Rüştü TAFRALI tarafından yazılmış tüm yazılar

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri hayattayken onun eserlerini tanıyan, ancak görüşme imkânı bulamayan Rüştü Tafralı Ağabey, 1935 yılında Rize’nin Pazar ilçesinde doğdu, 2015’te İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuştu. Hayatının neredeyse tamamını Risale-i Nur hizmetlerine adayan Rüştü Tafralı ağabeyin, merhum Zübeyir Gündüzalp ve Tahiri Mutlu gibi ağabeylerin yanında uzun yıllar kaldığı ve Kur'an hizmetinin usûl ve üslûbunu onlardan ders aldığı bilinmektedir. Envar ve Sözler Neşriyatların tashih kadrosunu teşkil etmiş ve Külliyattan mevzu müzakeleri ve derlemeleri yapmıştır.

1938 YILINDA DERSİM’DE HALK PARTİ ZULMÜ VE SAİD NURSİ

1938 YILINDA DERSİM’DE HALK PARTİ ZULMÜ VE SAİD NURSİ

On dördüncü Şua Risalesinde “Mahremdir” diye neşredilmemiş olan Dokuz ve Onuncu maddelerinden Dokuzuncu Maddeyi, günümüzde gündeme gelen Dersim’li bir zatın o zaman o zulümleri yapan bir partinin genel başkanı olması münasebetiyle tekrar yayınlıyoruz. Kaderin bir garip cilvesi olarak aynı bölgeden bir zatın o zulümleri yapan partiye genel başkan olması, acaba o hataları telafi mi ettirecek yoksa sahiplenecekler mi? Yoksa Kemal’le tarihin karanlıklarına mı gömülecekler?

Bu gelen kısım yayınevimiz olan İttihad Yayıncılık tarafından 1993 yılında, “Ahirzaman Fitneleri” kitabında ve daha sonra aynı kitabın yeni baskısında 2003 yılında ve 2001 yılında “Rumuzat-ı Semaniye” kitabında yayınlanmıştır. Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları 10. Basım, Nisan 1990, adlı kitabının Doğu Faciası bölümünde de hadise hakkında geniş bilgi bulunmaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerinin o zaman yayınlanmamasında, “şimdilik yazmadım” kaydıyla ileride yayınlanacağına bir iş’ar vardır. Bu kısım Şualar kitabında şöyle geçmektedir.

 

 

“Temyiz Mahkemesi Riyasetine

Afyon Mahkemesinden hakkımızda sadır olan haksız hükmün temyizen bozulması üzerine yapılan duruşmamızda beni yine konuşturmadılar. Hakkımızda üçüncü bir şiddetli iddianameyi bize dinlettirdiler. Hem yanıma kimseyi bırakmadılar ki, gelsin yazıyla bana yardım etsin. Yazım noksan olmakla beraber hasta halimle beraber yazdığım bu şekvamı bu zamanda hakkımda iki defa tam adalet eden makamınıza bir layiha-i temyizim olarak takdim ediyorum.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

[Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzuhaldir ve dergâh-ı İlahiyeye bir şekvadır. Ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz ve istikbaldeki nesl-i âti ve dâr-ül fünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmiüç senede yüzer işkenceli musibetlerden (on tanesini) âdil Hâkim-i Zülcelal’in dergâh-ı adaletine müştekiyane takdim ediyorum.]

……

Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenlerin, Risale-i Nur’u mütalaalarının hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.

Onuncusu: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.

Tecrid-i mutlakta mevkuf Said Nursî” (Şualar – 454)

Mahremdir En Has Nurculara Mahsustur

Mahkeme-i Kübraya Şekvanın Dokuzuncu Maddesinden bizi mahkum eden heyet Risale-i Nur’u okumalarının hatırı için Üstadımız mahrem tutup yazmamış. Fakat madem en muannid Avrupa feylesofu ve en enaniyetli müteassıb Mısır ve Şam’ın uleması bir defa Zülfikar ve Asa-yı Musa’yı okumasıyla onlara taraftar olup tahsin ettikleri halde bu insafsız heyet, onları iki sene dikkat ile okudukları halde gizlenmesine çalışmaları ve serbestiyet vermemelerine binaen “onların hatırı daha tutulmaz” diye o mahrem ifade şöyle izhar edildi.

DOKUZUNCU MADDE: Said ve Nurcular aleyhindeki kararnamenin elliyedinci sahifesinde bizi mahkum etmek için son fıkralardan BİRİSİ bu fıkradır.

“Said-i Nursi, devletin kanunlarını tatbik ile muarız ve muhalifleri adaletin pençesine teslim eden çok amir ve memurları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, mülhid ve münafık tabir etmesi onunla tam suçlu oluyor ki: mahkum ediyoruz.”

Bunların bu fıkrasına karşı hapse giren Nurun bir kısım talebeleri böyle cevap veriyorlar: “Bindokuzyüzotuzsekiz senesinde Dersim faciası ki Doğu Mecmuasının 17. sayısında “Doğu Faciası” serlevhasıyla bu vakıanın tam tamına aynını yazdı ki: Hiç dünyada emsali vuku’ bulmamış, öyle bir zındıklık, münafıklık ve vatan ve millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kat’i isbat ediyor. Elbette öyle fevkalade cani canavar memurlara bin defa zındık, gizli komünist, dinsiz demekle suçlu olmak, bilakis tasdik ile takdir ile mukabele lazım.”

İşte, Said umuma değil, yalnız böylelere zındık, münafık demiş.

İKİNCİSİ: Yine kararnamenin aynı sahifesinde Said-i Nursi’nin mahkumiyetinin bir sebebi olarak yazmışlar ki: “Bütün ömrünü Türk vatanının dahili ve harici türlü tecavüzlerden kurtulmasına hasr ve vakf eden Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ve Türk istikbal ve istiklaliyetinin sadık ve fedakar hadimi olan Atatürk’ü, Süfyan ve İslam Deccalı, tağut, dalalet, zındık komitesinin fir’avn-meşreb reisi, ehl-i dalaletin dehşetli şahsiyeti diye vasıflandırmak ve bu suretle her Türk’ün kalbinde kökleşen Atatürk sevgisini kökünden sarsarak ve ona alet olan has adamlarına münafık, mülhid demesi büyük bir suçtur diye mahkum ediyoruz.”

CEVAB: Yine Nurun hapse girmiş bir kısım talebeleri diyorlar ki: Bu vatan ve milletin istikbalini ve istiklalini mahv eden onun icraatı olduğuna bir delil şudur. Bu vatandaki milletin bin seneden beri Hristiyanın dehşetli umum devletlerine karşı üçyüzelli milyon manevi ihtiyat kuvveti hükmünde olan alem-i İslam, bütün ruh-u canıyla bu vatandaki millete uhuvveti ve irtibatı ve düşmanın bu vatana hücumu vaktinde o muazzam manevi ordu ağlaması ve itiraz etmesi içindir ki; yetmiş, seksen, bir zaman yüzyirmi milyon Osmanlı Devleti, o dindar raiyetiyle, dörtyüz milyon Hristiyan devletlerine karşı istiklalini, istikbalini muhafaza ediyordu.

İşte, o reis bu ihtiyat kuvveti bu vatan ve milletin aleyhine çevirmesi ve bir cihette istiklalini, istikbalini mahv ettiği halde nasıl “istikbalini muhafaza ediyor ve kurtarmış” denilebilir. Hem, Bağdat’tan ta Hind’e ve Mısır’dan, Cezayir’den ta Endülüs’e ve Yemen’den ta Habeşistan’a kadar adeta iki Avrupa kıtası kadar Osmanlı hakimiyeti ve Türk milletinin amiriyeti tahtında iken kırk seneden beri o reisi ve onun gibi dinsizliği dindarlara tercih edenler, yetmiş milyon Arab’ı elinden çıkardığı gibi en mukaddes şeylerini dahi rüşvet verdirmeğe; ve istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile ancak bir muvakkat idareye mecbur eden ve bu biçare masum ve mazlum ve dindar ve mücahid milletin hem istikbalini hem istiklalini dehşetli ve çok acınacak bir vaziyete sokan ve hakiki Türk hamiyetçiler ve vatanperverler ve dindar mütefekkirlerinin kalplerinde dehşetli bir nefret ve itirazına hedef olan bir bedbaht reisin hakkında:

“Her Türkün kalbinde sevgisi kökleşmiş olduğu halde Said o sevgiyi çıkarmasıyla suçludur, mahkum olur” demeleri ne kadar haktan, hakikattan, insaftan, vicdandan uzak olduğunu her vicdan sahibi anlar. Ve yirmi ay hem tecrid-i mutlakta hapis, hem iki sene göz hapsi altında mahkum etmek dünyada hiç emsali vuku’ bulmamış zalimane bir muameledir.

Acibdir ki, savcı müddei iftiralı ittihamnamesinde en ziyade iliştiği ve Said’in ittihamına medar yaptığı Siracunnur’un ahirindeki Beşinci Şua’nın Mes’ele’lerinde “Said demiş ki: Başa şapka koymaya cebreden Süfyan, öyle bir dehşetli istibdatla hareket eder ki: Bir cani yüzünden yüz köyü harab eder, bir asi yüzünden binler masumu mahv eder” dediği fıkra için Said’in mahkumiyetine pek musırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip inkilablar aleyhindedir.”

CEVAP: Yine o cevabı veren Nur Şakirdlerinden Abdürrezzak namında birisi diyor ki:

İşte, o davanın doğruluğuna delalet eden yüz emmareden tek bir emmaresi, Bin Dokuzyüz Otuzsekizdeki Dersim faciasında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması, Beşinci Şua’nın o hükmünü kat’i hakikat olarak gözlerine sokuyor.

Acaba bin seneden beri bir milyar şühedayı, hakikat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şehid veren ve bütün mefahiri İslamiyetle tahakkuk eden ve alem-i İslamın en büyük ordusu ve kahraman milleti olan Türk’e bütün bütün mahiyetlerine zıt ve bütün ecdadlarını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münasebeti olmayan bir adama Türklerin ceddi ve büyük babası namını vermek ne derece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anlaşılmıyor mu?

(Dördüncü Remz tashihli nüsha)

Nur Talebelerinden

Abdurrezzak ve saire

www.NurNet.org

TAYYİBAT VE MANEVİYATIN AVALİM-İ ULVİYEYE URUCU

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

 

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

TAYYİBAT VE MANEVİYATIN AVALİM-İ ULVİYEYE URUCU

 

“Evet eğer namazların arkasında hususan bayram namazlarında bir anda Allahü Ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, Küre-i Arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahü Ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahü Ekber demeleri, Küre-i Arz’ın büyük bir Allahü Ekber’i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikr ü tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafıyla Allahü Ekber deyip, kıblesi olan Kâ’be-i Mükerreme’nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahü Ekber diyerek, o tek kelime etraf-ı Arz’daki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahü Ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahü Ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor.” L:118

 

“Evet bu kâinat, nihayetsiz bir hüsn ü cemal-i sermedînin âyinesi ve cilveleri ve kâinattaki bütün cemal ve kemal ve güzellikler, o sermedî hüsünden gelir ve ona intisabla güzelleşir, kıymeti yükselir. Yoksa karmakarışık bir virane, bir hüzüngâh olur. Ve o intisab ise, saltanat-ı uluhiyetin dellâlları ve ilâncıları olan ins ve melek ve ruhanîlerin marifet ve tasdikleriyle anlaşılır. Hattâ o dellâlların güzel ve tatlı hamdlerini ve senalarını ve mabuduna medihlerini ve onların kelimelerini her tarafa neşir ve arş-ı a’zamın canibine sevketmek için hava unsurunun zerreleri emirber neferler, küçücük diller ve kulaklar gibi o güzel kelimeleri dergâh-ı uluhiyete takdim etmek için o pek hârika vaziyet-i acibe havaya verildiğine kuvvetli bir ihtimal var diye kalbime geldi.” Ş:589

 

“Sonra, herkesin hususî dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlıklarına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakk’a, اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir.” Em:116

 

“İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zât-ı Zülcelal’e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi, netice-i hilkat-ı kâinat ve sebeb-i hilkat-ı âlem olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi -namlarına- meb’us olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi’rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.” Em:119

 

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seri-üz zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı zamanda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünki âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla terkib vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve i’dam vardır.

 

يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ Ms:128

 

“İkinci basamak: Arzın semavatla alâkası, muamelesi olup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet arza gelen ziya, hararet, bereket vesaire, semavattan geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki; arzın sâkinleri için semaya çıkmaya bir yol vardır ki, enbiya, evliya, ervah cesedlerinden tecerrüd ile semavata uruc ederler.” Ms:204

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

www.NurNet.org

ÜÇÜNCÜ SÖZ’ÜN TAHŞİYESİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

ÜÇÜNCÜ SÖZ’ÜN TAHŞİYESİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

2 يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

İbadet 3, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet 4, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle…

Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler; tâ, yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: “Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaatı olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hıffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddi hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlub edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur.”

O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir surette gider. Tâ, mahall-i maksuda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.

Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ o matlub şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasib bir mükâfat görür.

İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki: O iki yolcu; biri muti-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvadır. İbadetin çendan zahirî bir ağırlığı var. Fakat manasında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünki âbid, namazında der: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ Yani: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof5 ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.6)

Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde… Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey… Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Malûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir.7 Halbuki mes’elemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise; -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu; icma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir. Ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.

Elhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise, biz daima اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ demeliyiz. Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.

1 (Farklı derslerde okunmuş farklı derlemelerin birleştirilmesiyle hazırlanmıştır.)

2“Yani: “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz…” İşarat-ül İ’caz (83)

3 İbadeti tarif eden cümlelerden bazıları şöyledir:

“Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak ibadettir. Evet Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın hal-i hazırdaki vaziyeti şahiddir. Ve keza ibadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maâde, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebebdir ve şahsî ve nev’î kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.” İşarat-ül İ’caz (83)

“İnsan santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh insanın o kanunlara intisab ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lâzımdır ki, umumî cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da ancak, o emir ve nevahiden ibaret olan ibadetle olur.” İşarat-ül İ’caz (85)

Bu emir ve yasaklar dahi ancak şeriat kitaplarından öğrenilir, şöyle ki:

“Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan, ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlik-ül Mülk’e aittir. Binaenaleyh kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilirsin. Kıl kadar bir şuur ile, büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma.  Mâlikinin izni olmaksızın, O’nun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap. Fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de şeriatından öğrenirsin.” Mesnevi-i Nuriye (82)

Yine ibadetin içtimai hayata bakan manalarından;

“Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer.” Lem’alar (170)

4 İbadetin zıddı olan fısk ise:

«Şer’an fıskın üç mertebesi vardır. Birincisi, günahı çirkin addetmekle beraber ara sıra irtikab etmek; ikincisi, üzerine düşerek inhimak ile yapmak; üçüncüsü, çirkinliğini inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür mertebesidir. Fasık bu hale gelmedikçe, ehl-i sünnet mezhebinde mü’min namı kendisinden selbolunmaz. Binaenaleyh fasık vasfı içinde kâfirler bulunabileceği gibi imanını zayi etmemiş olanlar da bulunabilir.» (Elmalılı Tefsiri:282) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fısk maddesi-965. Parağraf)

“Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok.

Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.

İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için bir i’dam-ı ebedî kapısı… Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i’dam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.” Sözler (142)

“Ve bilhâssa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, Cehennem azabı çektiriyor.” Kastamonu Lahikası (252)

“Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez.” Hutbe-i Şamiye (144)

“Cenab-ı Hak, Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, ikaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman, bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken hizb-üş şeytanın mükâfatsız çirkin zaîf desiselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken, Cenab-ı Hakk’ın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl iman gitmiyor? اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا sırrıyla şeytanın gayet zaîf desiselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhanallah dedim, insanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsız bir insan idi, diye o bîçareyi gıybet ettim, günaha girdim.

Sonra sâbık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile lillahilhamd, hem Kur’an-ı Hakîm’in azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu, hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden olmadığını, hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini, hem Mu’tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi “Günah-ı kebairi irtikâb eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır.” diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o bîçare arkadaşım da yüz ders-i hakikatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenab-ı Hakk’a şükrettim, o vartadan kurtuldum. Çünki sâbıkan dediğimiz gibi, şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.

İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hakk’ın “Gafur”, “Rahîm” gibi iki ismi, tecelli-i a’zamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur’an-ı Hakîm’de Peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmeye davet ediyor. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ kelime-i kudsiyesini her sure başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vasiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor ve فَاسْتَعِذْ emriyle “Eûzü billahi mineşşeytanirracîm” kelimesini siper yapıyor.” Lem’alar (73 – 74)

“”Günah-ı kebireyi işleyen, nasıl mü’min kalabilir?” diye suallerine cevab ise; evvelâ sâbık işaretlerde onların hatası kat’î bir surette anlaşılmıştır ki, tekrara hacet kalmamıştır. Sâniyen: Nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti; müeccel, gaib bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azabdan daha ziyade çekinir. Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı, ileride gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünki tevehhüm ve heves ve hiss, ileriyi görmüyor belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlub oluyorlar.

Şu halde kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.” Lem’alar (76 – 77)

5 Sağlam bir iman sahibi olmayan münkir veya gâfil insanın durumunu anlatır.

6 Cesur olup da iman cesaretini kazanmayan insanlar hakkında şu misal veriliyor.

“ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada bulunduklarını farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünki onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkeb zannetmiyorlar. Belki gayet müdhiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde hakikatın bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilane itikadsızlıklarıdır.” Hutbe-i Şamiye (67 – 68)

7 “Bunu tanımazsak, lâkayd kalsak, menfaati hiç yok; zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir, menfaati olursa pek azîmdir. Onun için ona karşı lâkayd kalmak, hiç kâr-ı akıl değildir.” Sözler (280)

Bu parçaya dikkat edilirse görülür ki, tebliğde esas olan karşı tarafın mantığını çalıştırarak konuşmaktır. Yani, imtihan sırrı gereği, imanın beşeri müşterekiyette inanmayı mecburi kılan kat’iyyette olmadığı ifade ediliyor. Ama inkarın hiçbir faydası olmadığı gibi zararı dahi sonsuz olduğu cihetle, iman tarafını tercih etmek zaruriyat-ı akliyedendir. Hatta iman tarafının delilleri bütün kainat olmasına rağmen ve imansızlığında hiçbir delili bulunmadığı cihetle, iman tarafının delilleri faraza az da olsa, madem zararı yok ve menfaatı sonsuzdur, bu tarafın tercih edilmesi maslahat ve mantık cihetiyle mecburiyet kazanır.

Rüştü Tafralı

www.NurNet.org

İKİNCİ SÖZ’ÜN TAHŞİYESİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

İKİNCİ SÖZ’ÜN TAHŞİYESİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

3 اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ

İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe4 bak, dinle:

Bir vakit iki adam, hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin, tali’siz bir tarafa; diğeri Hudabin, bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.

Hodbin adam, hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan bedbînlik cezası olarak nazarında5 pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki: Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünki herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi, müdhiş cenazeleri ve me’yusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır. Diğeri Hüdabîn, Hüdaperest ve Hakendiş, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehr-âyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler; herkes ona dost ve akraba görünür.

Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurane ahz-ı asker için bir davul, bir musikî sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder. Sonra döner, öteki adama rastgelir. Halini anlar. Ona der: “Yahu sen divane olmuşsun. Bâtınındaki çirkinlikler, zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisatı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle. Tâ, şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikatı görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemalât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.” Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedamet eder. “Evet, ben işretten divane olmuştum. Allah senden razı olsun ki, Cehennemî bir haletten beni kurtardın.” der.

Ey nefsim! Bil ki: Evvelki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir.6 Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise; ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalaletinden neş’et edip, onu manen tazib eder.7 Diğer adam ise; mü’mindir. Cenab-ı Hâlık’ı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya, bir zikirhane-i Rahman, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan8 ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyat-ı hayvaniye ve insaniye ise; terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, manen mesrurane, dağdağasız diğer bir âleme giderler. Tâ yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniye ise; ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise,9 ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır.10 Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerim’inin ve Mâlik-i Rahîm’inin birer munis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok latif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, imanından tecelli eder, tezahür eder.11

Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.

Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise, biz daima اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَ كَمَالِ اْلاِيمَانِ demeliyiz12…

1 (Farklı derslerde okunmuş farklı derlemelerin birleştirilmesiyle hazırlanmıştır.)

2 Bu İkinci Söz ve benzer bahisler külliyatta tekraren nazara verilen iman-küfür, dalalet ve hidayet muvazeneleri ve mukayeselerinin bir numunesidir. Bu mukayese ilim dairesinde en önemli bir meseledir. Çünkü zıtların birbirine kuvvet verdiği bir hakikattır:

“her şeyin ve her işin tekâmülü, zıdlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünki küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibariyle teklif, saadet-i nev’iyenin yegâne âmilidir.” İşarat-ül İ’caz (164-165)

Bu hakikatı Kur’anda nazara veren şu ayet dikkat çekicidir:

حَبَّبَ اِلَيْكُمُ اْلا۪يمَانَ وَزَيَّنَهُ ف۪ى قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَۙ

Yani: “Allah size imanı sevdirmiş ve onu (imanı) kalblerinize ziynet yapmıştır. Küfrü, fasıklığı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte kendisine irşad edilmiş olanlar bunlardır.” (49:7)

İşte bu ve benzeri ayetlerde, imanın küfür ve füsûka karşı nefret hissini verdiği vicdani bir hükümdür. Yani; vicdan-ı selime bu hakikatı hisseder.

İman-ı bilgayb: (Gaybı Allah’ın bildirmesiyle bilme ve ona iman etme.)

“Şu mes’eleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı (Bakınız: Sözler-439, 440), veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.” Mektubat (83)

“İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol; Risalet-ün Nur’un esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risalet-ün Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni’ derecesinde gösterdiğini görecekler.” Kastamonu Lahikası (18 – 19)

4 Temsilin tarifine gelince, şu izahat veriliyor:

“temsilin hâsiyeti olan aklî bir şeyi, hissî bir şeyle ve aslı olmayan mevhum birşeyi muhakkak ve mevcud olan bir şeyle ve gaib olan birşeyi, hazır bir şeyle tasvir etmektir.” İşarat-ül İ’caz (169)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hakikatları durub-u emsal ile beyan ediyor. Çünki daire-i uluhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Mümkin ve miskin olan insan da, daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun (Cenab-ı Hakk’ın Sıfat ve Esması dairesi) şuunatını, ahvalini düşünür.” Mesnevi-i Nuriye (106)

Hayır ve şerrin karışık olduğu bu imtihan aleminde iman bedihi olmayıp, hadisat-ı alemden hakikate intikal etmek tarzı (istidlal) olan imtihanın iktizası, beşer alemi olan daire-i mümkinatta bulunur. Hem küfre karşı imanı tercih etmekte, zaruriyet-i akliyye ve mantıkiye yolu esas alınmalıdır. Bu temsili hikayede de, bu tercihi yapmakla zamanla imandaki yakîniyetin artacağı ve dünya ve ahiret saadetine layık olunacağı anlatılır.

5 Burada geçen hodgam, hodendiş gibi tabirler dikkat çekicidir. Çünkü bu zamanda ekser insanlar hodgamdır. Yani, kendi şahsi menfaatını esas alır, hikmet-i İlahiye nazarıyla düşünmez. Mesela Sözler’de şu ifade var:

“Kuva-yı insaniye tahdid edilmediğinden cinayeti büyük olur

Hayvanın hilafına, insandaki kuvveler, fıtrî tahdid olmamış. Onda çıkan hayr u şerr, lâ-yetenahî gider.

Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlikgururinad birleşse; öyle günah oluyor {(**): Bunda da bir işaret-i gaybiye var.} ki beşer şimdiye kadar

Ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Hem meselâ: Bir adam, tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâm’ın felâketini kalben arzu eder.

Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.” Sözler (707 – 708)

“Ve keza insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünki hem nebatîdir, hem hayvanîdir, hem insanîdir, hem imanî. Tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmidört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki’ olur. İnsanı hata ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir. خَلَقَ لَنَا مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ya istinaden insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasrıyla galat ediyor. Sonra, her şeyin kıymeti menfaatı nisbetinde olduğunun takdiriyle galat ediyor. Hattâ Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukabil almaz. Çünki kendisine menfaatı dokunmuyor.” Mesnevi-i Nuriye (208)

İşte enaniyetin şiddet derecesine dayanan bu dünyaperest anlayış ve his, asrımızda enaniyet ve menfaatten kaçmaya gayret göstermelidir diye hatırlatır. İşte böyle anlayışlara sahib olan kişi burada anlatılan manada hayatı dehşetli görür.

Halbuki iman nazarı şöyle der:  “Âkıl odur ki: خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider.” Sözler (38) Bu kaide dünya hayatında esas alınmalıdır.

“Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı i’cazıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu dünyada bir manevî cehennemi dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elîm elemleri gösterip, hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor.” Şualar (675)

6«Şer’an fıskın üç mertebesi vardır. Birincisi, günahı çirkin addetmekle beraber ara sıra irtikab etmek; ikincisi, üzerine düşerek inhimak ile yapmak; üçüncüsü, çirkinliğini inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür mertebesidir. Fasık bu hale gelmedikçe, ehl-i sünnet mezhebinde mü’min namı kendisinden selbolunmaz. Binaenaleyh fasık vasfı içinde kâfirler bulunabileceği gibi imanını zayi etmemiş olanlar da bulunabilir.» (Elmalılı Tefsiri:282) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fısk Maddesi-965. Parağraf)

Ayrıca bu meselenin açıklaması için Sözler 142. Sayfadaki “İkinci Yol” başlıklı paragrafa veya o bahsin tamamına da bakılmalıdır.

7 Bu manevi felaketin izahı için Mektubat Sayfa 410 2. Parağraf’a bakınız. Veya isteyen Sayfa 409’dan başlayan “Beşinci Risale olan Beşinci Kısım” isimli risalenin tamamını okuyabilir.

8 Hayvanlar da ahiretleri hesabına mükafat için çalıştırılıyorlar:

“o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor. Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ ” Sözler (203)

“Eğer zîruh ise, zevil-ukûlden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek; onların o ervah-ı bâkiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider.” Mektubat (287 – 288)

9 Yani, “lisan-ı hallerinden anlaşılan manalar ise”.

10 “Onlardan birisi demiş:

فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَمٰوَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمِينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ

نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ

(Felek mest, melek mest, yıldızlar mest, gökler mest. Bütün canlılar baştan başa mest. Güneş mest, kamer mest, zemin mest, unsurlar mest, nebat mest, ağaçlar mest, beşer mest. Bütün varlıkların zerreleri beraber ve iç içe mesttirler.)” Sözler (624)

Lisan-ı hallerinden anlaşılan manalar ise nağamattır.

11 “insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve akibeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan olamaz. Kendi âyinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa; yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber ve ondaki insan nev’ini bir kâinat-ı suğra ve herbir insanı bir âlem-i asgar müşahede eder. Bütün ruh u canıyla اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ der.” Şualar (611)

“Bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip; kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor. Dostlarını canavar görüp, tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir ve şu bahtiyar ise, hakikatı görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatın hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemaline hürmet eder. Rahmetine müstehak olur. İşte “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” olan hükm-ü Kur’anînin sırrı zahir oluyor. Daha bunlar gibi sair farkları müvazene etsen anlayacaksın ki: Evvelkisinin nefs-i emmaresi, ona bir manevî cehennem ihzar etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş.” Sözler (37)

“Evet herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me’yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde görür; gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemal-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirane ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamıyla zıd ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.” Lem’alar (190)

“Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilât-ı Kur’aniyeye bakan olursa; tabiî o temsilâtın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir, tarîk-i hakkı kaybeder, tereddüdlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar; içinden çıkamaz, en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. Kur’an-ı Kerim ihtisar ve kinaye tarîkıyla onların inkârı tazammun eden istifhamlarına, مَاذَا اَرَادَ اللّٰهُ بِهذَا مَثَلاً cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki, evvelki cümlede mezkûr olan يَعْلَمُونَ ye mutabakat için, burada لاَ يَعْلَمُونَ nin zikri lâzım iken مَاذَا اَرَادَ اللّٰهُ بِهذَا مَثَلاً ilââhir denilmiştir.” İşarat-ül İ’caz (162)

Bütün bu parçalarda görülüyor ki, insanın imani veya gafletli nazarı böyle itikadi meselelerde musibet veya huzur neticelerine vesile oluyor.

“Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şafiîlerde gayet müstamel ve meşhur bir salavat olan

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثِيرًا كَثِيرًا

nin ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkatı ve sırr-ı câmiiyeti ise; her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergâh-ı İlahiyeye kamçı vurup sevkeden en keskin ve müessir saik, hastalıklar olduğu gibi; insanı, kemal-i şevk ile şükre sevkeden ve tam manasıyla minnetdar edip hamdettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devalar ve âfiyetler olduğundan bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. Ben bazan بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَ دَوَاءٍ dedikçe, küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve manevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakikî’nin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum.” Şualar (8)

Şu dünya hayatında menfi düşüncelere ve hissiyatlara girmenin mühim bir sebebi, düşünce ve hayata bakıştaki nokta-i nazar meselesidir. Yani, insan dünyaya gelişin hikmetlerini gereği gibi bilmezse bu dünya hayatının peşin rahatını esas alır. Yani, bir nevi cennet hayatını dünyada ister. Halbuki şu İlahi hikmetler nokta-i nazarıyla düşünse, nazarında görünen musibetli perde kalkar.

“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.” Lem’alar (11-12)

“Eğer hastalığın manası güzel birşey olmasa idi, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibadına hastalıkları vermezdi. Halbuki hadîs-i sahihte vardır ki: اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً َاْلاَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءُ َاْلاَمْثَلُ فَاْلاَمْثَلُ -ev kema kal- yani: “En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler.” Başta Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmaniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inden görmüşler.” Lem’alar (213)

“Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belasıyla gaflete düşüp, namazı terkedip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zahirî keyfi ile, hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harab eder. Sen hastalık gözüyle, her halde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık, bir sıhhattır. Bir kısım emsalindeki sıhhat, bir hastalıktır.” Lem’alar (208)

“Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarfettiriyor.”  Lem’alar (206)

Hazret-i Üstad’a atfen, herkese ibret için şu bilgi veriliyor:

“İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab,

Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek, katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.” Emirdağ Lahikası-1 (84 – 85)

Bu bahislerde açıkça görülüyor ki, hikmet-i İlahiye nazarıyla kainata ve hayata bakan zâtlar, zahiren hayatın sıkıntıları içindeyken dahi manen manevi cennet dairesinde bulunurlar. Her müslümanın böyle büyük zâtların düşünce ve nokta-i nazarlarını takip etmek gayretinde olması gerektir.

12 Zahiriyetinden baktığımız bu bahislerin ifaza ettiği mana külliyetine bakılsa, marifetullahın ummanı hissedilir.

Rüştü Tafralı

www.NurNet.org

Risale-i Nur Külliyatında ABES

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ABES

Eşya ve hadiselerdeki İlahî gayeleri görememek, abesiyet nazarına sebeb olur. Bu nazar, marifetullaha zıddır. Halbuki, kâinat kitabını okuyarak marifetullahı kazanmak Kur’anın mesleğidir. Bu bahis bu cihetle nazara alınmalı.

1- Âlemde abesiyet yoktur:

“Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın.1 Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin.2 Evet Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. Insan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki: Şu kâinatın mevcudatı; esma-i Ilahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar. Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı.3 İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar.” S:71

“Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır:

Birincisi ve en ulvîsi, Sâni’ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san’at murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir.4 Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. Işte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer hârika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi5 bitamamiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez.6 Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni’inin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.

İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır.7

Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni’ine ait doksandokuzdur. Işte bu taaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd u seha ve bilhassa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a’dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcud ancak kâfi gelir. Kemal-i hikmetle müvazenededir. Işte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.” S:75

“Gerek cûdda, gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.8 ” Ms:217

2- Enaniyetin manevi karanlığı abesiyete yol açar:

Evet, “Mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا (91:9) beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder. اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ و . der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.

Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hıyanet eder, وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا  (91:10) altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.” S:537

“İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.9 ” S:538

3- Abesiyeti izale eden nübüvvet nazarı ise,

“وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (17:44) sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?10 ” S:542

4- Cenab-ı Hak bir zerreyi de israf etmiyor.

Evet, “Madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ  (14:48) sırrıyla, وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ (29:64) şaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.” S:556

Bu gelen parağrafta, Kur’anın en kâmil imanî anlayış dersi veriliyor. Evet, Kur’an diyor ki:

“Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma. Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.” S:635

5- Cihazat-ı insaniyeyi nefis hesabına kullanmak, abesiyete medar olur:

“İnsanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.” M:34

Dinden kopuk anlayış olan felsefenin, yani Kur’anî nokta-i nazarı bilmemenin, çeşitli dalaletlere yol açtığına bu gelen parçada dikkat çekiliyor. Şöyle ki:

“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni’i inkâr eder veya Hâlık’a “mûcib-i bizzât” der.” M:286

6- Bütün kâinat, zîşuurla abesiyetten kurtulur:

“Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi; toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, Küre-i Arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş.

O âlemlerin şenlenmesine münasib ve muvafık zîşuur mahlukları halkedip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî enva’larından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müdhiş ateş dahi, o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten Güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur.11 ” L:65

Muhteva:

1- Âlemde abesiyet yoktur.

2- Enaniyetin manevi karanlığı abesiyete yol açar.

3- Abesiyeti izale eden nübüvvet nazarı ise,

4- Cenab-ı Hak bir zerreyi de israf etmiyor.

5- Cihazat-ı insaniyeyi nefis hesabına kullanmak, abesiyete medar olur.

6- Bütün kâinat, zîşuurla abesiyetten kurtulur.

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Gaye ve Hikmet maddeleri; Hikmet derlemesi )

Yani, Allah, kullarının düşünce, niyet, hissiyat ve hareketlerini eksiksiz olarak görüp bilmesin… Allah’ın kayyum sıfatına sahib olduğu bildiriliyor.

Yani, fıtrî ihtiyacat dualarını görüyor ve veriyor.

Tahkiki imanın varlığı ve derecesi nisbetinde, hikmet nuru veya abesiyet karanlığı bulunacağı anlatılıyor.

Yani, eşya yaradılacaksa, ilm-i ezelisinde vardır ve görüyor. Varlıkta az veya çok kalması farketmez.

İlahî nazarda görünme gayesini.

Şu harika hikmetler, bu son asırda, Risale-i Nur’da ihsan olundu. Kıymetini takdir etmek gerek… “Bu Nurcular, neden çekirdekten, ağaçlardan behsederler diyenler” hata ediyorlar.

Eğer denilse, “Bu ince manaya ekseriyet sahib olamaz, duhan var.” O halde sahib olamadığımızı bilmek lâzım…

Demek istikametli nazar ve anlayış için bu ilimler gerekiyor. Yani, Risale-i Nuru ciddî okumak veya dinlemek lazımdır. Evet Rıza-yı İlahiyi celbeden nazar ve düşünce sahibi olmak basit bir hadise değildir.

 İnsandaki ene dereceli olduğu bedihi olduğundan, enenin bu gafletli haline enenin derecesine göre hissedarlık olur.

10 Asrımızda Avrupa’dan gelip aşılanan ve alışılan menfaat nokta-i nazarına karşı müteyakkız olmak gerekiyor.

11 İşte çok az bir mikdarı okunan “abesiyet” tabirinin, diyanet ve marifetullah cihetindeki ehemmiyeti kısmen anlaşıldı.

 

Derleme: Rüştü TAFRALI

 

www.NurNet.org