştim. Karşılıklı sessiz oturmak bile bir keyfiyettir, en azından muhatabınızın varlığının farkındasınız. Önümüzdeki ekrana baktığımızda ise muhatabımızı görmemiş oluruz, onun görülme talebini geri çeviririz. Kamusal alanların dikkat çekici teknolojiler tarafından işgal edilmesi insanı insandan uzaklaştırıyor ve üretilmiş bir gerçekliğe yönlendiriyor. Bu üretilmiş gerçeklik de özel şirketlerin mutfağında pişirilip maddi kazanç amacıyla soframıza konuyor. Oysa nefes almak için nasıl temiz havaya ihtiyaç duyuyorsak, düşünmek için de sessizliğe ihtiyaç duyarız.

Dikkatimiz bize aittir. Her şeyin normal seyrettiği bir zamanda neye dikkat edeceğimizi biz seçeriz ve bu da bizim için neyin gerçekten değerli olduğunu gösterir. Ama aynı zamanda dikkatimizi paylaşılan bir dünyaya yöneltiyoruz, bizim nazarımızı celbeden şey bir başkasının nazarını da celbediyor. Dikkatimizi dünyaya çevirerek başka ses ve sözleri dinlemek, başka insanların ve onların iddialarının farkına varmak, ahlaki bir görevdir de. Başkalarının acılarına dikkat kesildiğimiz her seferinde içimizdeki kötülüğün bir kısmını yok ederiz.

Nasıl gıda mühendisleri şeker, tuz ve yağ seviyeleriyle oynayarak damak tadımızı okşayan gıdalar oluşturuyorsa, medya da uyaranlarını en cazip paketler halinde, karşı konulamaz bir biçimde sunar. Dikkatin çelinebilirliği, obezitenin zihinsel eşdeğeri olmuştur. Uyarım daha çok uyarılma ihtiyacını beraberinde getirir. Uyarım olmazsa huzursuzlanırız. Hızla akan imgeler, yüz kırk harfe sıkıştırılmış düşünceler ve gün boyu bizden bir cevap isteyen kısa mesajlar, bize bir kitabın sunduğundan çok daha fazla uyarım vaat eder. Modern tüketici benlik, sabır ve adanmışlığı sevmez. Al ve git. Bak ve git. Sığlaşan dikkat. Liberal agnostisizm bize, insan için iyi olanın seçme imkânında saklı olduğunu söyler. Ancak tercihlerimiz çoğu zaman bize bile ait değildir, biz seçtiğimizi sansak da birileri bizim yerimize seçer, kapitalizm çağında tercih bir sosyal mühendislik eseridir. Büyük veriye sahip zengin şirketler, internet ve diğer sosyal mecralarda izimizi sürer ve bize neyi seçebileceğimize dair bir paket sunar. Geçenlerde sosyal medya uzmanı bir arkadaşım, sosyal medya ağlarının bizi bilgisayar ve telefonlarımız üzerinden dinleyebildiğini ve konuşma içeriğimizi analiz ederek, önümüze yeni alışveriş seçenekleri yığdığını söylemişti. Dehşet verici değil mi?

Düşünmek inziva ister. Tefekkür, dünyaya gitmek, onunla konuşmak ama sonra yaşadıklarımızı hazmedebileceğimiz bir tecrit hücresi bulmakla gerçekleşir. İçe dönüş olmadan ne güzel bir dize çıkar, ne de ilham verici bir düşünce. İbadet de önünde sonunda bir sevgi yoğunlaşmasıdır, Allah ile aradaki perdelerin kalkması, onun varlığına dikkat kesilerek sadece huzurda olma halidir. Dikkat, hayret ve şükranı besler. Bir çiçeği dikkatle inceleyen kişi onun yaratılışındaki güzelliği görmezden gelemez. Dikkat, bizi kendimizden alıp güzelliğe taşır.

Dikkatimize el koyan teknolojilerle doymuş bir kültürde, içsel hayatlarımız ekilip biçilecek boş bir arazi gibi düşünülüyor. Reklam ek, tüketim biç. Reklamın zihnimize çarpmadığı bir zaman ve mekân aralığı bulmak zorlaşıyor. Teknolojinin ne amaçla kullanıldığına ve insanı nasıl suiistimal ettiğine bakmamız gerekiyor. Neden bu biçimde tasarlandı ve hayatın her alanına nüfuz etmesine izin verildi? Yakın zamanda açıklanan Pisa verileri ülke olarak gençlerimizin okuduğunu anlamak konusunda hiç de iyi olmadığını gösterdi. Eğitim zahmet ve çile ister. Bir kitabın sayfalarında ısrarla kalabilmeyi, bir meseleyi anlayabilmek için saatler boyunca masadan kalkmadan didinmeyi gereksinir. Dikkat ve dirayet. Yıllardır bu sınav sisteminin Türkiye’nin nesillerini mahvettiğini yazıyorum. Çocuklarımızı gerçek olana geri çağırmalıyız. Bu haliyle eğitim dünyanın soyut ve uzak bir resmini sunuyor bize. Okulda öğretilen pek az şeyin gerçek hayatta bir mütekabiliyeti var. Çocuklar elleriyle de öğrenmeli, bir şey yaparak, bir tahtayı sabırla oyarak, kendi elinden çıkan şeyi tutkuyla ve hevesle inşa ederek. Çocuklarımıza bir dizenin güzelliğinde kaybolmayı da öğretebilmeliyiz.

Aman dikkat.

Prof. Dr. Kemal Sayar – Zafer Dergisi (Kasım-2019)

Kibir Hastalık Belirtisi Mi?

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, kibir ve gururun psikolojisi hakkında değerlendirmelerde bulundu.

Toplumda kibir olarak bilinen gururun, aslında hastalık değil, hastalık belirtisi ve kişilik sorunu olduğunu belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Kibir, kişinin büyüklük duygusunu yoğunlukla yaşamasıdır. Narsistik kişilik dediğimiz kişilik yapısı vardır. Bu kişilerin hayatlarının en büyük teması, büyüklük duygularının yüksek olmasıdır. Kendilerini özel, üstün ve seçilmiş görürler. Diğer insanları da küçük görürler. Bu kişilerin hak duyguları kendilerine yöneliktir. Bu kişiler sıra beklemekten hiç hoşlanmazlar. Trafikte sen benim kim olduğumu biliyor musun diyen kişiler tam narsistik kişilerdir. Kendilerini inanılmaz üstün ve ayrıcalıklı görürler ve bu ayrıcalığı her yerde kendilerine tanınmasını beklerler” diye konuştu.

Kendini gerçekçi şekilde analiz eden kişide kibir olmaz…

Bu kişilerin psikolojik analizleri yapıldığında kişilerde özgüven değil, öz beğeni olduğunun görüldüğünü belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Özgüven bir kişinin kendiyle barışık olmasıdır. Özgüven kişinin sağlığı açısından tavsiye edilmektedir ama öz beğeni kişinin kendisinde olmayan şeyleri varmış gibi görmesidir. Kişi kendinde olan şeyleri görürse zaten büyüklük duygusu yaşamaz. Kendini gerçekçi bir şekilde analiz eden bir insanda kibir olmaz. Her insan biriciktir, hiçbir insanı küçük görmemek gerekir. Narsistik kişiler kendilerini üstün, diğerlerini küçük görür. Bu durumu kişilik haline getirmişlerdir” dedi.

Modernizm kibirli olmayı empoze ediyor

“Öz beğeni kişinin kendisini beğenmesidir” diyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, şunları söyledi:

“Narsistik kişinin kendine hayranlık hastalığıdır. Kişiliğindeki en büyük ana tema da büyüklük duygusudur. Büyüklük duygusu olan kişiler sarımsak yemiş kişiler gibidir. Tevazulu gibi gözükürler ama tevazuunun arkasında kendini büyük görme vardır. Hatta kibirli birisi tevazuunun prim yaptığı bir ortama girmiş, aşırı tevazulu davranmış. ‘Sen niye böyle davranıyorsun önceden böyle değildin?’ diye sorulunca da ‘Ben tevazuda da en büyük olmalıyım’ demiş. İnsanoğlunda en önde olma, en iyi olma gibi bir duygu vardır. Bu, insanın ilkel ve vahşi bir duygusudur. İnsanın bu duygusunu eğitmesi lazım. Bu duygu herkeste az ya da çok var. Modernizm, kapital sistemde özgüven adı altında gururlu ve kibirli olmayı empoze ediyor. Kendini övmeyi beceri olarak sunuyor.”

Kibirli kişiler kendini kutsallaştırmıştır

Kibir duygusunun kendini büyük, diğerlerini küçük görmek olduğunu söyleyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Kibrin bir ucunda da şu vardır; başkalarını küçük görmezsin ama kendini büyük görürsün. Bu tarz kişiler mütevazı gibi gözükür. Fakat yakın ilişkilerde anlaşılır ki kişi kendini kutsallaştırmıştır. Bu tarz büyüklük kendine tapmaktır. Sahip olduğu birçok nimeti kendinden bilmektir. Bu durum yaratılış kanunlarına da varoluş felsefesine de aykırıdır” dedi.

Kibirli kişiler yalnız kalırlar

Kişinin dikkat etmesi gereken unsurun haddini bilmek olduğunu kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Büyüklük hastalığı olan kişiler sınırlarını ve nerede duracaklarını bilmezler. Ben en iyi liderim diyen kişilerdir. Büyüklenerek konuşan kişilerdir. İnsanlar anlamasa da bu davranışlar ahlaka zıt düşer. İnsanlar sevmez ve soğurlar o kişilerden. Bu tipler farkında olmadan sevilmezler. Kibir sarımsak kokusu gibidir, saklayamazsınız ses tonunuzdan bile anlaşılır. Kibir itici ve soğuk bir duygudur ve onun için kibirli kişiler yalnız kalır. Başarılı oldukları zaman etrafları dolu ve kalabalıktır. Emekli olduklarında veya başarılarını, güçlerini kaybettikleri zaman bu kişiler yapayalnız kalırlar. Bu sefer de insanları menfaatçi olmakla suçlarlar. Hâlbuki insanlar onları değil, onlardaki çıkar için yanlarında dururlar zaten. Büyüklük hastalığı olarak da adlandırabiliriz. Atalarımız hep söylemiş “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var” diye. Bu, insanın psikolojik olgunlaşmasının en önemli engel unsurudur” dedi.

Narsistik kişi sevgi yatırımını doğru yapamıyor

İçindeki büyüklük duygusunu terbiye etmeyen bir insanın psikolojik olgunluğa erişemediğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Büyüklük duygusu yemek, içmek, üremek gibi insana kodlanmıştır. Narsisizm duygusu en çok olan varlık çocuktur. Çocuklar dünyayı kendi etraflarında dönüyor sanırlar. Büyüdükçe sevgi yatırımlarını diğer nesillere anne babalarına, hayata, yaşam felsefesine, varoluşa, yaratıcıya vs. yaparlar. Böyle durumlarda sevgi kaynağını doğru yönetmiş olur. Narsistik kişi bütün yatırımını kendine yapıyor. Freud şizofreniye de ‘Sekonder narsisizm’ demiş. Şizofren kişi kendi dünyasında yağmurlar yağdırır. Hastalık olan budur” diye konuştu.

Kibirli kişiler, sıradanlıktan korkarlar

Akıl sağlığı yerinde olduğu halde kendini özel, önemli, üstün gören bir kimsenin kibir özelliğini taşıyan bir kimse olduğunu kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, şunları söyledi:

“Kibirli kişilerin arkasında müthiş bir korku vardır aslında. Sıradan olma korkusu vardır. Onun için ‘Sıradan olmaktansa hiç yaşamayayım’ der. Narsistik yaralanma dediğimiz yaralanma yaşar. Başarısız olduğu zaman ‘Ben başarısızım neden yaşayayım ki?’ diyerek intihar eder, narsistik yaralanma yaşayanlar. Onun için başarısızlığı tolere edemezler. Dünyada intiharın artış sebeplerinden birisi de narsisizmin bir illet şeklinde küresel olarak yayılmasıdır. Kendini yeryüzü Tanrısı gibi gören bir insanın her şeyi kontrol etmeye gücü yetmiyor.

Herkesi kontrol etmek isterler

Narsistik insanın en büyük özelliği ‘Ben her şeyi kontrol etmeliyim, hep benim dediğim olsun’ der. Aşırı kontrol duygusu vardır. Çocuğunun, eşinin gördüğü rüyayı bile kontrol etmek ister, bu davranışın arkasında narsisizm vardır. Mütevazı rolü oynasa bile iç dünyası öyle değildir. Sıradan olma korkusu nedeniyle devamlı çalışırlar. Kapital sistem bu kişileri çok iyi kullanır. ‘Başarısız olmaktansa ölmem daha iyi’ diyerek ölümüne devam ederler. “Ya ölüm ya başarı” yaşam felsefeleri budur. Çok çalışır, çok üretirler hep parmakla gösterilen, özel, üstün olmak isterler. Bunun için barışçıl olmayan rekabet yaparlar. Çelme takarlar, başkasının ekmeğiyle oynarlar. Sırf kendi güçlerini, iktidarlarını devam ettirmek için. Tehlikelidir. Dünyada da bunun üzerinden savaşlar çıkmıştır, aile içi kavgalar bu yüzden çıkıyor. Kendi dünyamızda, evimizde, toplumda iç barış istiyorsak önce narsisizmi terbiye etmemiz lazım.”

Böyle kişilerin duygularını yönetebileceğini belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Evlilikte hepimizin içinde narsistik eğilimler var. Bunun farkına vardığımız zaman korkmayalım bu bize yaşam enerjisi olabilir. Yani çok çalışkan yapar ama amacınızı egonuzu tatmin değil de toplumsal faydaya çevirmemiz lazım. Bireysel faydayı değil, toplumsal faydayı gözetmemiz lazım. Narsistik kişi içindeki başarılı olma eğilimini topluma faydalı olmaya çevirirse bu kişi narsisizmin yönünü değiştirmiş olur. Çünkü bu duyguyu öldüremeyiz. Bu aynı zamanda insanların alkışıyla beslenme duygusudur, şöhret duygusudur, zenginleşme duygusudur. Her insan zengin olamaz, ünlü olamaz, başarılı olamaz ama her insan iyi bir insan olabilir. Ego idealimizin ne olduğu önemli böyle durumlarda” dedi.

Bu insanlarla nasıl baş edilebilir?

Böyle kişilerle yaşamak zorunda olan kişilerin de olduğunu belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bir kişinin narsisizmini kontrol etmek istiyorsak önce kendimizden başlayacağız. İlişkilerde ne ezeceğiz ne de ezdireceğiz. Birinci ilke budur. Narsistik kişi kendi sınırlarını zorlar. Onun için narsistik kişiler kanser hücresine benzer. Kanser hücresinin özelliği nedir? Yanındaki dokuları harap ederek büyür. Doyumsuzdur, sorumsuzdur ve sınırsızdır. Karaciğerde başlar, büyür karaciğerle birlikte kendisiyle birlikte ölür. Ölümüne büyür. Narsisizm de böyledir, açgözlüdür. Hepimizin genç yaşta bile üç beş tane kanser hücresi vücudumuzun sağında solunda bulunur. Bağışıklık sistemi zayıfladığı zaman o hücreler çoğalır. Narsisizm de ruh kanseridir. Ruh yapımızı kanser gibi kaplar. Sosyal kanserdir aynı zamanda” diye konuştu.

Narsistik kişi, eşini uzvu gibi görür

Narsistik kişilerin aile ilişkilerini de olumsuz etkilediğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Özellikle aile içinde erkeklerde daha çok oluyor. Para onda güç onda ve kontrol etmek istiyor eşini. Köle gibi görüyor. Narsistik kişi eşini uzvu gibi görür. Kalk der kalkar, dur der durur. Onu ayrı bir birey olarak görmez. Ona kendisinin ayrı bir birey olduğunu kişinin anlatması gerekiyor. Narsistik kişiye kesinlikle mütevazı davranılmaz. Narsistik kişinin karşısında mütevazı davranırsanız size nasihat vermeye başlar. ‘Sen başarılısın, iyi şeyler yaptın ama bu konuda şu gerekçelerle senin gibi düşünmüyorum’ diyerek o kişilerin kişiliğini değil yanlışlarını eleştirmek gerekir. Kişiliğini eleştirirseniz size saldırırlar. Mesela eşi, ‘Aslında iyi bir insansın, bizlere sahip çıkıyorsun bizler için çalışıyorsun ama şu davranışın iyi değil’ şeklinde duygularını dile getirirse bir müddet sonra iki taraf da birbirinin narsisizmini kontrol etmeye başlar. Böylece kontrol etmek isteyen kimse sınırları olduğunu anlar. Kişi kendi sınırına narsistik kişiyi sokmayacak. O nedenle birlikte yaşama bilinci geliştirmek için narsistik kişilere gerekçeleriyle birlikte hayır demek lazım. Biz böyle durumlarda zorluk çeken kişilerle hayır deme becerisi kazandırmaya çalışıyoruz” dedi.

Narsistik kişilerin değer verdiği şeyleri kaybetmekten korktuklarını ifade eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bu kişilere ‘Bu şekilde devam edersen bunları kaybedersin’ denildiği zaman özeleştiri yaparlar. O nedenle bu kişilerin değer verdiği şeyleri bulmamız lazım. Değer verdiği şeyi kaybedeceğini anladığı zaman kendini değiştirmeye başlar. Narsisizmi devam etse bile davranışlarını düzeltebilir. Narsisizm de onun için sınır koyma becerisi çalışıyoruz. Kendi narsisizmimizi de yenmek için sessiz iyilikler yapılması tavsiye ediliyor. Göstere göstere yapılan iyilik narsisizmi besler. Narsisizmi eğitme yöntemidir bu. Ödev olarak bu kişilere sessiz iyilik yapmayı veriyoruz” dedi.

Hataları yazılı olarak iletilebilir

Narsistik kişinin toplum içerisinde eleştirdiğiniz zaman yara aldıklarını kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Ama bu kişiyi tek başına çağırıp hatası söylendiğinde o kimse onuru kırılmadan hatasıyla yüzleşebilir. Buna rağmen kişi aynı hataya devam ediyorsa önce sözle uyarılır daha sonra gerekiyorsa yazılı olarak uyarılır. Aile içinde yazılı olarak uyarın diyoruz bazen. Bazı kişilere sözel uyarı değil yazılı uyarı daha etkili olmaktadır. Bunlara rağmen düzelmiyorsa somut adımlar atmak gerekebilir” diye konuştu.

nevzattarhan.com

Yeni eğitim sürecinde ebeveynler nasıl bir yol izlemeli?

‘PANDEMİ SÜRECİ ÇOCUKLARDA KONUŞMA GECİKMESİNE SEBEP OLUYOR”

Yeni yaşam düzenine çocukları nasıl adapte edebiliriz? Arkadaşsızlık ve sürekli evde olma hali nasıl etkiler?

Çocukların yaş grubuna göre değişiyor. Okul öncesi ayrı, ergenliğe kadar olan ayrı, ergenlik sonrası ayrı.. Okul öncesi çocuklar burada genellikle anne ve babaya bakarlar. Anne ve baba eğer rahatsa, çözüm üretebiliyorsa, soğukkanlıysa çocuklar büyük bir sorun yaşamıyorlar ama ortak anne, baba ortak bir liderlik oluşturamıyorsa, ortak bir dil kullanamıyorsa çocuklar böyle durumlarda kendi çocuksu çıkarlarına ya da korkularına göre hareket ederler. Anne, babanın ortak dil kullanması çok önemli.. Geniş aileler bu konuda daha şanslılar bu durumlarda sosyal destek çok önemli; anne, baba bir yere giderse, anneanne ya da babaanne, amca yahut teyze var. Bir şekilde destek olunabiliyor. Okul öncesi çocuklar için de okul çağındaki çocuklar için de anne, baba önem taşıyor fakat böyle durumlarda sosyal hayattan tamamiyle koparmamak gerekiyor. Yakından tanınan mesela aynı apartmandasınız aynı şehirdesiniz, en az 7-15 günlük geçmişini bildiğiniz kişilerle çocuğun bir araya gelmesinden korkmamak lazım. Tamamen hayatını karantina altına almak olmaz. Evde o çocuklar bunalıma giriyorlar. Hastanede çocuklarda rastladığımız en çok vaka konuşma gecikmesi vakaları.. Evde kaldığı için tek dinlediği şey, televizyon, tablet, akıllı telefon konuşmuyor.. Sözcük üretmiyor öyle olunca gecikmiş konuşma ile geliyor.. Otizm zannediliyor. Pandeminin çocuklar üzerindeki etkilerinden biri bu… Konuşmayı geciktiren bir etki yapıyor. Diğer taraftan çocuk bunu çok iyi anlayamadığı için hırçınlık, sinirlilik, krizler ve öfke nöbetlerinde artışlar olduğunu görüyoruz. Anne baba kaygılıysa, mutsuz çocukların ortaya çıkma ihtimali var. Okul çağı çocuklar sosyalleşmeye başladıkları için arkadaş önemli hale geliyor. Ergenlikte zaten anne babadan uzaklaşarak, arkadaşlık önemli hale geliyor. Ergenlerde fiziksel olarak büyüyorlar ama ruhsal olarak daha büyümedikleri için hata yapma olasılıkları daha çok.. Belirtisiz taşıyıcı olma ihtimalleri çok yüksek, tanımadığımız ergenlerle okullarda 7-14 günlük geçmişini bilmediğimiz kişilerle maskesiz konuşmak büyük risk altına girmektir ama iki tarafta maskeliyse %5’e düşüyor bulaşma riski varsa bile..

Yeni eğitim sürecinde ebeveynler nasıl bir yol izlemeli? Ebeveynin üzerindeki uyum telaşının çocuklara yansıtılmaması için neler yapılabilir?

Bu uyum telaşı ister istemez çocuğa yansır. Anne, babanın yüz ifadesinden duruşundan anlar o yüzden anne, baba bu konuyu kendi arasında çözmeli ama çözemiyorsa da çocuğa; ”Böyle bir problem var çözmeye çalışıyoruz, hep beraber çözeceğiz.’’ denilebilir. Çocukta karamsarlık, ümitsizlik duygusu oluşturmamak gerekiyor. Ümit duygusu olmayan bir çocuk geleceğini güvende hissedemediği için korkuyla yaşar, korkuyla yaşadığı için de girişimci olamaz, atılgan olamaz yeni şeyler öğrenemez. Hep aklı evdedir rahat değildir. Bu sebeple çocuğa ümit verebilmek için anne, babanın soğukkanlı olması çok önemli…

”ANNE, BABANIN KAYGILI OLMASI DAVRANIŞ BOZUKLUKLARINA SEBEBİYET VEREBİLİR”

Eğitim süreci uzaktan ve karma olarak ikiye bölündü. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk tarafından herhangi bir devam zorunluluğunun olmadığı bilgisi paylaşıldı. Bu durum ilkokula yeni başlayan çocukları nasıl etkiler?

Bence çocuklar bu konuda büyüklerden daha kolay uyum sağlıyorlar. Hiç korkmayalım, evde sıcak, huzurlu bir ortam varsa çocuklar muhakkak uyum sağlarlar. Bu süreç normale döndüğü zamanda hızla toparlar. Rol model olarak gördükleri anne, babadır. Anne baba iyi örnek olabiliyorsa çocuklarda sorun olmuyor ama anne baba kaygılıysa; saç yolmalar, tikler ve altını ıslatma, tırnak yeme gibi birçok davranış bozukluğuna sebebiyet verebiliyor fakat birlikte zaman geçirmeyi arttırdığı artısı da oluyor. Çocuklar bu süreçte hiç olmadıkları kadar anne, babayla beraber olabildiler. Covid sürecinin en büyük katkısı bence birlikte zaman geçirmeyi zorunlu olarak arttırması oldu.

Eğitimin bir süre böyle devam edecek olması akademik başarıyı etkiler mi?

Biz üniversite olarak, -Üsküdar Üniversitesi- odak grup toplantısı yaptık. Bir vizyon toplantısı.. Fijital diye ortak bir kavram oluşturduk. Uzaktan öğretim olur ama uzaktan eğitim olmaz, laboratuvar bazı dersler var yüz yüze olması gerekiyor. Bu sebeple yüz yüze eğitim ve uzaktan eğitim eş zamanlı olmalı ve biz ikinci dönemde de- pandemi döneminde-  akademik takvimi hiç bozmadık. Akademik takvimin aynısını iki haftalık bir çalışmayla yeniden başlattık ve akademik takvimdeki saatte senkron olarak online ders verdik. Bütün dersleri aldılar. Uygulamalı dersler için özel videolar çekildi. Bu senede uygulamalı dersleri S notu dediğimiz bir sistemle yoğun olarak vereceğiz ve uygulamaları dersleri bu sene içerisinde telafi edecekler. Biz zaten %30 dijitalleşmeyi hedeflemiştik, alt yapımız hazırdı, zorluk çekmedik. Üniversitelerin birçoğu uzaktan eğitim deyince slayt gönderip, ödev gönderip uzaktan eğitim yapıldığını zannediyor hâlbuki öyle değil bu sene Zoom’dan daha iyi olan Perculus sistemi var onu kullanacağız. Her şey kaydediliyor, ders için belli bir süre konuluyor o sürenin altında olursa ders sayılmıyor. Sınavlar daha güvenli bir sistemle yapılacak, başını sağ sola oynattığında ekran donacak. En güzel şekilde bu sistemi uygulayacağız. Anket yaptık zaten,  hibrit sistemde olduğu için ben yüz yüze derse gelmek istiyorum diyenler o şıkkı işaretleyebilecek. Bütün dersleri online almak isteyenler de online olarak alabilecek ama %40’ını zorunlu olarak online yaptık. Teorik derslerden olabilecekleri.. Diğerlerinden yüz yüze ve dijital olacakları birleştirerek hibrit yaptık.  Eğitim sisteminde üniversitede de lisede de eğitim sadece uzaktan olmaz. Üniversitelerin birçoğu kampüsü kapattı ama biz kapatmadık, akademik ve idari kadro olarak hep aktif çalıştık, videolar çekildi. Öğrencilere şimdi kampüsü de açacağız ama sınıftaki yoğunluğu azaltmak için mevcutlar 90 kişiyse 30 kişiye, 60 kişi ise 20 kişiye düşecek. İlave bilgisayarlar aldık.. 1.ve 2. sınıflara daha öncelik verdik, internete ulaşım imkânı kısıtlı olanların dersi kampüste dinleyebilmeleri için alanlar oluşturuyoruz.

Hali hazırda üniversite sınavına hazırlanan bir genç bu süreçte kendini nasıl motive edebilir?

İnsanın içinde her zaman yoldan çıkarıcı, ayartıcı negatif duygular vardır. Herkesin içinde vahşi bir at var kendi kafasına göre gitmek istiyor ama sen patron benim deyip vahşi atı eğitirsen onu istediğin yere götürürsün. Kişi burada hedefini belirlerse, iç disiplin oluşturabilirse tuzaklara düşmez.

Kaynak: Sariye Dönmez