Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Hayat nedir?

Meşhur bir Batılı romancı “Hem insan olmak hem de hayatı hayvanlardan daha az anlamak, ne hazin şey” demiştir.

“Hayatı hayvanlardan daha az anlamak” insanlara büyük bir hakaret gibi gelse de, insanların büyük ekseriyeti bu durumdadır. 

Hayat görüşüm”, “Bana göre hayat” “Hayat felsefem” gibi bilgiçlik taslayan (!)  iddialı girişlerle söylenenler umumiyetle “Hayat nedir?” sorusuna cevap verebilmekten çok uzak kalmaktadır.

Bu meselenin üzerinde sathî kalmaktan çıkıp derinine inmeye çalıştığımızda, insanlara ağır ve haksız olarak yapılmış bir hakaret gibi gelen o Batılı romancının sözündeki hakikat payını, insanların büyük ekseriyetinin durumu  için anlar gibi oluruz. “Hayatı yaşadığı halde, yaşadığı hayatın mahiyetinden gafil olmak”, en mükemmel canlı olarak yaratılmış insanlar için hakikaten çok hazin değil midir? 

Peki, nedir bu hayat? 

*  *  *

İlköğretimden itibaren okullarda ders olarak verilen “Biyoloji”, “Hayat Bilimi” manâsındadır. Okul eğitimi sistemlerinde ilk öğretim, ortaöğretim, lise, yüksek okul, üniversite ve üniversite üstü (lisansüstü) seviyesinde yazılmış biyoloji kitapları incelenirse, ismi “Hayat Bilimi” manâsına gelen “Biyoloji” adlı bu bilim alanının en evvel yapması icabettiği halde, hayatın mahiyetini açıklamak” işini yapmadığı görülür! Bugün dünyanın her tarafında bulunan binlerce biyoloji profesörüne “Hayat nedir?” sorusunu sorsak, hiçbirinden bu sorumuzun tatminkâr bir cevabını alamayız; bize hayatın ne olduğunu açıklamak yerine ancak, “hayat sahibi” yani “canlı” olmanın emarelerinden, tezahürlerinden bahsederler!

Bir bilim alanında en yüksek akademik unvanları taşıdığı halde, o bilim alanının adının tatminkâr bir açıklamasının yapılamayışı, hayret edilecek bir husustur. Diğer bilim alanlarında (fizik, kimya, jeoloji…vd) bu hâl görülmez; o bilim alanlarının adının manâsı ve mahiyeti, daha ilköğretim seviyesindeki kitaplarında bile açıklanabilir. 

*  *  * 

Biyoloji, “hayat bilimi” manâsına geldiği halde, bu bilimle meşgul olanların en başta yapmaları icabeden hayatın mahiyetini açıklayamayışları, hattâ bilimsel bir açıklamanın yapılamayışından başka, bu konuda bir felsefi görüşün bile şimdiye kadar ortaya konulamayışı, “Hayat nedir?” sorusunu fevkalade alâka çekici hale getirmektedir.

Hayat, en alt mertebesi kabul edilen bitki hayatından itibaren hayvanların hayatı ve insanların hayatı şeklindeki daha yüksek mertebeleriyle binlerce yıldır var olduğu halde, bunun mahiyeti hakkında şimdiye kadar insanların fenlerinin ve felsefelerinin onun hakkında bir açıklamada bulunamamış olması, hayatın hakikatinin açıklamasını fenlerin ve felsefenin dışında aramaya bizi mecbur bırakmaktadır. Fenlerin ve felsefenin yapamadığı hayatın açıklamasını sorabileceğimiz, sadece din vardır. Din, nakle dayanır. Semavi dinler, Allah’ın peygamberleri, suhuf (sayfalar) ve kitapları ile bize bildirdikleridir. Bunların arasında en son, tahrif edilmemiş, en mükemmel ve kıyamete kadar baki kalacak din olan İslamiyet, Kur’an âyetlerinde hayatın mahiyetine de açıklama getirmiştir. 

*  *  * 

Allah; “Yuhyî”(hayatı yaratan)dir. Hayat; hakikatlerin en şereflisi, en temizi, en büyük nimet; kudret-i ezelîyenin en büyük ve en ince ve en acîb bir mucizesi, dışı da içi de, iki yüzü de lâtif olduğundan ve insanlara hoş gelmeyen hiçbir çirkin tarafı bulunmadığından, Allah “Yuhyî” sıfatıyla hayatları yaratırken, insanların akıllarının nazarında, kudret elinin perdecisi olarak Sâni’i gizleyecek sebebleri, vasıtaları araya koymamıştır. Bunun neticesi olarak, başta “biyoloji” (hayat bilimi) olmak üzere, nakle dayanmayan fenler ve felsefeler, hayatın mahiyetini açıklayabilmek için bu açıklamalarını dayandırabilecekleri sebepler ve vasıtalar bulamamakta; bu sebeble de hayatın mahiyetini açıklamaya muvaffak olamamaktadırlar!. 

*  *  * 

Allah’ın diğer bir sıfatı “Yumît”(ölümü yaratan)dir. Ölümün ekseriya zahirî yüzü insanlara hoş gelmediği için, Allah hakikatte ölümü yaratan kendisi olduğu halde, insanların akılarının nazarında kudret elinin perdecisi olacak   ölüm sebeplerini ve bu sebeblerin de üstünde dört büyük melekten biri olan Azrail’i (a.s.) “ölüm meleği” olarak vasıta kılmıştır. İnsanlar bir akraba veya dostlarının ölümü halinde, büyük ekseriyetle bu sebeplere ve vasıtalara takılırlar ve Allah’ın izzetine, azametine karşı bir söz söyleyene pek rastlanmaz. Çünkü ölüm için binbir sebep ve vasıta vardır: Çeşitli hastalıklar, yaşlılık, çeşitli kazalar, harpler, darbler ve Allah’ın ölümü yaratmak fiiline perde olan Azrail (a.s.).

Hayatı yaratan da ölümü yaratan da Allah olduğu halde, hayatı yaratırken insanların akıllarının nazarında perde olacak hiçbir sebep koymaması, ölümü yaratırken ise çeşitli sebebleri insanların akıllarının nazarında perde yapması, Allah’ın hikmetlerinden biridir.

Hayatı yaratan da ölümü yaratan da Allah olduğu halde, “Ölüm meleği” olarak Hz. Azrail’in (a.s) vazifeli olmasına mukabil, “Hayat meleği” olarak bir melek isminin hiç duyulmamış olması, hayat ile kudret-i ilahiye arasında zahirî bir sebep bulunmadığının bir delilidir. 

 *  *  * 

“Ol mâhiler ki, derya içredürler; deryayı bilmezler.” (O balıklar ki, denizin içindedirler; ama denizi bilmezler) demiştir, meşhur bir şairimiz. İnsanlar da hayat denizinin içindedirler; fakat onların çok büyük ekseriyeti hayatı bilmezler! Halbuki, “Kaînatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsası: hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlik’ı da O’dur. Hayatı veren, elbette O’dur, Hayy- u Kayyûm’dur”.

Hayat, Allah’ın bize en büyük nimetidir. Dünya hayatı,  ebedî âhiret hayatının saadetini kazanabilmek için bize verilmiş bir imtihan fırsatıdır. Ebedî âhiret hayatının saadeti Allah’a ve O’nun inanmamızı istediklerine imanla kazanılır; fakat insanın dünya hayatı olmadan,  o iman da olamaz; çünkü imtihana girilmeden imtihanda muvaffak olunamaz! 

 *  *  *

İnsanlar çok büyük ekseriyetle  gaflettedirler; yaşadıkları hayatın kendilerine kimin tarafından niçin ve ne maksatla verildiğini, bu hayatı nasıl yaşamaları icab ettiğini, bu hayattan sonra kendilerini neyin beklediğini araştırıp öğrenmeden ve o öğrendiklerinin gereğini yapmadan bu dünyada yaşarlar; kendilerine verilmiş hayat müddetlerinin sonunda ölümleri gelir ve bu dünyadan ayrılıp âhirete giderler. İnsanların bu hâlleri, denizin içinde olduğu halde denizin mahiyetini  bilmeyen balıkların haline göre, çok daha fazla garip karşılanacak bir haldir! Çünkü balıklarda akıl yoktur ki, içinde yaşadıkları denizin mahiyetini bilebilsinler! İnsanlara ise akıl nimeti verilmiştir ve bu akıl nimetiyle birlikte onu iyi kullanabilmek mesuliyeti de ona yüklenmiştir. Verilen her hakkın ve nimetin, insana bu hak ve nimeti iyi kullanabilmek mesuliyetini de yüklemesinin en mühim misali; insanlara hayatla birlikte aklın da verilişiyle ona yüklenen mesuliyettir, denilebilir. 

*  *  *

Dünyanın sonu olan kıyamet ile bütün insanların dünya imtihanları da tamamlamış olacak; insanlar yeniden diriltilip Haşir meydanında toplanacaklar, Mahkeme-i Kübrâ’da onların dünyadaki imtihanlarının neticesi görülecek ve bu en büyük imtihanı kazananlar ile kaybedenler tefrik edilecek, ayrılacaktır.

Bütünlemesi ve telâfisi olmayan bu dünya imtihanında “akıllı geçinenler” değil de, “hakikaten akıllıca yaşayanlar”ın  yapmaları gereken; dünya hayatlarının sonunda kendilerine kazanç getirecek şekilde yaşamaları, ebedî zararlarını celb edecek halllerden ise uzak kalmaya çalışmalarıdır. Yaratan’ını, O’nun gönderdiği Resul’ünü, Kitabı’nı tanımaları; kim olduklarını, nereden geldiklerini, nasıl hayat sahibi olduklarını, bu dünya hayatının sonunda nereye gittiklerini, bu dünya hayatının en büyük gerçeği olan ölümün mahiyetinin ne olduğunu anlamaları ve bu anlayışlarla yaşamayı, en başta gelen vazifeleri bilmeleridir.

Hayat nedir?” sorusunun, insanların ortaya koyduğu fenlerde ve felsefelerde bulunmayan cevabını veren Allah’ın kelamı Kur’an, ilahî cevaplarla aynı zamanda insanların kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini, ölümleri ve sonrası ile alâkalı meraklı suallerinin cevaplarını da vermiş olmaktadır.  Bu âyetlerin birinde mealen şöyle denilmektedir: 

“Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz. Halbuki, sizin hayatınız yoktu; O size hayatı verdi, sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir, sonra O’na rücu edip gideceksiniz.” (Bakara, 28) 

 *  *  * 

Bu dünyaya kendi isteğiyle geldiğini, bedenini, azalarını, çeşitli hislerini, kabiliyetlerini, aklını ve insan olarak diğer bütün varlık unsurlarını kendisinin meydana getirdiğini (!) iddia edebilecek hiçbir normal insana rastlanmaz; böyle bir iddiada bulunana “deli” nazarıyla bakılır. İnsan, mevcut varlığını kendisi meydana getirmiş olamayacağı gibi, onu anası, babası, tabiat, tesadüf, evren bilinci, vs. de yapmış olamaz. İnsanın dünyaya gelişi fiilinin sahibi ancak tek (Vahid) bir Allah olabilir.  “Dünyadaki imtihan sırrı” icabı Allah tarafından insanlara verilen “akıl ve irade ile bu dünyadaki bir derecede hürriyeti ve serbestiyeti”, onların çok büyük ekseriyeti gaflet ve dalâlete sapmak yolunda kötüye kullanmaktadırlar! Halbuki insanlar, kendilerini Yaratan’ın onları bu dünyaya göndermekteki maksadını ve bu dünya hayatında kendilerinden neler yapmalarını istediğini  merak edip onları öğrenmeye ve yapmaya çalışmalıdırlar, Bunlar, insanların bu dünya hayatlarında akıllarını ve iradelerini  kullanarak yapacakları en doğru işleri olabilir.

Dikkat edelim: “Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’an, kâinatı okuyor! O’nu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden o dur.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Sözler)
*  *  * 

1984 yılında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim dalında doçent (şimdi profesör) olan bir arkadaşımı ziyaret gitmiştim. Bana, Üniversite kütüphanesinden aldığı İngilizce bir embriyoloji (doğumdan önceki devrede gelişmeyi öğreten bilim) kitabının bazı sayfalarını gösterdi. Kitap, Kanada’nın Toronto Üniversitesi Anatomi Bölüm Başkanı ve çeşitli ilim kuruşlarının üyesi olan Prof. Dr. Keith L. Moore’a ait, ismi “Gelişen İnsan”olarak tercüme edilebilecek büyük boy ilmî bir eserdi. Embriyoloji ilmine göre, insanın tek bir hücreden itibaren gelişimini teferruatıyla anlatan bu kıymetli eserin, insan embriyolojisinin tarihçesinden bahseden sekizinci ve dokuzuncu sayfalarında, Ortaçağ’da insanların fen ilimlerinde terakkilerinin yavaş olduğundan ve ancak Müslümanların mukaddes kitabı Kur’an’da insanın tek bir hücreden itibaren gelişimi hakkında mühim bilgiler verildiğinden geniş bir şekilde bahseden kısmı, bilhassa dikkati çekmekteydi (Kitabın tam ismi: Moore, K. L; The Developing Human-Clinically Oriented Embriology, 3.rd Ed. Philadelphia, W.B Saunders Co, 1982).

Bu anabilim dalının dışında olmama rağmen, benden bu konuyu işlememi isteyen arkadaşımın isteği üzerine, bir derginin Eylül 1984 sayısında neşredilen “Gelişen İnsan başlıklı çok kısa bir yazı göndermiştim. O yazımda; “Çeşitli fen ilimlerinin tarihî gelişimleri incelendiğinde, araştırma metot ve vasıtalarının bugünküne nispeten çok daha kifayetsiz olduğu Ortaçağ’da, insanların umumiyetle daha önceki bilgilerin tahliline dayalı yeni tahmin ve yakıştırmalarla, sonradan yanlışlığı ispatlanan teoriler ortaya atmaktan fazla ileri gidemedikleri görülmektedir. İnsanın ilk 40 günlük nutfe, ikinci 40 günlük alaka ve üçüncü 40 günlük mudga safhalarından geçerek tek hücreden itibaren gelişimine dair 14 asır önce “Ortaçağ” denilen zaman aralığı içinde insanlara nazil olan Kur’an’da verilen bilgiler, bugünkü modern embriyoloji ilmiyle de teyid ve tasdik edilmektedir.” demiştim.

O yazımı okuyan, Kanada’nın Toronto şehrindeki o derginin okuyucusu olan Türkler, kendi şehirlerindeki bu profesörü ziyaret ederek bu konuyu geniş bir şekilde konuşmuşlar. Bir Kanada radyosunda kendisiyle uzun bir program da yaptıktan sonra Prof. Moore, “The Gazette” ve “The Globe and Mail” adlı günlük iki gazetenin 22-23 Kasım 1984 tarihlerinde neşredilen sayılarında bu konuda geniş beyanatta bulunmuş; ayrıca ilmî bir makalesinde de bu konuyu işlemişti.

Türkçesi “Embriyoloji Mevzuunda Mucizeler” olan bir başlıkla neşredilen o ilmî makalesinde Prof. Moore, Kur’an âyetlerinin ve hadislerin hem orijinal yazılışlarıyla hem de İngilizce mealleriyle klişeler halinde hazırladığı posterleri basın toplantısında gazetecilere göstererek resimler çektirmiş; bunları sayfa ebadına göre küçültülmüş halde ilmî makalesine de koymuştu.

Prof. Dr. Keith L. Mooreneşrettiği o ilmî makalesinde, Kur’an ve hadisten embriyoloji mevzuunda tespit ettiği mucizelere şöyle işaret ediyordu. “Embriyoloji mevzuundaki ilk çalışmalar, bildiğimiz kadarıyla M.Ö: 4. asırda yapılmış ve gelişen civciv embriyonları incelenerek mukayeseli bir neticeye varılmak istenmişti. Bu çalışmanın üzerinden geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca embriyolojide dikkate değer bir gelişme görülmedi. Ve mikroskobun 17. yüzyılda keşfedilmesiyle insan hücresindeki embriyolojik safhalar belirlenmeye başladı. Birkaç yıl boyunca Kur’an ve hadisler üzerinde çalışma yaparak insanın embriyolojik gelişmesini inceledim ve 7. yüzyılda insanlığa gönderilen bu ilâhî kitaptaki ilmî hakikatlerle tam uyum gösteren bilgiler karşısında şaşırıp kaldım.

Şimdi Kur’an’dan seçtiğim âyetleri, embriyolojideki son gelişmelerin ışığındaki bilgilere dayanarak ele alacağım. ‘İnsanoğlunun ana rahminde devreler halinde geliştiği’, bir fikir olarak 1942 yılında ortaya atılmış; ancak, bugün de geçerli olan son bilgiler 1974 yılında herkes tarafından kabul edilmiştir. Halbuki Kur’an, Zümer Sûresi 6. âyette (mealen): ‘(Allah) sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan eşini meydana getirdi. Size (deve, inek, koyun, keçi olarak) hayvanlardan sekiz çift yarattı. Sizi annelerinizin karınlarında ‘üç karanlık’ içinde (nutfeden başlayarak) bir yaratıştan öbür yaratışa (geçerek) yaratıyor. İşte bu(nları yapan) Allah, ancak Rabb’inizdir (başkası değildir). Mülk O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Böyleyken nasıl da (O’na iman ve itaatten) çevriliyor, başka rabler ediniyor (onlara kulluk ediyorsunuz?’ demek suretiyle, insanın gelişmesinin üç karanlık bölgede cereyan ettiğini açıkça belirtmektedir. Embriyoloji biliminin son tespitlerine tam olarak uygunluk gösteren bu bölgelerden birincisi rahim duvarı, ikincisi annenin karın zarı, üçüncüsü ise, birleşik embriyo ve kroyonların meydana getirdiği amniyokoriyonik membran’dırBu üç anatomik bölge, embriyonu dış tesirlerden ve zararlardan korur. Mü’minûn Sûresi 12-14. âyetleri ise, ilk haftalardaki gelişmeleri dile getirirken insan embriyosunun da eksiksiz bir tarifini yapıyor ve onun ‘tırmanan sülük’ gibi bir şekilden, bir çiğnemlik ete döndüğünü ifade ediyordu. (Mealen) ‘Biz insanı çamurdan, bir sülâle’den yarattık. Sonra onun neslini sağlam bir karargâh olan dölyatağında dökülmüş su yaptık. Sonra o dökülmüş suyu kan pıhtısı, bu kanı da bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem etten kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık. Allah; bilgide, güçte ve kuvvette pek yücedir, yaratanların en güzelidir.’

Bu âyetleri ilk önce anlamamış olmamıza rağmen, insan embriyosunun 24. gün sonunda aldığı şekli Arap sülükleriyle karşılaştırdığımızda, hayret içinde kaldık. Embriyonun bu hali, sülüklere son derecede benziyordu. Ve bu dönem alakanın lügat manalarından biri olan ‘tırmanan sülük’ ifadesine uygun olarak, embriyonun rahim duvarına tırmandığı dönemdi.

Asırlar boyunca, insanın ufak bir modelinin erkeğe ait spermler içinde bulunduğuna ve bunun ana rahminde hiç değişmeden büyüdüğüne inanıldı. Benzer şekilde diğer bir grup da, anne yumurtasında bir insan modelinin bulunduğunu ileri sürüyordu. Yani asırlar boyunca, sperm ve yumurta hücreleri birbirinden ayrı olarak ele alındı. Embriyolojide insanın zigot denilen tek bir hücreden yaratıldığını, bunun da yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana geldiğini, ancak 18. yüzyılda Spallanazani tarafından yapılan deneyler neticesinde öğrendik. Halbuki Kıyame Suresi’nin 37. ve Secde Suresi’nin 8. âyetleri bu keşiften tam on bir asır önce, Kur’an’da ‘nutfe’ olarak bahsedilen ‘zigot’un nasıl meydana geldiğini belirtiyor, Abese Suresi’nin 19.  âyeti ise, ‘zigot’un gelişmekte olan insanoğlunun özelliklerini ve onun hayat programını taşıdığını açıkça anlatıyordu. 19. yüzyılın sonlarında keşfedilen bu durum, Kur’an tarafından asırlar öncesinden belirtilmişti ve işin enteresan tarafı, bu âyetlerin o asrın insanları için bile rahatlıkla anlaşılabilecek şeklide olmasıydı!.

‘Sperm’in, döllenmeyi sağlayan faktör olduğu son asırlarda keşfedilirken, Kur’an âyetleri döllenmeyi, tarif etmekle kalmamış ve ‘sperm’in özelliklerini de ortaya koymuştu. Dışarı atılan milyonlarca ‘sperm’in ancak çok küçük bir bölümünün yumurtanın beklediği rahime ulaşabildiği ve bunlardan sadece bir tanesinin yumurta hücresi ile birleştiği 18. yüzyılda keşfedilmişti. Halbuki Allah, Kıyame Suresi’nin 37. âyetinde ‘O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi?’ ve Secde Suresi’nin 8. âyetinde ‘Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.’ denilerek, 1200 sene öncesinden insanın bu yaratılış safhasını açıklamış bulunuyordu. Bununla alâkalı bir hadiste de, her meniden çocuk olmadığı açıkça ifade edilmekteydi.” 

*  *  * 

Dr. Moore, mucize olarak vasıflandırdığı diğer tespitlerini de şöyle anlatmaktadır:

“Araştırmalara göre, embriyo döllendikten on gün son rahim’e iner; sekizinci haftada insana benzer. Rahim’e gelmesinden 50-55 gün sonra, embriyo her şeyiyle insandır artık. Ancak kulak ve gözler, 4. haftada şekillenmeye başlar. 6. haftanın sonunda iyice belirgin hale gelir.

Bir hadiste:  ‘Nutfe meydana geldikten kırk iki gün sonra, Allah ona bir meleğini gönderir, cenine karakterini aşılar, duyularını (göz ve kulak gibi) yerleştirir, etini, kemiğini yaratır ve melek “Allah’ım” diye sorar. Bu erkek mi, dişi mi?’ buyrulur. Peygamber kelamında, ancak 1100 sene sonra ilmen ispatlanabilecek bir hadisenin günleri aynen verilerek tarif edilmesi, acaba “mucize”den başka hangi kelimeyle ifade edilebilir?

Bu hadiste bir incelik daha vardır. Melek, Rabb’ine niçin bebeğin cinsiyetini ‘nutfe meydana geldikten kırk iki gün sonra’ sormaktadır? Bu sorunun cevabına, bugünkü ilmî bilgilerle bakıldığında hayret vericidir: Çünkü “nutfe meydana geldikten sonra kırk ikinci güne gelinceye kadar ceninin eti, kemiği tamamlandığı, karakteri ve duyuları yerleştiği halde, cinsiyeti henüz belli değildir” ve hadiste bu durum 1200 sene önce, harika bir şekilde bildirilmiştir.

Kur’an, ayrıca insan blastosist’e ait bir işlem olan implantasyon (ekme işlemi) konusuna da açıklık getirmektedir. Bakara Sûresi’nin 223. âyeti: ‘Kadınlarınız sizin için bir tarladır…’ demek suretiyle blastosist’in rahimdeki durumunu, toprağa atılan tohuma benzetmiştir. Bu âyet de çok mânidardır. Çünkü, toprak tohumu örttüğü gibi, rahmin epidelyum’u da ona asılan blastosist’i örter. Ve blastosist, hemen ardından beslenmek maksadıyla kroyonik villi (chrionic villi) adı verilen lifçikleri meydana getirir; aynen tohumların, toprak içindeyken beslenmek için çıkardıkları kökler gibi!.” 

 *  *  * 

Dr. Moore, kendisini hayrete düşüren bir başka tespitini de şöyle anlatıyor: “Daha önce meallerini verdiğimiz Kur’an âyetleri, insan embriyosunun dört haftalık şeklinden, neden ‘bir çiğnemlik et’ (mudga) olarak bahsetmektedir? Kur’an’da ‘mudga’ kelimesiyle ifade edilen bu 4 haftalık embriyonu incelediğimizde, üzerinde ‘tesbihimsi bir yapı’ meydana geldiğini ve bu yapının görünüş olarak, diş izlerine benzediğini, hayretle gördük. Dört haftalık insan embriyosunun plastikten bir modelini yaptık ve ağzımızla çiğneyip, diş izlerimizi bıraktık. Meydana gelen şekil, hakikî embriyoya fevkalade derecede benziyor ve Kur’an’ın bu safhadaki embriyodan niçin ‘mudga’ (bir çiğnemlik et) olarak bahsettiğini çok güzel açıklıyordu. ‘Bir çiğnemlik et’ hakkında Kur’an’da verilen bilgilerle, bugünkü embriyolojik çalışmaların neticeleri arasındaki uygunluk bundan ibaret de değildir. Müminûn Sûresi’nin 14. âyetindeki

 ‘… O bir çiğnem ette kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık.’ ile ‘mudga’da meydana getirildiği bildirilen bu gelişmelerin, yapılan embriyolojik çalışmalar neticesinde de aynen o âyetin ifadesindeki gibi tesbit edilmiş olduğu; hatta beyin ve kalp gibi organların da bu safhada teşekküle başladığı görülmüştür.” 

 *  *  * 

Bugünkü embriyoloji ilminin tespitleriyle Kur’an ve hadisi karşılaştırarak Kur’an ve hadislerdeki mucizelere hem basın toplantısıyla hem de makaleleri ve kitaplarıyla dikkati çeken Kanadalı Profesör Keith L. Moore bu mevzuda son olarak şunu söylemektedir: “Kur’an âyetlerinin ve hadislerin açıklamalarının bugünkü müsbet ilimlerle de doğrulanmış hakikatlarını, bilgimin artmasıyla daha iyi değerlendirebileceğimi zannediyorum. Din ile ilim arasında yıllar boyu bırakılan mesafenin, Kur’an ve hadislerin hakikatlerinin anlaşılması ve anlatılması ile kapatılabileceğine inanmaktayım.”

*  *  *

Prof. Dr. Keith L. Moore’un Müslüman olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer Kur’an ve hadislerdeki, profesörlük alanı ile alâkalı bu mucizelere sadece ilmî perspektifle bakmakla iktifa edip bunun ilerisine geçememişse ve iman edip Müslüman olamamışsa, bu onun meselesidir ve onun dünyadaki kulluk imtihanıdır. Onun bulduğu bu delillere rağmen iman etmemesi ise, bizim İslâmî imanımıza bir zaaf getirmez. Aksine, “En kat’i hakikat odur ki, düşmanları dahi onu tasdike mecbur olur” kaidesiyle o, (bağlı olduğumuz İslâmî iman hakikatlerinin hakkaniyetini İslâm düşmanı bile olsa tasdikiyle) İslâmî imanımıza kuvvet vermiş olur.

Mü’minlerin, Allah’a, İslâm’ın hak din olduğuna, Kur’an’ın  Allah’ın kelamı, Peygamberimiz’in (asm) Allah’ın Rasulü; bize gönderdiği elçisi olduğuna inanmak ve bu inancını arttırmak için aslında Kanadalı bir profesörden ders almaya da ihtiyaçları yoktur. Çünkü gerçek bir mü’min, Kur’an’ın “En hakikî mürşid” olduğuna inanır. 

*  *  *

Daha önce bahsettiğimiz, Bakara Suresi’nin 28. âyetinde, hayatın ne olduğu, nasıl meydana geldiği sorularının cevabı verilirken; aynı zamanda insanın nereden geldiği, nereye gittiğine dair en mühim soruların cevabı da verilmektedir. Bu âyet, hayatın Allah tarafından verildiğini, bu dünya hayatındaki ölümün -zamanın geçmesiyle değil- Allah tarafından husule getirildiğini, bu dünyadaki ölümden sonra âhirette yine Allah tarafından ikinci defa hayat verileceğini, Haşir ve Kıyamet’te “tasfiye ameliyatı”nı gördüğü zaman, zıtların birbirinden ayrılacağını, sebepler ve vasıtaların da ortadan kalkacağını, ortadaki perde ve örtü kalktıktan sonra, herkesin Sâni’ini göreceğini ve hakîki Mâliki’ni bileceğini de haber vermektedir. Her bir kelimesi hayatın ve insanın ne olduğuna, insanın nereden gelip nereye gittiğine, bu dünyadaki vazifesinin ne olduğuna dair çok mühim hakikatleri çok kısa ve veciz olarak insana bildiren bu âyeti (ve mealini) tekrar okuyalım: 

 “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu; O size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir; sonra ona rücu edip gideceksiniz.” (Bakara, 28). 

Elbette biz de, tüm bunlardan sonra Kur’an’ın ayni sûredeki başka bir âyetle (ve mealiyle) şöyle demeliyiz: “Bu, (öyle bir)  kitaptır ki, onda (ve onun Allah’tan gönderilmiş olduğuna) hiç şüphe yoktur. O müttakîlere (Allah’ın emirlerine uygun yaşamak isteyenlere) doğru yolu gösteren (öğreten)dir” (Bakara, 2)

Prof. Dr. Mustafa  Nutku 

Futbol Hastalığı

Pandemi salgını on aydır devam ediyor. Bununla ilgili çeşitli haberler, yorumlar, ikazlar yanında çeşitli sektörlerde maddî ve manevî yönlerden sebeb olduğu çeşitli zararlardan ve faydalardan bahsedenlere de rastlanıyor. 
Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) da,  1-2-3.  Super Lig’lerin 2020-2021 sezonundaki futbol maçlarının ne zaman başlayıp ne zaman sona ereceğine dair tarihlerle birlikte, pandemi salgını sebebiyle bu futbol maçlarının “seyircisiz” olarak yapılacağını da açıklamıştı ve o maçlar seyircisiz olarak yapılmaya devam ediyor. Acaba bir sezon boyunca seyircisiz futbol maçları yapılmasının manevî faydası olabilir mi, bunun hakkında ne denilebilir?
Bilhassa gençler ve hemen her yaştakiler için sporun, beden hareketlerinin faydası ve lüzumu inkar edilemez. Tatbik tarzına ait her türlü teferruatında İslâm’ın emir ve yasaklarına uymak şartıyla, sporu ihmal etmemelidir. Hareketsizlikten, çeşitli hastalıklar  meydana gelebilir. Kâinatta “daimi bir hareket kanunu” işlemektedir. Adalelerin çalışması, bazı vücut organlarının da daha iyi çalışmasına sebep olur; kan daha iyi devreder, akciğerlerin teneffüs kapasitesi artar, vücutta meydana gelen zehirlerin atılması kolaylaşır. Bedenî faaliyet, zihnî yorgunlukların giderilmesinde de müessir bir çâredir.

Sporun birçok nevileri olmakla beraber, herkes her nevi sporu yapamaz; sporun yaşla ve vücut kapasitesi ile yakın alâkası vardır. Fakat en çok  “sistemli yürüyüş” tavsiye edilmektedir..

İnsanlarda spora karşı fazla alâkanın bulunması yadırganacak bir hal de değildir. Aksine, askerlik gibi bazı mesleklerde sporun büyük önemi vardır. Fakat “spor alâkası” görünüşü altında, sporun hakiki gayesi, mahiyeti ve faydalarından mahrumiyetle; ölçüsüzce, körü körüne bütün mevcudiyetiyle bazı sürükleniş meyillerini de hoş görmemek gerekir.

– “Sporla meşgul oluyor musunuz?” sualine şu cevaplar vb çok verilmektedir:

“- Evet, mühim futbol maçlarını hiç kaçırmam.”

“- Evet, her hafta mutlaka spor-toto veya spor-loto oynarım(Bütün şans oyunları İslâm’da haramdır)

“- Mühim bir maç, olmadan önce ve olduktan sonra da, günlerce beni meşgul eder.”

“- Mühim bir maçı seyredebilmek için Türkiye’de veya dünyanın neresinde olursa olsun, bütün imkanlarımı kullanabilirim…”

“- Benim için en alaka çekici konuşma mevzuu futboldur.”

Yukarıdaki suale bunları ve benzeri cevapları verebilecek kişilerin halen ülkemizde çok sayıda bulunması, basın, medya vd  bazılarının (şöhret, tiraj, bol reklam ve bol para vd gibi) kendilerine ait çeşitli menfaat hesaplarıyla bu alâkayı devamlı olarak pompalamaları, futbol hastalığının durumunu gerçekçi olarak tahlil etmeyi icap ettirmektedir.

Oyun heyecanı fazla bir spor olan futbola aşırı alâka gösterenlere “futbol hastası”, maç günleri başka vilayetlerden bile gelip bilet alabilmek için bir gece öncesinden turnikeye girerek açık havada, soğukta sabahladıkları stadyumlara “hastane” denilmesi, oldukça yaygın ve eskidir. Fakat aşırı futbol meraklıları, kendilerine “futbol hastası” ve stadyumlara “hastane” denilmesine ekseriya kızgınlık göstermezler.

“Futbol hastalığı” tenkid ve münakaşa konusu yapılsa bunlar, bütün dünyanın futbol heyecanı ile sarsılmakta olduğunu, Güney Amerika memleketlerinden, İngiltere’den, İtalya’dan misâller getirerek anlatıp, sanki “asıl anormal hâlin futbola hiç alâka göstermemek olduğunu îma eder gibi konuşurlar!. Salgın bir hastalık birçok dünya memleketlerinde yaygın halde olsa, bu hastalığı “sıhhat” ve bu hastalığa yakalanmamış olmayı “hastalık” diye mi kabul etmek icap eder?

Bu hâl, Şark’lı bir yazarın daha sonra bir Türk hikaye yazarı tarafından da kendi hikayesiyle  tekrarlanmış “Herkesin içtiği su” başlıklı meşhur bir hikayesini hatırlatıyor: Bir hükümdarın ülkesinde bir su çıkmış. Bu sudan içenler deli oluyorlar ve bu sudan içmeyenleri kendileri “deli” olarak vasıflandırıyorlarmış!. Hükümdar ve veziri buna bir çare arayıp bulamazlarken, bu sudan içerek deli olanların sayısı da  artmaya devam ediyormuş. Onların sayısı arttıkça, o sudan içmemiş diğerlerinin üzerlerinde yaptıkları maddî-manevî baskıları da artıyormuş. Bu duruma bir çare arayıp bulamayan hükümdarın veziri, nihayet ümitsizlik içerisinde hükümdara gelip bu sudan içip deli olanların kendisine de karşı davranışlarına daha fazla dayanamayacağını, kendisinin de bu sudan içip diğerleri gibi olmaktan başka çare bulamadığını söylemiş. Hükümdar, bütün gayretlerine rağmen, vezirini bu kararından vazgeçirememiş. Veziri de o sudan içip “deli” olduktan sonra ve o sudan içmeyen hükümdara veziri de “deli” nazarıyla bakmaya başlayınca, son olarak hükümdar kendisinin de o sudan içmekten başka çaresi kalmadığınına kanaat getirmiş ve o da “herkesin içtiği su”dan içmiş..”

Bu Şark hikâyesi böyle bitiyor. Acaba tüm dünyayı sarmış olan futbol hastalığının hikâyesi ne zaman ve nasıl bitecektir?

Futbol hastalığının teşhisini ve tedavisini icap ettiren belirtisi; içi devamlı olarak teneffüs ettiğimiz atmosfer havasından biraz daha tazyikli hava ile doldurulmuş meşin bir topla oynayan futbolcuları ve hakemlerini aklıyla, kalbiyle, göz ve kulak gibi duyu organlarıyla, günahının da olabileceğini hiç  düşünmeden sürüklenmek şeklinde kendini gösteriyor!.

Futbol hastalığı insanların en kıymetli hazineleri olan vakitlerinin israfına, çeşitli ölçüsüz, taşkın ve günah sayılan işler yapmalarına, bazen de küfürleşmelerine, dövüşmelerine ve hattâ ölümle neticelenen olaylara, bizzat maça seyirci olarak giderek veya televizyondan futbol maçı seyredenlerde bunlardan hiçbiri olmasa bile, futbolcuların ve hakemlerin (uzatmasız maçlarda) en az 90 dakika müddetle İslâm’daki erkek tesettürüne aykırı şortlarla görüntülerine bakmanın günahlarına sebeb olmaktadır. Bir Anadolu şehrimizde, mahallî takımlarının başka bir şehirde yapacağı maça gitmek için otobüs kiralamak isteyen, fakat bunun için paraları olmayan bazı gençlerin gece tenha sokaklarda ellerinde zincirlerle yol kesip zorla para almaları ve benzeri, daha da kötü örnekler, futbol hastalığı ile ilgili  hastalık belirtilerinin bazı misalleridir.

Fıkıh âlimleri, “en iyi beyin sporu” olmasının yanında, insanların bu dünyaya gönderilmelerinin hikmeti ve gayesiyle uyumlu olmayan bazı mahzurlarını dikkate alarak satranç oyununda aşırılığı bile hoş görmemişken, satranca göre çok eksik ve geri yönleri bulunan futbolun ve bununla alâkalı futbol hastalığının durumunun, dinî olarak da ciddî şekilde düşünülmesi ve yorumlanması icap etmektedir.

Bazıları,

“-Daha kötü şeylerle uğraşmaktansa bırakalım; insanımız futbolla uğraşsın..” demekte ve bu sözleriyle kişileri futbol hastalığı aleyhinde konuşturmamaya çalışmaktadırlar. Onların bu hali, İspanya’yı 50 yıl diktatörlükle idare etmiş olan General Franko ile alâkalı bir nakli hatırlatmaktadır:

General Franko’ya 50 yıl koskoca İspanya’yı diktatörlükle nasıl idare ettiğini sormuşlar; General Franko:

“- Büyük arenalarda (boğa güreşlerinin yapıldığı yerlerde) ve büyük futbol sahalarında insanları uyutarak…”(!)

cevabını vermiş.

 Aynı mevzuyla alâkalı olarak söylenebilecek başka şeyler de olabilir.

“-Daha kötü işlerle uğraşmaktansa..” yanlış hoşgörü cümleciğine karşı, boş bir kabın doldurulması ile alâkalı şu duruma dikkat çekilebilir:

Boş bir kabı, “Daha kötü bir şeyle doldurmaktansa..” yanlış hoşgörüsüyle herhangi bir şeyle doldurursak, o boş kap “dolu” duruma geleceği için, onu daha sonra “iyi” bir şeyle dolduramayız. Bunu yapabilmek için, daha önce doldurulmuş olanın bir kısmını veya tamamını boşaltmamız icap eder. İnsanın ruhî, aklî, hissî alâkalarının mazharı bir “kab”ın var olduğu farz edilirse “o kab daha kötüsü ile dolmasın” diye “futbol hastalığı”yla doldurulursa, onun daha iyisiyle doldurulmasını kısmen veya tamamen engellemiş oluruz!. 
Ancak önceden doldurmuş olduğumuzu kısmen veya tamamen boşaltmak suretiyle, o “kab”a daha iyi bir şeyi doldurmamız mümkün olabilir. Bu ise pratikte hem zordur, hem de önceden doldurmuş olduğumuzu tamamen boşaltmadıkça, yeni doldurmuş olduğumuzla karışınca belki; “müşevveşiyet” (karmakarışık bir vaziyet) husule gelecektir. Nitekim, asrımızın insanlarında bu “müşevveşiyet” hâlinin misallerine çok rastlanmaktadır. 
Bu “müşevveşiyet” hâlinin misallerinden birini, tanıdığım yüksek dereceli ve beş vakit namazını kılan fakat “futbol hastası” bir memurun, futbol maçlarına namaz seccadesi ile gitmesinde, maça gelmiş seyircilerin tezahüratı esnasında namazını da aksatmamaya çalışmasında; fakat futbol sahasındaki, İslâmî tesettüre uymayan kısa şortlu futbolcu ve hakemlere en az 90 dakika  bakmanın günahını yüklendiğini düşünmemesinde görmüştüm.  

“Futbol hastaları” manevî değerlere de sahip olsalar, o hastalıklarının derecesine göre bu müşevveşiyet ile, zihinleri bazı futbolcular ve futbol maçları üzerinde yapılan fuzulî yorumlar ve değerlendirmelerle meşgul olur; boş zamanlarında ve bulabildiği bazı fırsatlarda İslâm’ın âyetlerle ve hadislerle yasakladığı “mâ-lâ-ya’nî” (mânasız, faydasız, boş şey) günahı sayılacak hâller ve sözlerle de günahlara girerler..

Böyle yanlış hâller ve sözleriyle de,  “futbol hastaları” –belki aslında öyle olmasa bile- kendilerini bu dünyaya sanki futbol oynamaya, futbol seyretmeye, futbol üzerinde konuşmaya, futbol münakaşası yapmaya ve hattâ bazıları daha da ötesinde “spor toto”, “spor loto” gibi şansa dayandığı için haram olan kumarları oynamak için gelmiş zanneder gibi davranırlar.

Bu mevzudaki manevi tehlikelere bir misâl de vermiş olmak için, Türkiye’de yıllarca “Gol Kralı  unvanını muhafaza etmiş, “futbol hastası” binlerce hayranını kendisine gıpta ettirmiş, küçük çocuklara büyüdükleri zaman onun gibi olmak özentisini vermiş meşhur bir futbolcuyla yapılmış ve basında yer almış eski bir röportajdan da bahsetmek istiyorum.

Röportajı yapan gazetecinin muhtelif soruları arasında,

“- Hayat görüşünüz nedir?” sorusuna, o meşhur “Gol Kralı”:

“- Hayat hoş ve boştur, gerisi loştur; al dizginleri koştur da koştur!..” (!) cevabını vermiş…

Meşhur ve muteber bir sözdür:

“- Hayat görüşünün ne olduğunu söyle; senin kim olduğunu söyleyeyim.”

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmetini ve gayesini şuurlu olarak anlamış her mü’min, bu “hayat görüşü (!)”nün yanlışlığına çok kolaylıkla hükmedebilir. Onun bu çok yanlış sözlerine tepki göstermeyen insanların bu sözlerle ilgili manevî tehlikeleri ve zararları anlayabilmeleri için ise, önce hakikî ve şuurlu bir mü’min olmaları icab eder. Allah’a ve O’nun inanmamızı istediklerine gerektiği gibi iman etmemiş, insan olarak bu dünyada bulunuşunun hikmetini ve gayesini tam idrak edememiş bir “futbol hastası” ise, aklı bazı meşhur futbolcuların hayat hikayeleriyle, şimdiye kadar oynadıkları takımlarla ve attıkları gollerle geveze, ruhu da bunlar gibi faydasız şeylerle sersem olmuş bir halde ve hakikat gözü de bu sebeple kısmen kapanmışken, kendisinin en büyük alâka mevzuuna yapılan haklı tenkitleri kabul edemez ve onlara karşı haksız tepkiler gösterir.

Futbol hastalığı, “manevî bir hastalık”tır, bütün dünya memleketlerinde salgın halinde oluşu, bunun aksine delil gösterilemez. Zira bir insan için normalliğin hakikî ölçüsü, “moda olan cereyanlara veya salgın manevî hastalıklara kapılmış olmak” değildir. Bütün kâinatı ve bu büyük kâinat içinde küçük bir kâinat olan insanı yaratan Allah, yarattıkları için ölçüler, kanunlar, nizamlar da koymuştur. Aklıyla muhayyer (seçmeli) olarak dünya imtihanına gönderilen insanlar, cüz’î iradelerini Allah’ın kendileri için koyduğu ölçülere, kanunlara ve nizamlara ne derecede uygun olarak kullanırlarsa, o derecede “hakikî bir insan” olmak vasfına ulaşabilirler.

Zamanımızda, kıyafetlerde ve ideolojilerdeki “yeni moda olanı taklid etmek” temayülü, futbol hastalığı mevzuunda da mevcuttur ve hakikî insanlık şahsiyetini bir ucundan da bu taklitçilik kemirmektedir.

Hayata boştur (!) diyerek iftira eden, dolayısıyla Kâinatın Yaratıcısını mânasız, abes ve maksatsız iş yapmakla (Hâşâ) itham edenlere, İyi top sürüyor veya Çok gol atıyor” diye muhabbet etmenin tehlikesi açıktır. Maalesef bu tehlikeye gereği ve yeteri kadar dikkat çekilmiyor.

“Gerçek değerler sistemini” bulabilmenin ve muhafaza edebilmenin daha zor olduğu bu âhirzamanda, çocukluğundan itibaren yavaş yavaş futbol hastalığının pençesine düşen bazı nesillerimizi, “masum bir spor alâkasının çemberine girenler” olarak mı göreceğiz? Onların, ruhlarıyla, akıllarıyla, bedenleriyle, zamanlarıyla aşırı şekilde top peşinde koşmalarının, tahlili icab eden bazı psikiyatrik yönleri de yok mudur?

Belli şekildeki ve büyüklükteki, içi etrafımızda çok bol ve her an teneffüs ettiğimiz havanın biraz daha yüksek tazyikli hali ile dolu meşin bir topun peşinden -çocukluk çağlarını çok geride bırakmış olmalarına rağmen- bazı insanlarımızın bütün mevcudiyetleriyle koşmaları, bu şekilde vakit geçirmeye, oyalanmaya, iç sıkıntılarından kurtulmaya, teselli bulmaya, deşarj olmaya çalışmaları, kendilerinin de teşhis edemedikleri, fakat teşhisi icap eden marazî bir ruh halini aksettirmiyor mu?

Bir zamanlar, imanla küfür arasındakilere onlardan farklı “üçüncü bir ekol” mânasında “ne sağcı, ne solcu; futbolcu” denilmesi çok yaygındı. Şimdi böyle denilmiyor; çünkü futbol alâkası bu mevzuda, yukarıda da bahsedilen yazılı basın ve diğer medyanın pompalama gayretlerinin neticesinde, imanla karışıp yukarıda da kısaca bahsedilen “müşevveşiyet” halini meydana getirmiş durumda! Bu mevzuda kendisinin hiçbir şikâyeti, endişesi olmayanlar ve bu halde yaşamakta mahzur görmeyenler de mevcut olabilir; fakat bu mevzuda şikâyeti, endişesi ve hassasiyeti olanlara, bilhassa çocuklarının küçük yaşlarından itibaren terbiyeleri esnasında, yukarıda bahsedilen “boş kabın doldurulması” misâlini dikkate almalarını tavsiye etmek yerinde olacaktır.

Çocuklarının midelerini, küçük yaşlarından itibaren besleyici çeşitli gıdalarla doldurmaya ve onların maddî bünyelerinin gelişmesine hizmete çalışmakla kalmayarak, onların akıllarının, hislerinin ihtiyaçları olan “en iyi manevî gıdaların da zamanında verilmesi” ihmal edilmemelidir. Onların ileri yaşlarında “futbol hastalığı” ile manevî tehlikelere ve zararlara girebilmesine karşı koruyucu bir aşılama böyle yapılabilir. Anneler ve babalar, çocuklarının manevî açlıklarının da doyurulması için onların akıllarını Mârifetullah, kalblerini Muhabbetullah ile beslemeye ve onlara tahkikî imanın neşesini tattırmaya çalışılmalıdır. 
O zaman, çocuklarının futbola “bir spor nev’i” olmaktan çok daha fazla değer vererek ondan çok daha mühim olan alâka mevzularına ise kayıtsızlık ve hattâ bazen de inkâr halleri göstermelerinin, çocukluk çağlarından itibaren önlenmesi de belki mümkün olabilir. Böyle bir terbiyeyi alan çocukları sadece  “zararsız bir oyun ihtiyacı ve gerçek spor maksadı” ile futbol oynarlar; ömürleri boyunca  müzmin “futbol hastaları” olmayabilirler..
Prof. Dr. Mustafa Nutku

“Yerçekimi” kuvveti ve biz

 “-İnsan, hakikate “hakikat” gözüyle bakabilse..” der ve sonra da, derin düşüncelere dalardı babam..

İnsanın hakikate bakışı büyük ekseriyetle, ünsiyet (alışkanlık) sisi ile perdelenmiş haldedir.

Bu gaflet sisini dağıtmak veya bu sisin boşluğunu bulup oradan hakikate doğrudan bakmağa çalışmak, kendisine Allah tarafından akıl ve irade verilmiş her insanın aslî bir vazifesidir. İnsanın, aklını ve iradesini sadece “geçici dünya hayatında nefsinin arzularını karşılamak vasıtası” olarak görmesi büyük bir gaflet; “taklidî imanı” varsa, onu “tahkikî imanı” hale getirmeğe çalışmaması da büyük bir noksanlıktır.

 *  *  * 

İnsan, Bediüzzaman’ın da dediği gibi, “acaba sırf dünya için mi yaratılmıştır ki; aklını, iradesini, enerjisini, zamanını ekseriya dünya işlerine sarf etmekte” ve bunları kendisine Allah tarafından verilişinin asıl maksadına muvafık şekilde kullanabilmekten geri kalmaktadır?

*  *  * 

Buna bir misâl vermek icab ederse; günlük konuşmalarda dünya işlerinde batan-çıkan esnafların durumlarından bahsederken bazen “Dünya yuvarlaktır!” cümlesiyle meseleyi güya hulâsa edip bağlamağa çalışanlar çok olur.

Fakat bu “yuvarlak” (aslında “tam yuvarlak” da değil; biraz basık bir küre şeklinde) ve kendi ekseni etrafındaki devrini bir günde tamamlayacak şekilde (ekvatordaki) hızı saatte 1670 km olarak dönen, güneşin etrafındaki yörüngesinde ise saatte ortalama 107.000 km hızla hareket halinde, yaklaşık 12.800 km çapındaki dünya üzerinde kendisinin nasıl olup da uzayın karanlığına ve -270’C soğuğuna fırlatılmadan yaşayabildiği üzerinde (bu fennî malümatı da bildiği halde) gerektiği gibi hiç düşünmeyen insanların bu hâlleri çok garip değil midir?

Bunu düşündüklerini ve bu meselenin “dünya ile kendi aralarındaki yerçekimi kuvveti” ile açıklanabileceğini söyleyenler, acaba bu meseleyle ilgili böyle bir cevap vermelerinin kâfi olabileceğini mi zannediyorlar? Bahsini ettikleri yerçekimi kuvvetini dünya ile dünyanın üzerindekiler arasına kim koymuştur ve dünyanın şimdiye kadarki 4,54 milyar yıllık ömrü boyunca onu devam ettirmektedir?

Bu “yerçekimi kuvveti” çok artsa, bulunduğumuz yerde çakılıp kalacak kadar ağırlaşabileceğimizi; eğer çok azalsa, karanlık ve -270’C soğukluğundaki uzaya savrulup helak olabileceğimizi düşünmek bize mutlaka çok büyük bir dehşet hissi de verebileceğine göre, bu yerçekimi kuvvetinin 4,54 milyar yıldır mevcudiyetinin devamının ve büyük bir hassasiyetle değerini muhafaza etmesinin bilgisine sahipsek, bunun bizde meydana getirmesi gereken düşüncelerimizdeki gelişme ve imanımızdaki artış bizde var mıdır?

*  *  * 

“Ehl-i dalâlet ve ilhâd (dalâlette olanlar ve dinsizler), mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına (uyanmalarına) mukabele ve mümânaat etmek (mâni olmak) için o derece garip bir temerrüd (inatçılık) ve acîp bir hamakat (ahmaklık) gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder…

Hâlıkın, ihtiyâr (irade) ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i Rubûbiyetini hiçe indirir. Bazen, gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihetten de hikmeti olan bir hakikate, fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti; hikmetsiz, manâsız kaldı.

İşte gel, belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meçhuleye bir nam takar; malum bir şey gibi ‘Bu budur der.”(Risale-i Nur Külliyâtı, SÖZLER)

*  *  * 

Bizim üzerinde bulunduğumuz yerküresinde yaşayabilmemiz, onun 24 saatlik bir gününde kendi ekseni etrafında (ekvatordaki) hızı saatte 1670 km olan bir hızla onunla birlikte dönerken uzaya savrulmayışımız ve üzerinde çeşitli hayatî hallerimizi yaşayabilmemizde rolü olan “derin ve geniş o hakikat-ı meçhûle”lerden bir tanesi de, yer küresi ile bizim bedenimiz arasındaki “yerçekimi kuvveti”dir.

Âdileştirip, sadece “Bu budur” tarzında, malum bir şey gibi bir nam takılarak “yerçekimi kuvveti” denilmiş olan bu kuvvetin gerçek mahiyeti insanlar tarafından tam olarak bilinememekte; ancak tesirleri ve neticeleri vasıtası ile varlığı ve büyüklük dereceleri fark edilebilmektedir. “Yerçekimi” kuvvetinin mahiyeti, diğer bütün “kuvvet” cinsleri gibi, insanlar için “hakikat-ı meçhûle”dir, derindir ve geniştir.

*  *  * 

Newton, kâinattaki “âdetullah kanunları”ndan biri ve bütün cisimlerin birbirini çekme özelliği ile alâkalı olan “Genel Çekim Kanunu”nun sadece, hangi matematik formülü ile ifade edilebileceğini keşfetmiştir! Dünya ile bizim aramızdaki ve dünya ile dünyadaki diğer canlı ve cansız varlıklar arasındaki “yerçekimi”, bu genel çekimin çeşitli hususî hallerini meydana getirmektedir. Dünyadaki bu “yerçekimi” kendiliğinden ve hiçbir faili olmadan meydana gelmemiştir; onu meydana getiren, icra eden ve devam ettiren vardır; O’nun zatını –biz mahlûk, O ise Hâlık olduğu için- düşünemesek ve bilemesek de  varlığı, birliği ve isimlerinin, sıfatlarının kâinatın büyük kitabındaki tecellîleriyle O’nu tanımalıyız.

“Yerçekimi” konusunda sadece o konudaki bir matematik formülünü keşfetmiş olan Newton adlı fanî insanın adını hatırlayarak ve anarak; “yerçekimi hakikatini” sanki “ezelden beri mevcut, kendiliğinden ortaya çıkmış, kendiliğinden icra oluyormuş” zanneder gibi davranmak, “zulmet derecesinde kesîf bir gaflet ve ünsiyetle idrâkimiz perdelenmiş olmak” değil midir?

*  *  * 

Gece-gündüz, her an üzerimizdeki tesirleri açıkça görülen “yerçekimi”, arzın her yerinde aynı kuvvette de değildir. Arz üzerinde bulunan yerin jeolojik yapısına, deniz seviyesinden yüksekliğine ve enlem dairesine göre onun kuvveti değişir. Bunun sonuçlarından biri olarak, vücut ağırlığımız da bulunduğumuz yere göre –kolaylıkla fark edemeyeceğimiz- biraz farklılık gösterir; kutuplara yaklaştıkça vücut ağırlığımız biraz artar, ekvatora yaklaştıkça biraz azalır.

Burada “fen bilgisi” vermek için değil; “derin ve geniş bir hakikat-ı meçhûle” olarak bunun da âdileştirilmemesi, kâinatın yaratıcısının pek büyük bir fiil-i Rubûbiyetinin hiçe indirilmemesi için“yerçekimi”nin dünyanın muhtelif yerlerinde değişmesinin zahirî sebebine de kısaca işaret edip, hakikî sebebini selîm akılların idrâk, muhakeme ve tefekkürüne havale etmekte fayda vardır. Şöyle ki:

“Yerçekimi”nin yer küresi üzerinde bulunan enlem dairelerine göre farklı oluşunun sebebi, enlem daireleri kutuplardan ekvatora doğru büyüdükçe, bu enlemlerdeki canlı veya cansız tüm cisimlerin dünya kendi ekseni etrafında dönerken açısal hızlarının aynı olmasına rağmen, dolanım hızlarının artması ve “merkezkaç kuvvet” adı verilmiş diğer bir “Âdetullah Kanunu”na göre, ekvatora yakın cisimlerde arzdan dışarıya savrulma kuvvetinin biraz artarak, buna zıt yönde olan yerçekiminin tesirini biraz azaltmasıdır.

Demek ki, “bu sebebler nizamında” dünya başıboş olsa ve şimdikinden daha hızlı olarak kendi ekseni etrafında dönmeye başlasa, gece-gündüz vakitlerinin toplamı olarak günlerin kısalmasından meydana gelebilecek çeşitli aksaklıklardan çok daha mühim bir netice de şu olurdu: Başıboş bir halde hızı artmış olarak dönen bu yerküresi nihayet, arzdan “merkezkaç kuvvet” denilen dışarı savrulma kuvvetinin, “yerçekimi”ne galip gelmesiyle, üzerindekileri uzaya fırlatabilecekti!..

Dünya daha sonra kendi ekseni etrafındaki dönme hızını azaltsa bile, ondan uzaya savrulanlar tekrar geri gelemeyecekti!..

Bu “kıyamet sahnesi” dünyanın 4,54 milyar yıllık şimdiye kadarki geçmişinde meydana gelmemişse; yani dünya başıboş değilse, onun Sâhibi ve Mâliki kimdir? “Büyük kıyamet”te bu dünya, onun Sahibinin ve Mâliki’nin emriyle üzerindekileri “Haşir Meydanı”na döktüğünde; Allah’ın verdiği hayat, akıl ve irade ile onun üzerindeki “hakikî insanlık” imtihanında yapılan telâfisi imkânsız yanlışların ve noksanların hesabının “Mahkeme-i Kübrâ”da nasıl verileceği, “iş, işten geçmeden” henüz o dünya imtihan yerindeyken düşünülerek gereğinin yapılmaya çalışılması icabetmez mi?

*  *  * 

Burada bahsedilen “yerçekimi” misalinde olduğu gibi, kâinattaki derin, geniş, aslı peygamberler ve İlâhî Vahiyle bildirilmiş olanları; onlarla birlikte, “dünyevî ilimlerle bilinenler ve  bilinmeyenler olarak çok sayıdaki hakikatleri” de, Rabbimizi bize bildiren üç büyük küllî muarriften birincisi olan “Kâinatın Büyük Kitabı”nı doğru okumaya çalışıp üzerinde selim akılla düşünerek, Allah’ın inanılmasını bizden istediklerine olan imanın kuvvetlendirilmeğe çalışılması ve o kuvvetli imanla da O’na kulluğun dünyadaki en büyük imtihanını başarabilmek şevkinin, azminin ve gayretinin gösterilmesi icap etmez mi?

Mustafa Nutku

Okyanuslar Aside Dönüşür mü?

Bu yazının başlığı, küresel felaket senaryoları dinlemekten bunalmış olanlarda hayret ve dehşet hisleri uyandırarak onlara;

“- Bu kadarı da fazla artık!”

dedirtebilir. 

Bu yazı başlığıyla ilgili o hislerin içine girebileceklerin, o yazı başlığını kullananla aralarında belki şöyle bir konuşmaları da olabilir:

“- Siz bu yazınızda okyanusların aside dönüşebileceğini mi söylüyorsunuz?”

“-Evet; dönüşebilir ve dönüşmesini engellemeğe de insanların gücü yetmez diyorum.” 

Soruyu soran, sorusuna aldığı bu cevap üzerine, son zamanlarda halk dilimize girip yerleşmiş olan şu tepki cümleciği ile belki karşılık verebilir:

“- Hayret bir şey!..”

* * * 

Aslına bakılacak olursa, okyanusların aside dönüşmesinden daha fazla, okyanusların aside dönüşmemesi “hayret edilecek bir şey”dir!

 Nasıl mı?  Burada kimya dersi vermek gibi olacak fakat bunun şöyle izahı gerekiyor: 

İlköğretim seviyesindeki kadar bile kimya bilenlerin de bildiği gibi, yerküremizi çepeçevre saran havada kütle bakımından %78 azot, %21 oksijen, %1 de argon, neon, karbondioksit ve su buharı, karışım halinde bulunur. “Soy gazlar” olarak adlandırılan helyum, neon, argon, kripton ve radon haricindeki bütün gazlar gibi, azot gazı da serbest halde ve havadaki diğer gazlarla karışım halindeyken, iki atomlu molekül halinde bulunur. Azot molekülündeki iki azot atomu birbirlerine üçlü bağla bağlıdır; bu, onun kararlı bir molekül olmasına, yani kolaylıkla atomlarına bölünüp başka atomlarla bileşik yapmamasına sebep olur. Buna azot elementinin “inert” (âtıl) olmak özelliği denir. 

N2  + 172 000 kal. N + N   (Çok güç)

Azot molekülü azot atomlarına kolay ayrılmaması bakımından çok kararlı (inert) olmasına rağmen, su beraberinde oksijenle yükseltgenerek (oksidasyona uğrayarak) bileşik yapmak bakımından kararsızdır. 

N2  + 5/2 02 +  H2O 2 HNO3   (Çok yavaş)

Bu reaksiyon, çok yavaş olarak meydana gelir. Bu reaksiyon çok yavaş olarak meydana gelmeseydi, atmosferin azot ve oksijeninin tamamı, okyanusların suyu ile birleşerek nitrik asit meydana getirebilirdi. Bu şekilde, en dehşet verici küresel felaket senaryolarından daha dehşetli bir “küresel felaket senaryosu” olarak okyanuslar -hem asitlik hem de oksitleyicilik özelliği gösterdiğinden- çok tahripkâr kuvvetli bir asit olan nitrik aside dönüşür; bu olayda havanın oksijeni ve azotu da tükenebilirdi. Büyük kıyametin kopması hariç, bundan daha büyük bir küresel felaket belki de olamazdı. 

Hızlı olduğu takdirde böylesine dehşetli bir küresel felaketi netice verecek olan bu kimya reaksiyonunun hiç olmaması da arzu edilemez; okyanus kimyasında hava azotundan canlıların ihtiyacı olan azotlu bileşiklerin teşekkülü için, bu reaksiyon şimdiye kadar olduğu gibi,  çok yavaş olarak meydana gelmelidir.  

Size tahammül edilemeyecek kadar dehşetli bir filmi seyrettirmek gibi olacak ama, derişik nitrik asidin tahripkâr özelliği hakkında fikir vermesi ve bu felaket senaryosunu biraz tasavvur edebilmek kolaylığı olması için, bir tarihte şehirlerarası yollarımızın birinde derişik nitrik asit yüklü bir tankerle bir yolcu otobüsünün çarpışmasında, tankerden yol kenarındaki hendeğe boşalan derişik nitrik asidin, yolcu otobüsünden o hendeğe düşen insanların bedenlerini hiçbir iz kalmayacak şekilde tamamen erittiğini, istemeyerek de olsa hatırlatmak istiyorum. 

Bazı dinsiz filozoflar ve bozuk felsefî cereyanlar, insanı ilah (?) gibi göstermeğe çalışırlar. 

İnsan, kâinatın en mükemmel mahlûku olmasına rağmen, onu tehdit eden tehlikelere karşı aczi nihayetsiz gibidir. Buna dair verilebilecek çok sayıda misallerden biri de, yukarıda genel kimya kitaplarından 2-3 satır halinde naklettiğimiz, azot molekülünün su beraberinde oksijenle yükseltgenip nitrik asit meydana getirmesi reaksiyonunun hızını, şimdiye kadar olduğu gibi, kendine hem zarar vermeyecek hem de fayda verecek şekilde ayarlamaktan ve bu ayarı sabit tutmaktan, insanın âciz oluşudur.  

Okyanusların nitrik aside dönüşmesi faciasıyla birlikte havadaki bize çok lâzım olan oksijenin ve azotun da bu şekilde tükenmesi, bu reaksiyonun hızının çok yavaş olması sebebiyle en büyük bir küresel felaket haline gelmiyorsa, hem kimya bilgisi olarak bunu öğrenip hem de; 

“- Bu reaksiyonun hızını ayarlayan ve ayarını bozulmadan bugüne kadar devam ettiren Kim’dir?” 

 diye hiç düşünmeyecek miyiz? 

Bunu düşünmeyi aykırı gördüğümüz bir “şey” varsa, böyle bir durumda asıl aykırılığın o “şey”in kendisinde mi olduğunu ciddî bir şekilde düşünmemiz icap etmez mi? 

 Kendimizi ve çevremizi tanımağa ilk başladığımız andan itibaren tabiatta cereyan eden kanunların değişmeden devam etmekte olduğuna bakarak, bu kanunları ezelî, asıl ve değişmez olarak tevehhüm etmek hatasına düşmemeliyiz. Kanun varsa, o kanun kendiliğinden var olmamıştır; o kanunu koyan vardır. Kanun hükmünü icra ediyorsa, bu icraatı kanunun kendisi yapmamaktadır; “o kanunun hükmünü icra eden” vardır. Misâl olarak, Türkiye Cumhuriyeti devletini alırsak, devletimizin kanunlarını koyucu: Türkiye Büyük Millet Meclisi, devletimizin kanunlarını yürüten de İcra Vekilleri Heyetidir (Bakanlar Kuruludur). Bütün âlemlerin hükümranlığını elinde bulunduran Allah, hükümran olduğu âlemlerde carî kanunları da koymuştur ve kendi koyduğu kanunları hiçbir yardımcıya ihtiyaç duymadan sonsuz kudretiyle bizzat kendisi icra etmektedir. Kanunu koyan, onu değiştiremez mi? Daha önde gelen, kanun mudur; yoksa o kanunu koymak selahiyeti ve kudreti midir? 

Yaratıcı’nın yaratmasının hem “ibda” (hiç yoktan) hem de “inşa” (mevcut maddelerden) şeklinde olduğuna dair misaller, bilhassa her bahar mevsiminde tekrar bize gösterilmiyor mu? 

Hiç yoktan varlık âlemini yaratan ve ona nizam veren kanunları koyanı, kendi koyduğu kanunların esiri (?) gibi vehmetmek, bunu değiştiremeyeceğini veya yeniden başka bir kanun koyamayacağını (Hâşâ) zannetmek, ona noksan sıfat izafe etmek değil midir? Halbuki O, noksan sıfatlardan münezzehtir ve en mühim zikir kelimelerinden olan “Subhanallah” da bunu ifade eder.    

Kur’an’da, halen içinde yaşadığımız bu dünya için Allah’ın belirlediği ömür müddetinin sonunda bu dünyanın ve kâinatın değişime uğrayacağını bize haber veren çok sayıda âyet vardır. Bunlara “Kıyametle alâkalı âyetler” denilir ( 73/14, 74/8-10, 81/1-6, 101/1-5, 75/1-15, 77/1-19, 50/20, 54/1-2, 54/46, 7/187,  25/25, 20/105-108, 56/1-10, 27/82-85, 15/85, 31/34, 34/3, 39/67, 40/18, 40/59, 42/17,  43/61, 45/27, 18/47, 18/8,  18/99, 16/61, 16/77, 21/1, 21/104, 21/109-111, 21/96-97, 21/98, 52/1-12, 67/25-27, 69/1-3, 69/13-17, 70/1-3,  70/5-14, 78/1-5, 78/17-20, 79/1-8, 79/34-36, 79/42-46, 84/1-6,  30/12-14, 33/63, 47/18, 55/40, 22/1-2, 22/7). 

Bu âyetlerden başka, kıyametten bahseden çok sayıda da hadis vardır.   

İnsanlar için imkânsızlık çoktur;  fakat Allah için imkânsızlık yoktur. Allah isterse, her an her şey olabilir. Kıyameti de, kıyameti hatırlatan büyük âfetleri anında meydana getirmekte de Allah için hiçbir güçlük yoktur. 

Noksan sıfatlardan münezzeh ve her şeye kadir olan Allah’ın kıyameti gerçekleştireceği, Kur’an’daki yerleri yukarıda bildirilmiş çok sayıdaki âyetlerle ve Resulünün (asm.) çok sayıdaki hadisleriyle kesinken; elbette kıyamete nisbeten çok küçük bir hadise olan “okyanusları aside dönüştürmeyi” de Allah istese, Kur’an’da Yasin suresinin son âyetinde bildirdiği gibi, sadece “Kün” (Ol!) emrini vermekle anında gerçekleştirebilir.  

Bize düşen vazife; Allah’ın koyduğu “sebebler perdesi”ne takılıp kalmadan, bunu olmayabilecek bir hadise zannetmemek ve Allah’a kullukta kusur etmemeye çalışmaktır.

Mustafa NUTKU 

Kâinat Mescid-i Kebîri

  24 Temmuz 2020 Cuma günü, 86 yıllık aradan sonra tekrar cami olarak ibadete açılmasının beklentisini, büyük şevkini ve heyecanını yaşadığımız “Ayasofya Cami-i Kebîri”nin ismi, “Mescid-i Kebîr” isminin yer aldığı eski bir yazımı bana hatırlattı. 

Yıllar önce, geçici görevle İngiltere’ye giderken, ilmihalini bilmek tüm Müslümanlara farz olduğundan, yanıma Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali” kitabını almayı da ihmal etmemiştim.  O kitapta Allah’ın varlığından bahsedilirken şöyle deniliyordu:

         “Yüce Allah’ın varlığını isbat için Kelam (Akaid) ilminde ve felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını “Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri” adındaki eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şimdi burada: “Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır.” (Âli İmrân: 190) âyetini okuyup yüksek anlamını düşünmek yeterlidir.
   Bu âyet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah’ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu âyet-i kerîmenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah’ın varlığını kabule mecbur olur.
   İşte yukarıda Türkçe anlamını verdiğimiz âyet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen:
   ‘Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru.’ anlamındaki âyet-i kerîme, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor.
   Bütün bu âyetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de:
  ‘Tefekkür gibi bir ibadet yoktur.’ buyrulmuştur.
  Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet, düşünen insanların dinidir.
  İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda insanlar, bu âleme bu düzeni ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah’ın kudret ve azametini isteyerek ve teslimiyetle kabule mecbur olurlar.
  Hattâ böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlı başına bir âlem olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için Allah’ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir. Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rastgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla. Böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz.”

  *  *  * 

Âl-i İmrân Suresinin bu âyetlerinin ve onlardan sonrakilerin nüzulünden, çeşitli sahih hadis kitaplarında  bahsedilmektedir.

       “Abdullah b. Ömer (r.a.) hazretleri naklediyor: ‘Hz. Âişe’ye; Resulullah’dan gördüğün şeylerin en hayret verici olanını bana söyle.’ dedim. Bunun üzerine ağladı ve uzun bir müddet ağladıktan sonra dedi ki: ‘Onun her işi hayret vericiydi. Bir gün bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da buyurdu ki: Ey Âişe, bu gece bana Rabbime ibadet etmek için izin verir misin?’ Ben de; ‘Ey Allah’ın Resulü, ben senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, izinlisin.’ dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu. Kur’an okuyordu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hattâ gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildirdi. Baktı ki ağlıyor; ‘Ey Allah’ın Resulü, dedi, Allah Tealâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?’ 

O: ‘Ey Bilâl’, buyurdu; ‘Şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Bundan sonra buyurdu ki:, ‘Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece şu âyeti indirdi:

وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ 

                                                                                         (Gökler ve yer Allah’ın mülküdür)

                                                                                                                                (Âl-i İmrân, 189 )  

Resulullah bunu söyledikten sonra da ‘Vay bunu okuyup da, bu babda düşünmeyene!.‘ buyurdu. (Diğer bir rivâyette: ‘Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda düşünmeyenlere.’ buyurdu).

 *  *  *

İngiltere’deki o geçici görevim esnasında, Üniversite kütüphanesindeki çeşitli kitap isimlerine göz gezdirirken, “How Big Is the Universe?” (Kâinat Ne kadar Büyük?) isimli bir “popüler bilim” kitabı dikkatimi çekince, o kitapta kâinatın büyüklüğü hakkında verilen bilgilerle Âl-i İmrân sûresinin son âyetlerinin meallerini ve Büyük İslâm İlmihali’nde Allah’ın “Vücud” sıfatı (Allah’ın varlığı) konusunda bahsedilenleri birlikte işleyerek “Kâinatın büyüklüğü başlıklı  bir yazı yazmıştım ve gönderdiğim bir İstanbul gazetesinde o yazım hemen yayınlanmıştı. Dinî eserler neşreden bir yayınevi de “Onuncu Gezegen” adlı başka bir makalemle birlikte onu bir broşür halinde çok sayıda basmış ve sattığı kitapların sayfaları arasına koyarak hediye etmişti

*  *  * 

Kâinatın büyüklüğü  

“Bir senenin yaklaşık 365 gün ve dünyanın güneşin etrafındaki devrini tamamlaması için geçen zaman olduğunu, okur-yazar olup da bilmeyen yok gibidir.

Dünya güneşin etrafındaki bir devrini yapıncaya kadar bir sene geçiyor. Acaba dünya çok yavaş hareket ettiği için midir ki, güneşin etrafındaki devrini ancak bir senede tamamlayabiliyor? Hayır. Dünya güneşin etrafında dönerken saniyede 29,76 km.lik bir ortalama hızla hareket etmektedir. Bu, saatte 107136 km ortalama hız demektir (Bizim cismimizin büyüklüğüne göre bu hız, bir otobanda giden otomobilin ortalama hızının bin misli büyük bir hızdır; fakat dünyanın 12756 km olan ekvatordaki çapıyla kıyaslanacak olursa; Dünyanın güneş etrafındaki hareketinde bir saatte çapının 8,4 katı kadar mesafe katettiği, çapı kadar bir mesafeyi de yaklaşık 7 dakikada katettiği söylenebilir. 

Dünya, saniyede 29,76 km ortalama hızla hareket etmesine rağmen, güneş tarafındaki devrini bir defa tamamlayıncaya kadar biz bir yaşımıza daha giriyoruz!..

Ard arda turlarla yapılan bazı seçimlerin kaçıncı turda olduğunu merak edip birbirimize sormamız tabiî ki tenkidi mucip değildir. Fakat bu arada kendi kendimize de sorsak:

“- Acaba, ben kaçıncı turdayım ve bu turlarımın sonunda nereye seçilmeğe namzetim?”

İnsana ömür mühleti çok uzunmuş gibi gelir. İnsan ömrü ülkemizde halen ortalama 80 turla ifade ediliyorsa, meseleyi –itiraz makamından– vüzuha kavuşturmak için müdahalede bulunanlar olur:

“– ‘80 tur’ diye insan ömrünü çok kısa görme; dünyanın güneş etrafındaki bir turunu tamamlarken katettiği mesafeyi de düşünmek lâzım.”

Evet, bu da ayrı ve başlıbaşına bir ibret konusu. Öyle uzun bir mesafe ki, dünya saniyede 29,76 km ve saatte 107136 km’lik bir ortalama hızla hareket etmekle, ancak bir yılda katedebiliyor!.

Peki ya güneş sistemindeki diğer gezegenler? Onların güneşe mesafeleri ve güneş etrafındaki turlarında katettikleri yörüngelerinin uzunluğu nedir?

Ya güneş sisteminin dışındakiler? Gözümüzle görebildiğimiz ve göremediğimiz kâinatın büyüklüğü ne kadardır?

İşte şimdi, saniyede 29,76 km.lik bir ortalama hızla güneş etrafındaki turunu üzerindekilerle birlikte yapmağa devam eden dünya uzay gemisindeki yolcular olarak, yolculuğumuzun bu anında biraz da bu mesele üzerinde fikren durup düşünmeğe çalışalım.

 *  *  *  

 Eski devirlerden beri gökler akıl sahipleri için alâka mevzuu olmuş; insanlar gökyüzünü incelemişler, kâinatın büyüklüğünü ve sırlarını tahmine çalışmışlardır. Göklere ait müşahedelerini, gördükleri hakkındaki düşüncelerini, göklerde cereyan edenlerle ilgili izahat ve teorilerini yazmışlardır. Yıllar geçtikçe eski teoriler daha hassas müşahedelerle, hesap metotlarıyla geliştirilmiş ve geliştirilmeğe devam edilmektedir.

Kâinatın insana hayret ve haşyet veren büyüklüğü, bilhassa son yüzyıl içinde daha da iyi anlaşılmağa başlamıştır. Kâinatın büyüklüğünü rakamlarla ifade yoluna teşebbüs eden astronomi âlimleri, bu esnada ekseriya kendilerini de bir dehşet ve korku hissinden kurtaramamışlardır. İnsan, zaman ve uzay hakkında dünyada elde ettiği tecrübelerinin delillerini, bütün kâinatın muammasını da çözmek için kullanmağa kalkışmakta; fakat bildiği bütün ölçü sistemlerini zaman ve uzayın birbiri ardındaki silsilelerine tatbike çalışırken, bu ölçü sistemlerinin artık hükümsüz olduğu bir yere varmaktadır. İnsandaki sınırlı idrakten doğmuş geometri ve şekil tasavvurlarının, sınırı tesbit edilemeyen uzay için de tatbik edileceği şüphelidir.

Gökteki yıldızların tetkiki insanı, fenlerin ve tahayyül kabiliyetinin izahını yapmaktan aciz kalacağı “sonsuzluk” ve “ebedîyet” mefhumlarını düşünmeğe sevk etmektedir. İnsanların elde ettiği fen ilimlerinin ve insandaki tahayyül kabiliyetinin, “sonsuzluk” ve “ebedîyet” mefhumları mevzubahis olunca, ötesi karanlık bir uçurum kenarına gelmiş gibi olması ve daha ileri gidememesi karşısında Schiller gibi bazı filozoflar:

“–Kâinatı düşünmek, insanı Allah’ın varlığını kabule zorlar.” demekten başka bir çıkar yol bulamamışlardır.

*  *  *

Çok açık ve bulutsuz bir yaz gecesinde çok dikkatle bakan bir göz, küçük ışıklı noktacıklar halinde 6000 kadar yıldız görebilir. Küçük bir teleskop kullanılsa, görülebilen yıldız sayısı çok daha fazla olur. Güney California’da Mount Palomar’daki dev teleskopla ise, milyarlarca yıldız görülebilmekte ve fotoğrafları çekilebilmektedir. Son dört asırdır astronomlar kâinatı teleskoplarla tetkik etmektedirler. “Galaksi” adı verilen dev yıldız kümelerini incelemek için astronomlar senelerini vermişlerdir. Sonsuz olduğu hissini veren feza denizinde yüzen çok büyük gaz ve toz bulutları olan “Nöbüle”lerin fotoğraflarını çekmişlerdir. Astronomların bütün bu çalışmalarıyla ilgili kitaplar kütüphanelerin raflarını doldurmuş bulunmaktadır.

İçinde yaşadığımız, insanın “misal-i musaggarı” (küçültülmüş bir misali) olduğu muazzam bir kâinat vardır. Bu büyük kâinatın mevcudiyetinin sebepleri ve hikmetleri konusu, insan için en tabii ve en meraklı suallerden birini teşkil etmektedir. Mevzuun çok geniş olması sebebiyle, biz burada sadece kâinatın büyüklüğü konusunda şimdiye kadar elde edilmiş bilgilerden çok kısa olarak bahsedip tefekkürü okuyucuya bırakacağız.

Kâinatın büyüklüğü ne kadardır? Kâinatın büyüklüğünü tayine çalışmak, insan için mevcut olabilecek en büyük rakamı bulmağa çalışmak gibidir. Astronomlar bütün mevcut galaksileri keşfettiklerini söyledikten sonra, birisi daha kuvvetli bir teleskop yapınca, fezanın daha derinliklerinde daha başka galaksilerin de mevcut olduğu görülebilmektedir.

Havanın açık olduğu bir yaz gecesi göğe bakıldığında, görüş sahamızı bir ufuktan bir ufuğa kateden ışıklı bir şerit halinde yıldızlar görülür. Buna “Samanyolu” denir. Bu, bizim içinde bulunduğumuz galaksidir. Bizim güneşimiz, bu galaksinin uçlarından birine yakın bir yerdedir ve Samanyolu’nu teşkil eden kendisi gibi yüz milyar güneşlerden sadece bir tanesidir!.. Biz Samanyolu’na bakarken bizden çok uzak, bizim dışında olduğumuz bir yıldız kümesine bakıyormuşuz gibi gelir. Halbuki milyarlarca güneşle beraber bizim güneşimizin ve onun peyki olan arzın da içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisini, arz üzerinden görebileceğimiz şekliyle seyredebilmekteyiz.

Astronomlar, göklerdeki yıldızlararası mesafeleri ifade için, “ışık yılı” mesafe birimini kullanırlar. Bir “ışık yılı”, ışığın bir yılda katettiği mesafedir. Işığın saniyede takriben 300.000 km. katettiği düşünülerek bu mesafe biriminin büyüklüğü tasavvur edilebilir. Dünyaya en yakın yıldız olan “Alpha Centauri” 4,4 ışık yılı mesafededir. Güneşin dünyaya uzaklığı ise, sadece 8 ışık dakikasıdır. Arza nisbeten en yakın yıldızlardan biri olan “Sirius” yıldızı, 8 ışık yılı uzaklıktadır. Işık yılını daha iyi anlaşılır şekilde izah etmek gerekirse, Sirius yıldızında bu gece büyük bir patlama ile ışığında her zamankinden çok fazla bir artış olsa, biz bunu ancak 8 yıl sonra bu geceki patlamada neşrolan ışıkları bize ulaştığında görebiliriz. Bu ışık yılı mesafe birimini “Samanyolu”nu ifade için kullanırsak; “Samanyolu” dediğimiz galaksimiz, çapı 100.000 ışık yılı, kalınlığı 10.000 ışık yılı olan disk görünüşündeki çok büyük bir hacimde, her biri birer güneş olan yüz milyar yıldızın tevzi olması ile husule gelmiştir. Bizim güneşimiz ve gezegenler sistemi, bu galaksinin merkezinden 30.000 ışık yılı mesafede yer almıştır.

 *  *  *  

Uzun yıllar boyunca astronomlar, birçok yıldızı içine alan bu “Samanyolu” adı verilmiş galaksinin kainatın bütününü teşkil ettiği ve bu galaksinin haricinde başka hiçbir yıldız bulunmadığını zannetmişlerdi. Daha sonraları artan görüş imkânları ile, kâinatın içinde bulunduğumuz galaksideki yıldızlardan ibaret olmadığı, daha başka galaksilerin hatta “Galaksi kümeleri” manasında “Klaster”(Cluster)lerin de bulunduğu anlaşılmıştır.

Galaksiler, umumiyetle birbirlerine nispeten yakın mesafede olanların teşkil ettikleri “galaksi çiftleri” halinde bulunurlar. Meselâ bizim içinde bulunduğumuz “Samanyolu” galaksisine en yakın mesafedeki diğer galaksi “Andromeda” adı verilmiş olandır ki, bize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır…

Galaksi kümeleri olan Klaster’lerden, binden fazla galaksi ihtiva edenleri vardır. Bu klasterlerin bir uçtan diğer uca büyüklükleri, bir milyon ışık yılı ile on milyon ışık yılı arasında değişebilmektedir. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu “Samanyolu” galaksisi, 20 tane galaksi ihtiva eden bir klaster’e dahildir. Bu klaster’in çapı 3 milyon ışık yılıdır. Bu klaster’lerin de fezada rastgele dağılmadıkları ve 100 milyon ışık yılı çapında bir hacme yüz tane kadar klaster’in muntazam bir şekilde tevzi edildiği anlaşılmaktadır. Kâinatta üçyüz milyardan fazla galaksinin bulunabileceği ve bir galaksinin de yüz milyardan fazla yıldız ihtiva edebileceği, fennin bu güne kadar elde ettiği bilgilerle söylenebilmektedir.

İnsan, maddî bir varlık olarak düşünülünce, kâinatın büyüklüğü yanında ne kadar küçük bir cisme sahiptir. Mânevî varlığı; akıl, his, tahayyül gibi çeşitli kabiliyetleri ile göz önüne alındığında, kâinat yanında insanın ehemmiyetinin büyüklüğü anlaşılabilmektedir.

*  *  *  

İnsan, kendi ağırlığı ve hacmine kıyas etmek icabetse, yan yana konulması gereken rakamlara sayfa ebadlarının dar geleceği yıldızları, galaksileri, klasterleri boyutlandırıyor, kendine olan mesafelerini muhtelif birim sistemleriyle ifade edebiliyor, bazı özelliklerini tesbit edebiliyor. İnsanın aklını kullanarak yapabildiği bütün bu kabil işlerin hepsinden de önemli olan aklî faaliyeti ise, bu mevcudâtın tesadüflerin eseri ve oyuncağı olamayacağını idrak edebilmesi; mevcudâtı Hâlıkına nisbet edebilmesi; “Allah’ın eseri” gözüyle mevcudata bakabilmesi, kâinat sahifelerinde bu kâinatın Sanatkârının isim ve sıfatlarının tecellilerini okuyabilmesidir.

Allah’ın varlığının, birliğinin ve kudretinin çok açık delillerini ihtiva eden kâinatın, halen fenlerle bilinen büyüklüğü bile insanın tasavvur ve tahayyül sınırlarının zorlandığını hissedebileceği bir mertebededir. Kâinatın bu büyüklüğü, Sahibinin, Sanatkârının büyüklüğüne delalet eder. Kâinatın büyüklüğünü Sahibine izafe etmesiyle insan, kullara kul olmak veya geçici küçük menfaatlere köle olmak yerine, bu büyük kâinat mülkünün Büyük Sahibi’ne kul olmanın büyük şerefiyle şereflenir; hakikî huzuru, emniyeti, saadeti bulur.

 *  *  *

Allah’ın insanlara hitabı olan Kur’an-ı Kerim’de, muhtelif âyetlerle insanları göklerdeki delillerin üzerinde düşünmeğe davet etmesi, insanlara verdiği akıl nimetinin bu mevzuda sâlim bir şekilde düşünebilmek kabiliyetinde olduğunun en kesin ve sağlam teminatıdır. Bu delillerin üzerinde düşünen akıl için ise iki yol vardır: “Ya bu delillerin Allah’ın varlığına, birliğine, kudret ve azametine delalet ettiğini idrâk ve kabul etmek veya bunu yapmadığı takdirde de, akıl olarak insan bedenindeki vazifesinden istifa edip gitmek!.”

İnsanların ekseriyeti, çeşitli vasıtalarla akıllarının bu mesele üzerinde lâyıkı ile düşünebilmesini önlemekle, üçüncü bir yol tutmuş gibi görünüyorlar!.

Fenlerin şimdiye kadarki gelişme seviyesiyle “bilinen kâinat”ın büyüklüğü hakkında verilen malumat, şöyle bir misal üzerinde özet olarak tekrar edilebilir:

Süleymaniye Camii gibi büyük bir camiyi göz önüne alalım ve buna “kâinat” diyelim. Süleymaniye Camiinin içinde, aralarındaki mesafeler bir santim olacak tarzda yüz milyar toz zerresini dağıtalım. Bu misâlle gökler kıyaslanırsa; Süleymaniye Camiinin büyüklüğüne nisbeten içindeki bir toz zerresinin küçüklüğü, bilinen kâinata nisbeten bir galaksinin küçüklüğü nispetindedir. Bu toz zerrelerinin her biri, ortalama yüz milyar yıldız ihtiva eden galaksileri temsil etmektedirler.

Bu toz zerrelerinden birini daha iyi görebilmek için, Asya Kıtası kadar büyüttüğümüzü farzedelim ve ona bizim galaksimiz olan “Samanyolu” diyelim. Bu Asya Kıtası üzerine bir madenî para koyalım. Asya Kıtası üzerinde bir madenî paranın işgal edeceği yer, Samanyolu galaksisinde bizim güneş sistemimizin -yani güneş ve onun gezegenleri: Merkür, Venüs, Arz, Mars, Jüpiter, Saturn, Uranus, Neptün ve Pluto’nun- işgal edebileceği yer kadardır (O yazımın yayınlandığı tarihte Pluto da “gezegen” kabul ediliyordu). .

Bu misalden de anlaşılacağı gibi, üzerinde bulunduğumuz arz, hatta bütün güneş sistemimiz, kâinatın büyüklüğüne, hattâ sadece kendi galaksimizin büyüklüğüne nispeten bile, çok küçük bir maddî varlık teşkil etmektedir. Diğer bir deyişle, bugünkü fen ilimlerinin seviyesiyle “bilinen kâinat” çok büyüktür. “Bilinen kâinat”ın dışında, kâinatın ne kadar büyük olduğu hususunda ise, bir tahmin yapılamamaktadır.

İşte kâinat böyle bir Mescid-i Kebîr’dir.

«Kâinat Mescid-i Kebîrinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur. Ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur…» (Risale-i Nur Külliyâtı, SÖZLER)

Kur’an-ı Kerim’de, Âl-i İmrân Suresi 189-191. âyetlerde mealen şöyle buyruluyor:

“Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri) Allah’ındır. Allah her şeye hakkiyle kadirdir.

Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, sağ duyulu akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren deliller vardır.

Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında Allah’ın varlığını isbat için iyice düşünürler (ve derler): ‘Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna birşey yaratmaktan) Sen münezzehsin. Bizi Cehennem ateşinden koru.”

Prof. Dr. Mustafa NUTKU